1) Türkiye’de çözüm süreci hangi aşamaların sonucunda bozuldu?

28 Şubat 2015’te Dolmabahçe’de Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan’ın içinde bulunduğu hükümet heyeti ve Sırrı Süreyya Önder’in içinde bulunduğu HDP heyeti üzerinde uzlaştıkları metni kamuoyuna açıkladılar. Metin çözüm sürecinde silahları bırakma aşamasına gelindiğini, somut olarak silahsızlanma koşullarının oluşturulması gerektiğine dikkat çekiyordu.  21 Mart 2015 Newroz’unda okunan Abdullah Öcalan’ın metninde de bu çerçeve desteklenerek silah bırakma noktasına yaklaşıldığı vurgusu yapılmıştı. Hükümet düzeyinde varılan uzlaşmaya rağmen, Erdoğan mutabakatı “doğru bulmadığını” söyledi. Böylece çözüm süreci hükümete rağmen dondurulmuş oldu. Mutabakat sonrası takip edilmesi planlanan süreç –örneğin bir İzleme Komitesi kurulması gibi– askıya alındı. İmralı’da A. Öcalan üzerinde tecrit uygulanmaya başlandı.

Seçim sürecinde, Erdoğan ve AKP içindeki Erdoğancı odaklar çözüm sürecinin AKP’ye oy kazandırmayacağı ve başkanlık rejiminin kurulmasına hizmet etmeyeceği tespitinden hareketle saldırgan bir söylem kurdular. Bütün güçleriyle HDP’ye yüklendiler ve milliyetçi oyları kazanmayı hedeflediler. Bu sırada HDP ofisleri ve etkinliklerine dönük yüzün üzerinde saldırı yapıldı. HDP’nin Adana ve Mersin örgütlerine bomba kondu ve şans eseri bir katliamın eşiğinden dönüldü. Seçimlerin hemen öncesinde HDP’nin Diyarbakır mitinginde ikinci bir katliam denemesi yapıldı. Bu gelişmeler, Kürt sorununda “derin devlet”in devreye girdiği yorumlarına neden oldu.

Seçimlerden HDP’nin % 13,1 oy alarak çıkması ve AKP’nin mecliste çoğunluğu kaybetmesi, çözüm sürecinin ortadan kalkmasına zemin oluşturdu. Meşru bir hükümetin henüz kurulmadığı koşullarda Erdoğan’ın liderliğinde geleneksel güvenlik aygıtının ağırlıkta olduğu güç merkezi devreye girdi. 24 Temmuz’da Türkiye ile ABD arasında, ABD’nin IŞİD hedeflerini vurmak üzere İncirlik Üssü’nü kullanması için bir anlaşmaya varıldığı bildirildi. İlk günlerde bu anlaşma, ABD’nin Türkiye’ye Kürtlere karşı baskı ve şiddet politikalarına dönmesine izin verdiği şeklinde yorumlandı.

20 Temmuz’da SGDF’nin çağrısıyla Kobeni’nin yeniden inşasına katkıda bulunmak için Suruç’a giden 32 genç insan katledildi. Ardından Türkiye’nin çeşitli illerinde yapılan protestolara polis sert bir şekilde saldırdı. 21 Temmuz’da Adıyaman’da ordu ve HPG arasındaki çatışmada bir jandarma öldürüldü. 22 Temmuz günü Ceylanpınar’da iki polis gece evlerinde öldürüldü, eylemi HPG üstlendi. 23 Temmuz’da Diyarbakır’da iki trafik polisine saldırıldı; Adana’da İslamcı Kalem Vakfı üyesi bir kişi öldürüldü. Saldırı sahiplenilmedi. Aynı gün, YDG-H’ın İstanbul Gazi Mahallesi’nde IŞİD bağlantılı olduğu söylenen bir kişiyi öldürdüğü haberi yayımlandı. 24 Temmuz’da Türkiye genelinde siyasi operasyonlar düzenlendi; Bağcılar’da Halk Cephesi üyesi olduğu belirtilen bir kişi öldürüldü, 320 kişi gözaltına alındı. Bu tutuklamalar sonraki günlerde de devam etti.

25 Temmuz’da TSK, IŞİD kamplarının yanı sıra, Kuzey Irak’taki PKK kamplarını bombaladı. Bu saldırı, Erdoğan liderliğinde devreye giren parlamento-dışı güçler tarafından “çatışmasızlık durumu”nun bitirildiğini gösteriyordu. Barış Bloku’nun İstanbul’da yapacağı eylem yasaklandı.

Geldiğimiz noktada PKK’ye dönük sınır ötesi operasyonlar devam ediyor ve bu saldırılarda sivillerin de öldürüldüğü öne sürülüyor. Siyasi tutuklamalar devam ediyor. HDP çözüm sürecinin yeniden başlaması çağrısı yapsa da, AKP Hükümeti bu yönde adım atmayacak gibi görünüyor. Erken seçim sürecine girilen şu dönemde, savaş koşullarının AKP’nin seçimde elini güçlendirdiği oranda gündemde kalacağı söylenebilir.

2) Türkiye’yi yönetenler çözüm sürecini neden bozdular?

Türkiye’yi yönetenlerin çatışmasızlık sürecini bozmasında Kürt hareketinin Türkiye ve Suriye’deki kazanımları belirleyici oldu. 7 Haziran Genel Seçimleri sonucunda, HDP barajı aşarak meclise girdi, AKP ise tek parti olarak hükümet kurabilecek çoğunluğu elde edemedi. Seçim sonuçları toplumun AKP’nin tek başına iktidar olduğu 13 yıllık dönemin devamını istememesi ve Recep Tayyip Erdoğan özelinde “Türk tipi başkanlık sistemine” “Hayır” demesi olarak değerlendirilebilir. Ayrıca HDP’nin aldığı oy oranı Kürt sorununun barışçıl ve demokratik yollarla çözümüne verilen desteği gösteriyor ve bu yönüyle çözüm süreci, yurtiçinde Kürtlerin lehine sonuçlar üretiyordu. HDP giderek Kürtlerin ana gövdesinin desteklediği bir partiye dönüşüyor, üstelik Batı’daki seküler kesimlerden de sınırlı da olsa bir destek buluyordu. Çatışmasızlık ortamı sayesinde HDP, AKP/Erdoğan bloğu karşısında başlıca demokratik muhalefet partisi olma potansiyeli taşıyordu. Kürtlerin bu kazanımları sistemi rahatsız etti ve çatışmasızlık sürecinin sona ermesi bu şekilde sonuçlanan bir seçim döneminin ardından gelişti.

Türkiye’yi yönetenlerin Kürt sorununa yaklaşımını belirleyen diğer bir konu Türkiye’nin Suriye siyaseti ve Suriye Kürtlerinin bölgedeki desteğini artırarak güçlenmesidir. Bilindiği gibi Suriye Kürtleri, Rojava olarak adlandırılan Suriye Kürdistanı’nın üç kantonunda –Afrin, Kobanê ve Cezire– demokratik özerklik ilan ettiler. PYD çatısı altında örgütlenen halklar, Suriye’nin çok kimlikli ve çok inançlı yapısını gözeten ve cinsiyet eşitliğini merkeze alan bir yönetim biçimi oluşturdular. Özellikle PYD’nin askeri kolu olan YPG-YPJ’nin, Kobanê’de IŞİD’e karşı başarıyla direnmesi ve ABD öncülüğündeki uluslararası koalisyonun desteğiyle Kobanê’yi IŞİD işgalinden kurtarması, PYD’nin bölgede ve uluslararası kamuoyunda meşruiyet kazanmasını sağladı. 7 Haziran genel seçimlerinin hemen ardından yaşanan diğer bir gelişme, Suriye’deki Kürt güçlerinin IŞİD denetimindeki Tel Abyad bölgesini alması oldu. Böylece, Cezire ve Kobanê kantonları birleşti. Geriye sadece Afrin kantonu kalmıştı. Afrin, Kobanê ve Cezire kantonları Türkiye sınırlarının uzantısıdır ve Türkiye coğrafyasıyla iç içedir. Tel Abyad bölgesinin alınmasıyla birlikte Rojava Kürtleri Türkiye ile sınır komşuluğunu genişletmiş oldular.

PYD çatısı altında birleşen Suriye Kürtleri, Ortadoğu’da İslamcı cihadcıların vahşetine karşı savaşan en güçlü odak ve en etkin seküler güç haline geldi. Türkiye ise Suriye iç savasında Kürtlerin özerklik taleplerine karşı çıkarak farklı dönemlerde farklı cihadcı grupları destekledi. Bunun nedeni, Türkiye’nin sınırları içinde ve sınırları dışında güçlenen bir Kürt siyaseti istememesidir. PKK’ye oldukça yakın bir örgüt olan PYD’nin Batılı ülkeler ve ABD nezdinde meşruiyet kazanması Türkiye’yi rahatsız etmektedir.

3) Barış sürecini bozan iktidar odağı nasıl tarif edilebilir?

Barış sürecinin, daha gerçekçi bir ifadeyle “çatışmasızlık durumu”nun bozulması, seçimler öncesinde var olan fiili başkanlık sisteminin bir ara rejime dönüşmesiyle gerçekleşti. Seçimler sonrası bir koalisyon hükümetinin kurulamaması siyasi bir boşluğa yol açtı. Diğer yandan, Tayyip Erdoğan’ın AKP üzerinde kurduğu güçlü denetim, ABD ve AB’nin, uluslararası finans çevrelerinin ve yurtiçindeki büyük burjuvazinin tercihi olan AKP-CHP koalisyonun kurulmasını engelledi.

Ortada istifa etmiş geçici bir hükümetin ve işlemeyen bir parlamentonun olduğu koşullarda Erdoğan’ın liderliğini yaptığı güç merkezi, hızla harekete geçerek bir tür “darbe” yaptı. ABD’yle yeni bir mutabakat yapıldı. Başer Esad rejimine ve Suriye Kürtlerini temsil eden PYD’ye karşı cihatçı örgütleri destekleme politikasına son verildi. Kürt muhalefetine karşı yeni bir savaş konsepti uygulamaya konuldu ve Kürt Hareketi’ne dönük yaygın gözaltı ve tutuklamalar başlatıldı.

Bu son derece stratejik kararlar, seçim sonuçlarıyla uyumlu “meşru” bir koalisyon hükümeti kurulmadan ve parlamentoda müzakere konusu yapılmadan, Milli Güvenlik Kurulu’nda saptanan politikalara uygun olarak alındı. Bu çerçevede Türkiye’yi şu anda yöneten gücün ordudan, MİT gibi güvenlik bürokrasinin diğer kesimlerinden ve AKP’nin bazı üst düzey yöneticilerinden oluştuğunu ve liderliğinin de Tayyip Erdoğan tarafından yapıldığını söyleyebiliriz. Bütün darbelerde olduğu gibi demokratik süreçler devre dışı bırakıldı, ara rejime “meşru” bir görüntü kazandırabilmek için de Başbakan koltuğunda acizleri oynayan A. Davutoğlu ile bakanları görevlendirildi.

4) Türkiye neden İŞİD'e karşı koalisyona katılmak durumunda kaldı?

ABD’nin IŞİD ile savaş konusunda yalnızca hava bombardımanı ile bir sonuç alamadığı, IŞİD’in Rojava bölgesi dışında fazla bir gerileme göstermediği uzun zamandır dile getiriliyordu. ABD sahada Kürt güçleriyle bir işbirliğine gitmiş olsa da IŞİD’e karşı Türkiye’nin desteğine ve özellikle İncirlik Üssü’ne stratejik gereksinimi vardı. Bu nedenle uzun süredir Türkiye üzerine diplomatik baskı uyguluyordu. Bu diplomatik baskı, bazı iddialara göre, Türkiye’nin IŞİD ile ilişkisini kanıtlayan belgelerin ortaya çıkmasından sonra daha da arttı. ABD, Türkiye’nin Suudi Arabistan-Katar ekseninden çıkması, diğer Selefi örgütlerle de ilişkisini kesmesi ve NATO gücü çerçevesinde davranmasını istedi.

Türkiye bir yandan İran’la Batı’nın nükleer müzakerelerde anlaşması, İran üzerinde ambargonun kalkacak olması ve İran-Batı ilişkilerinin düzelmeye başlaması, ayrıca Esad rejiminin Batı koalisyonun hedefi olmaktan çıkma ihtimalinin belirmesi; diğer yandan ise Rojava’da PYD/YPG’nin önemli kazanımlar elde ederek sahada IŞİD’e karşı güvenilir bir güç olduğunu kanıtlaması nedeniyle, Ortadoğu’daki stratejik konumunun sarsılmaya başladığını ve Sûnni eksenli mezhepçi mevcut politikalarını devam ettirmesinin mümkün olmadığını kavramaya başladı. Bu nedenlerle IŞİD’e karşı mücadelede Batı blokunun içinde davranıyormuş gibi görünerek bir yandan Kürt kazanımlarının altını oymaya, diğer yandan da Ortadoğu’da liderlik fantezisini sürdürmeye çalışıyor.

5) Üç "terör" örgütüne karşı birden operasyonlar yapıldığı doğru mu?

Bunun doğru olmadığı çok açık. Genel anlamda teröre karşı operasyon algısı yaratmak ve bir ölçüde de Batı’ya böyle bir görüntü vermek için IŞİD de operasyonların kapsamına alınmıştır.

Konuyla ilgili İHD’nin hazırladığı rapora göre 21–28 Temmuz tarihleri arasında yurtiçinde “teröre karşı savaş” bilançosu şu şekildedir:

36'sı çocuk olmak üzere toplam 1034 kişi gözaltına alınmıştır. Bu kişilerin teyit edilemeyen dağılımına göre, sadece 140’ı IŞİD üyesi olduğu iddiasıyla gözaltına alınırken, 22’si “Paralel Yapı” iddiasıyla, geriye kalan büyük çoğunluk ise KCK/PKK’ye ve sol örgütlere üye oldukları iddiasıyla gözaltına alınmıştır. Bu kişilerden sadece 5’i IŞİD üyesi olduğu gerekçesiyle tutuklanırken, 49’u KCK/PKK üyesi oldukları iddiasıyla tutuklanmıştır. [[dipnot1]]

Bu durumun Batı karşısında Türkiye’nin başını ağrıtacağı söylenebilir. IŞİD’e karşı etkili bir mücadele yapılmadığı görülmektedir ve Batı bunu çok fazla tolere etmeyecektir.

Öte yandan sınır ötesi operasyon anlamında IŞİD’e sadece bir kez hava operasyonu yapıldı ve Davutoğlu, Suriye sınırında "Türkiye’yi tehdit etme potansiyeli taşıyan DEAŞ hedeflerinin yüzde yüz isabetle tam bir başarıyla ortadan kaldırıldığını" söylerken sanki IŞİD operasyonunun tamamlandığını haber verdi. Oysa basında çıkan haberlere göre, IŞİD komutanları kendilerinin “terk ettiği, şimdi boş olan eski karargâhlarının bombalandığını” söylediler. Kandil’in ve diğer PKK mevzilerinin hemen her gün bombalandığı biliniyor.

6) Türkiye'nin “teröre karşı savaşı” Avrupa ve ABD'de nasıl yankı buldu?

Türkiye, Kandil, Rojava ve IŞİD mevzilerini bombalamaya ve KCK, IŞİD ve DHKP-C’ye yönelik bir tutuklama furyası başlattıktan sonra ABD ve Avrupa’daki tepkileri, devlet yetkililerinin demeçleri ve ana-akım medyada çıkan yorumlar üzerinden takip etmek mümkün.

28 Temmuz 2015 tarihinde Guardian gazetesi Türkiye’nin talebi üzerine yapılan acil NATO toplantısında kapalı kapılar ardında konuşulanlara ışık tutuyordu [[dipnot2]]. Toplantıda temelde Türkiye’nin tezlerinin NATO tarafından ciddiye alınmadığı ve Kürtlerle barış sürecini terk etmesinin ağır bir şekilde eleştirildiği ortaya çıkıyor. Türkiye’nin IŞİD mevzilerini bombalaması takdirle karşılanırken, PKK’ye karşı orantılı güç kullanması ve çözüm sürecini devam ettirmesi telkiniyle karşılaşıyor. En önemlisi de ABD ve Türkiye’nin üzerinde mutabakata vardığı iddia edilen “IŞİD’den arındırılmış bölge” politikasının bir retorikten ibaret olduğu, NATO’nun böyle bir planı olmadığı ve bunun uygulanmasının ABD ile Türkiye’ye bırakıldığı, bu bölgede sahadaki silahlı gücün kim olacağının ise tamamen belirsiz olduğu ortaya çıkıyor.

ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcü Yardımcısı Mark Toner, Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Tanju Bilgiç'in "YPG güçlerine hava desteği verilmesi hususu ABD ile varılan mutabakatımızın unsurlarından biri değildir" açıklamasına rağmen, İncirlik Üssü'nü kullanacak uçakların IŞİD'e karşı savaşan gruplara destek olacağını ve bunların arasında YPG'nin de bulunduğunu açıkladı. Sözcü Toner, Türkiye'ye PKK'ye karşı orantılı güç kullanma, PKK'ye ise provokatif saldırılara son verme çağrısı yaptı. Toner, ABD'nin PKK'yi terörist bir grup olarak kabul ettiğini ve Türkiye'nin kendini savunma hakkı olduğu şeklindeki açıklamalarını tekrarladı. [[dipnot3]]

ABD’den daha temkinli resmi açıklamalar gelse de Avrupa’da TSK’nın giriştiği bombalamalara ve ülke içindeki tutuklamalara daha şiddetli resmi tepkiler vardı. Almanya Dışişleri Bakanı Frank Walter Steinmeier, “Türkiye’nin eski şiddet döngüsüne yeniden kapılması kimsenin çıkarına değil, ne hükümetin, ne Kürtlerin siyasi temsilcilerinin” uyarısı yaptı. [[dipnot4]] 

Birleşik Krallık başbakanı Cameron, "Türkiye'nin DAEŞ'e ve DAEŞ hedeflerine yönelik eylemlerini artırmasının iyi olduğunu düşünüyorum. Terörle mücadelede işbirliği konusunda, özellikle de Türkiye üzerinden Suriye'ye geçen yabancı savaşçıların durdurulması konusunda daha fazlasını yapabileceğimizi düşünüyorum" beyanında bulundu. Bir gazetecinin "Türkiye'nin Kürtlere yönelik eylemleriyle ilgili endişe duyup duymadığını" sorması üzerine, "Odağın DAEŞ olmasını istiyoruz. Türkiye'nin bu adımları atması önemli ve bu yönde onları teşvik etmeyi sürdüreceğiz" dedi. [[dipnot5]]

Resmi açıklamalar temkinli olsa da hem ABD’de hem de Avrupa’da ana-akım medyada Türkiye’nin giriştiği bombalamalara, tutuklamalara, hatta Türkiye ile ABD arasında varıldığı düşünülen mutabakata karşı çok eleştirel bir tutum vardı.

Türkiye’nin bunca yıldır üstü kapalı bir şekilde yardım ettiği IŞİD’e karşı mücadeye samimi olarak katılmadığı, asıl hedefinin Esad rejimi ve Kürtlerin kazanımları olduğu; ABD’nin İncirlik Üssü’nü kullanma izni karşısında Türkiye’ye Kürtlere saldırmasına ses çıkarmamasının IŞİD’e karşı savaşı sekteye uğratacağı, zira Kürtlerin sahadaki en güvenilir silahlı güç olduğu dış basında genelde üzerinde ortaklaşılan görüşlerdi.  Erdoğan’ın büyük bir kumar oynadığını, ancak hesapladığı riskin daha fazla güvenlik, daha fazla bölgesel etki ya da ülke içinde daha fazla güç getirip getirmeyeceğinin, ya da geri tepip tepmeyeceğinin belli olmadığı söyleniyor. [[dipnot6]] Erdoğan’ın Kürt hareketi ile barış sürecini sona erdirmekteki asıl amacının yenilenecek seçimlerde hem HDP’ye verilen desteği azaltarak hem de milliyetçi oyları kendisine çekerek iç politikada hırslı ideallerini gerçekleştirmek üzere kendisine avantaj sağlamak [[dipnot7]] [[dipnot8]] [[dipnot9]] olduğu sık sık vurgulanıyor. ABD’nin Erdoğan’ın kumarına onay vererek ve Kürtleri satarak [[dipnot10]] stratejik bir hata yaptığı ve bu hatanın gerek Türkiye gerekse Suriye ve Ortadoğu için kötü sonuçları olabileceği iddia ediliyor. İç basında, özellikle “havuz medyasında” yazılanın aksine Türkiye ve ABD “güvenli bölge” üzerinde anlaşmış değil. [[dipnot11]] “Güvenli bölge” fantezisinin hem Suriyeli rejim güçleri ile ABD Hava Kuvvetleri’ni karşı karşıya getireceği, bu nedenle ABD’nin IŞİD’e karşı mücadelesini yolundan saptıracağı; hem de bu bölgeyi koruyacak kara gücü belirsiz olduğu için, sivillerin güvenliğini sağlayamayacağı da vurgulanan noktalardan biri. [[dipnot12]]

7) Erdoğan, PKK'yi ve HDP'yi hedefleyerek erken seçimlerde hangi amacı gerçekleştirmeye çalışıyor?

Aslında sorunun bir yönü kamuoyunca biliniyor. Fanatik olmayan hemen herkes, Erdoğan’ın “teröre karşı savaş”la birlikte MHP’ye kayan bir kısım milliyetçi oyları tekrar AKP’ye çekmeyi amaçlığının farkında. Diğer yandan, terör retoriğiyle Türkiye’nin Batı’sında HDP’ye verilen ve yaklaşık % 1,5-2 olduğu tahmin edilen “emanet oyların” HDP’den kopmasını sağlamaya çalışıyor. Böylece AKP’nin hiç olmazsa tek başına hükümet kuracak bir çoğunluğu sağlamasını hedefliyor.

Sorunun, kamuoyunda yeterince tartışılmayan ikinci bir boyutu daha var: Olasılığı giderek artan erken seçimler gerçekte siyaset sahnesini tanzim etme operasyonunun bir devamı niteliğinde olacak. Halihazırda Türkiye’nin Kürt sorunuyla ilgili politikaları, parlamento dışı odaklarca, Milli Güvenlik Kurulu ve Erdoğan arasındaki uzlaşmayla belirleniyor. Erken seçimlerle bu ara rejime “demokratik” bir görüntü verilmeye çalışılacak. Karar gücünün yine Erdoğan liderliğinde MGK ve güvenlik aygıtının diğer bileşenlerinin elinde olması amaçlanacak. Hükümet kuracak çoğunluğa ulaşması hedeflenen AKP ise bu darbe rejiminin (MHP ile birlikte) parlamentodaki uzantısı işlevini görecek. Kısacası, ara rejim uzun süreli bir “terörle mücadele” dönemiyle kalıcılaştırılmaya çalışılacak.   

8) Türkiye içine girdiği yeni savaş sürecini ne kadar sürdürebilir?

Nesnel koşullar açısından değerlendirildiğine, çözüm sürecinin hemen olumlu yönde gelişerek devam etmesi beklenmese de, uzunca süredir var olan durumu daha iyi anlatan “çatışmazlık” döneminin kısa zamanda tekrar tesis edileceği öngörülebilir. Çünkü savaşın, değişik toplum kesimleri tarafından önceki dönemlerde olduğu kadar sahiplenilmediği görülüyor. Değişik politik ve ideolojik görüşlere sahip olan geniş bir kesim bu savaşın Türkiye siyasetinin yeniden dizaynı için ve “meşru” olmayan bir şekilde başlatıldığının farkında. Bunun ne ölçüde bir karşı duruşa dönüşeceğini kestirmek ise kolay değil.

Ayrıca, aşağıda 10. sorunda incelediğimiz ekonomik koşulların da bu savaşın sürüdürülebilirliğini fazlasıyla zorlaştıracağı görülmektedir.

Öznel açıdan “savaş sürecinin ne kadar sürdürülebileceği” sorusunun cevabının birden fazla bileşeni olduğunu varsaymalıyız. AKP ve güvenlik aygıtının ağırlıkta olduğu güç merkezi, Kürt muhalefeti; Türkiye demokrasi ve barış güçleri; dış güçler, özellikle ABD, AB ve tabii Ortadoğu ülkeleri.

AKP açısından durumu iki cephede görmeye çalışabiliriz. Birincisi; AKP tabanının önemli bir kısmı uzunca bir süredir geçekten barışın sağlanması, siyasi istikrarın korunması, ekonominin zarar görmemesi, hatta Kürtlerin oyalanarak durumun idare edilmesi vs. gibi değişik nedenlerle “çözüm süreci”ni destekledi. Şimdi bu nedenlerden birçoğu hâlâ geçerliliğini korurken savaş durumuna geçilmesi (Erdoğan etrafında kümelenen dar iktidar bloku dışında) AKP tabanında önemli bir kesimi rahatsız etmeye başlayacaktır. AKP’li vekiller ve “eski” kurucular seviyesinde de aynı rahatsızlık ifadesini bulacaktır. Erdoğan güdümlü AKP yönetiminin bunu nasıl yönetebileceği kuşkuludur. İkincisi; reel siyasette seçim/hükümet tercihlerinde AKP’nin hangi yolu izleyeceği belirsizdir ve yapabileceği birkaç tercihin akıbeti de belirsizdir. Öncelikle önümüzdeki birkaç hafta Erdoğan, o çok önemsediği seçim anketlerinin “savaş sonrası” durumuna bakacaktır. Erdoğan lideriğindeki dar iktidar bloğu anketlerdeki eğilime göre “tekrar seçim” tarihini belirleyecektir. İstenen oy oranı yakınsa, geçici ara rejim hükümeti MHP destekli bir seçim hükümetine evrilecektir. İstenen oy oranı uzaksa MHP ile bir savaş hükümeti veya teslim alınmış bir CHP ile bir restorasyon hükümeti denenecektir. Ancak her ikisinin de çok uzun ömürlü olması mümkün değildir. Adı üstünde “ara rejim“ hükümetidirler.

AB açısından çok etkili bir baskının işe yaraması kısa vadede fazla mümkün görünmüyor. Zira Türkiye uzunca bir süredir AB sürecinde etkili bir adım atmadı. ABD’nin ise Erdoğan'ı en azından şimdilik gözden çıkarmadığı görülmektedir. Ancak her iki kesim de –ABD’nin Türkiye’nin kendini savunma hakkını tanımasına karşın– Türkiye’nin başta Suriye olmak üzere Ortadoğu politikasına karşıdır. Gerek ABD ile İncirlik anlaşması gerekse son NATO toplantısı, Batı açısından, Ortadoğu’da şirazesi kaymış olan Türkiye’ye “sen Batılısın, Batı’yla birlikte hareket edeceksin” ayarıdır. Türkiye’ye ayar verilmiştir denebilir.

9) Barış için sivil hareketler bazında kimler nasıl çabalar gösteriyor? HDP'nin durumu nedir? Barış Bloku ne yapabilir?

Barış Bloku’yla (BB) başlayabiliriz. Bilindiği gibi BB, HDP’nin çağrısıyla çok sayıda sol parti ve grubun, KESK, DİSK gibi “demokratik kitle örgütleri”nin bir araya gelmesiyle kuruldu. Bu haliyle birçok örgütün merkezi bir koordinasyonu niteliğinde. BB’yi olayların çok hızlı gelişmesi karşısında yaratıcı sivil eylemler yapmaktan alıkoyan da bu merkezi yapısı. BB’nin yerelleşmesi, ilçeler ve şehirlerde ayaklarının oluşması için çaba sarf ediliyor. Elbette doğru bir karar. Fakat sorun şu ki BB’nin bileşeni olan sol yapılar, sendikalar ve meslek örgütleri halk tabanını kucaklayabilecek bir kapsayıcılıktan uzaklar.

Barış mücadelesinde en önemli aktörün, seçimlerde 6 milyona yakın oy alan HDP olduğu görülüyor. Fakat HDP’nin yerellerde demokratik bir eylemlilik içine giremediğini görüyoruz. Türkiye’nin Batı’sında oldukça geniş bir kesim HDP’nin seçim çalışmalarına katıldı. Fakat seçimlerden sonra HDP kendisini daha ziyade parlamento içi mücadeleye hazırlamaya çalıştı ve bu kesimle kalıcı bir bağ kuramadı. Parlamentonun devre dışı bırakıldığı günümüz koşullarında HDP’nin bu sorunu aşması gerekiyor. 

Çözüm sürecinin bozulmasıyla birlikte gerçek bir sivil eylemlilik sadece Barış İçin Kadın Girişimi (BİKG) tarafından gerçekleştirildi. 23 ve 29 Temmuz’da Kadıköy, Bakırköy, Kartal ve Beşiktaş’ta “savaşa karşı ses çıkar” eylemini düzenledi. Ardından 1 Ağustos’ta aralarında İstanbul, Ankara, İzmir, Eskişehir, Antalya ve Adana’nın da bulunduğu yaklaşık 15 şehirde benzer bir eylem yapıldı. Buna karşın BİKG’nin eylemlerinin, yeniden savaş seçeneğini dayatan güç merkezlerine karşı kitlesel protestolar biçimini alamadığını belirtmek gerekiyor.

Türkiye’de 90’lardan bu yana kitlesel, etkili ve geniş kesimleri kucaklayabilecek barış inisiyatiflerinin örgütlenemediği, yaratıcı sivil itaatsizlik eylemlerinin yapılamadığı bir gerçek. Bu çerçevede kültür ve sanat çevreleri de kalıcı inisiyatifler kuramadılar. Bunun hepimizin sorunu olduğunu ve üstesinden gelmek zorunda olduğumuzu belirtmemiz gerekiyor.

10) Türkiye ekonomisi içine girilen yeni savaş döneminden nasıl etkilenir?

Daha seçim öncesinde Türkiye “gelişmekte olan ülkeler” arasında en kırılgan ülkelerden biri görünümündeydi. 2015 yılının ilk 7 ayda ihracatı % 8,8’e kadar düşmüştü. Bu sonuçta, AB ülkelerindeki krizin etkisi kadar Ortadoğu’ya ilişkin hükümet politikasının geri tepmesi de rol oynadı. 2015 yılında büyümenin en fazla % 2-2,5 aralığında kalması bekleniyor ki pratikte bu, Türkiye için daralma anlamına geliyor. En önemlisi, AKP döneminde büyümenin ardındaki itici güç olan yabancı sermaye girişindeki gerileme oldu. Küresel koşullar yurtiçindeki belirsizlikle birleşmiş ve dış kaynak girişi cari açığı finanse edemeyecek hale gelmişti. Türkiye, Ortadoğu’daki yeni müttefikleri kanalıyla ülkeye giren kayıt dışı parayla ve Merkez Bankası (MB) döviz rezervlerinden yiyerek cari açığı finanse edebiliyordu. Gelir düzeyinin düşüklüğü ve hanehalklarının artık krediyle borçlanmaya takatinin kalmaması, iç talebi aşağıya çekiyordu. Özel sektör yatırımları ise durmuştu. [[dipnot13]]

Erdoğan’ın MB ile faiz çatışması özünde zoraki de olsa iç talebin canlandırılmasına yönelik son çırpınışlar oldu ve pek işe yaramadı. Ülke son altı ayda yaşanan kademeli bir devalüasyonla seçimlere girmişti.

Çatışmasızlık döneminin sona ermesi döviz kurlarında hızlı bir artışı tetikledi ve uluslararası kuruluşlar ve yayın organları art arda Türkiye’nin en kırılgan ülke olduğuna dikkat çekmeye başladılar. Örneğin Commerzbank, Türkiye’nin döviz rezervlerinin kısa vadeli borç seviyesinin oldukça altında olduğu uyarısında bulundu.[[dipnot14]] The Economist dergisi ise Suriye’de artan kaosun içine çekildiği, Kürt isyanının yeniden başladığı, erken seçim ihtimali güçlendiği için ve finansal olmayan şirketlerin yüksek döviz borcu nedeniyle yabancı yatırımcıların Türkiye’yi kaygıyla izlediklerini yazdı.[[dipnot15]]

Geldiğimiz aşamada ekonomide krizin eşiğine gelindiği söylenebilir. Şimdi buna bir de AKP’nin hiç tecrübe etmediği “Savaş Ekonomisi”nin yıkıcı etkileri eklenecek. Atılan her bombanın, kalkan her uçağın ek bir maliyeti olacak. Yatırımlar ve tüketim daha da olumsuz etkilenecek. Bu açıdan bakıldığında şu sorular sorulabilir: AKP için seçmen gözünde en “başarılı” göründüğü alanda ciddi sorunlarla seçime girmek ne denli akıl kârıdır? Kasım ayındaki bir “tekrar” seçimde bu durum AKP’nin aleyhine dönebilir mi? Hele hele son günlerde konuşulan MHP bastonuyla uzatılmış bir ara rejim sonrasında, Nisan 2016’da yapılacak bir seçimlerden kim kazançlı çıkabilir? AKP tabanı ve dayandığı sınıfsal kesimler “savaş ekonomisi” deneyiminden nasıl geçecekler?

Bu soruların olası cevapları önümüzdeki döneme ışık tutacaktır. Ancak savaş koşullarının, diğerlerinin yanı sıra, ekonomik nedenlerden ötürü de fazla uzun süre sürdürülebilir olmadığı kolaylıkla söylenebilir.