Irak ve Suriye’deki sözde ‘İslam Devleti’nin (İD) yükselişi üzerine ne kadar kafa yorulursa yorulsun, hareket, açıklanabilir bir tarihsel durum olarak politik bir bağlama veya başka herhangi bir bağlama ne kadar yerleştirilmeye çalışılsa çalışılsın her şey anlamsız kalıyor.

İD, Ortadoğu’daki geniş siyasi yelpazenin içinde bir ölçüde yabancı kalmış bir hareket değildir yalnızca, aynı zamanda batılı bir olgudur. Bu hareket, batının bölgedeki yeni sömürgeci maceralarının, Müslüman toplumların yabancılaştırılması ve şeytanlaştırılmasıyla birleşerek ortaya çıkarttığı korkunç bir sonuçtur.

Birçok komplo teorisinin inatla savunduğu gibi, ‘Batılı olgu’ diyerek İD’nin Batılı istihbarat servislerinin bir ürünü olduğunu kast ettiğim zannedilmesin. Tabii ki, fonlar, silahlar, karaborsa petrol ticareti ve son yıllarda binlerce Batılı ve Arap savaşçının Suriye ve Irak’a kolaylıkla erişmeyi başarabilmesi gibi konularda bazı sorular sormak gayet meşrudur. Dört yıldır süren Suriye iç savaşında Esad rejiminin, ordusunun ve müttefiklerinin işlediği suçlar ve en önemli öncelik olarak Şam’da bir rejim değişikliği gerçekleştirmek için duyulan tatmin edilemez iştah, Esad karşıtı güçlerin özenti Cihatçılar olarak çoğalmasını belki cesaretlendirmedi ama meşrulaştırdı.

Türkiye Dışişleri bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun yaptığı son açıklama durumu açığa vuruyordu. Açıklama, IŞID karşıtı koalisyona dahil olan bir ülkenin –tahminen Kanada– istihbarat servisinde çalışan ve iddialara göre üç İngiliz kadınının İD’ye katılmasına yardım eden bir ajanın tutuklanması ile ilgiliydi. Suçlama, İD’yi Ortadoğu bağlamından ziyade Batılı bir bağlama yerleştiriyor.

Yine de çok şaşırtıcı olmasa da merak uyandıran şey tek başına bu komplo teorisi değil, İD ile Batı arasında her şeye rağmen devam eden ve dolaylı yollarla kurulan görüşmeler oluyor. Bu görüşmelerde bir yanda Fransız, Britanyalı ve Avustralyalı sözde “Cihatçılar”, onların destekçileri ve sempatizanları, diğer yanda da çeşitli Batılı devletler, istihbarat servisleri, sağ görüşlü medya şahsiyetleri var.

Bir zamanlar “Arap Baharı” tarafından, mezhepçi ayrımlar ve karşı devrimler tarafından tüketilmiş bir hikâyeye yerleştirilmiş bu söylemin büyük bir kısmı, şimdi Ortadoğu ile çok az ilgisi olan başka bir alana aktarıldı. Muhammet Emvazi’nin“ Cihatçı John’a” dönüşümü hakkında düşünülenleri bir kenara bırakırsak, bu tartışma garip bir şekilde jeopolitik bağlamdan kopartılmış durumda. “Cihatçı John” örneğinde mesele, yabancılaştırma, ırkçılık, ekonomik ve kültürel marjinalleştirme ile ilgili bir Britanya meselesidir; tıpkı Charlie Hebdo olayında olduğu gibi “Fransa’da doğan, büyüyen ve radikalleşen” saldırganların temelde bir Fransız sorunu olduğu gibi. Her ikisi de aynı sosyo-ekonomik fay hatlarıyla ilgilidir.

İD’nin yükselişi hakkında sunulan geleneksel analiz artık yeterli değildir. Hareketi Ekim 2006’ya, Irak İslam Devleti’nin El Kaide gibi bir çok grubu dahil ederek kurulduğu zamana dayandırmak tartışma için bir başlangıç noktası oluşturur. Bu hareket Irak Devleti’nin ve ordusunun işgal güçleri tarafından parçalanmasına dayanır. Sadece Irak Arap Cumhuriyeti’nin 11 Mayıs 2003’ten 28 Haziran 2004’e kadar III. Lewis Paul Bremer tarafından yönetilmiş olması bile ülkenin kimliğinde onarılamaz bir kırılma yaşandığını anlatmak için yeterlidir. Bremer’in ve Amerika ordusunun Irak’taki mezhepçi hassasiyetleri manipüle etmesi ve bu manipülasyona ek olarak koca bir ordunun evlerine gönderilmesiyle oluşturulmuş muazzam bir güvenlik vakumu birçok grubun, yerel direniş hareketlerinin ve Irak’a sığınan diğer yabancı örgütlerinortaya çıkmasına sebep oldu. 

Ayrıca ‘cihatçılığın’ yükselmesini açıklama çabalarında bilerek göz ardı edilen şey ABD’nin ve İran’ın tam desteğini alan Bağdat’taki bulunan Şii yönetimi ve tüm Irak’a yayılmış milis kuvvetlerin şaşırtıcı zalimliğidir. ABD ile savaş (1990-1), abluka (1991 - 2003), istila (2003) ve bunları takip eden Irak işgali tüm bir kuşağı radikalleşmek için yeterli olmadıysa  gaddarlık, marjinalleştirme ve Irak savaşı sonrasında Iraklı Sunilerin sürekli hedef gösterilmesi radikalleştirmeyi kesinlikle tamamlamıştır.

İD hakkında ana akım medyanın anlatısı daha çok çeşitli gruplar arasındaki siyasete, ayrılmalara ve birleşmelere odaklanıp, bu grupların varoluş nedenlerini görmezden geliyor.

Suriye İç Savaşı,  başkenti Irak’taki Bakuba kenti olan Irak İslam Devleti’nin yürüttüğü başarılı yayılma politikası için başka bir fırsattı. Irak İslam Devleti, El Nusra cephesinin kuruluşunda önemli rolü olan Ebu Bekir el Bağdadi tarafından yönetiliyordu. El Bağdadi ve El Nusra’nın lideri Muhammet el Golani arasında yaşanan, o çok üzerinde durulan ayrılık İD’nin kanlı bir şekilde iktidara gelmesi ve Irak İslam Devleti’nin IŞİD’e evrilmesinde son aşama olarak değerlendirilmektedir. Ondan sonra da şu anda adlandırıldığı gibi İslam Devleti, ya da İD olarak adlandırılmaya başlandı.

Bu bölünmenin ardından, “El Nusra cephesindeki unsurların yaklaşık % 65’inin hemen IŞİD’e bağlılık yemini ettiği tahmin edilmektedir. ile işbirliği kurulacağı beyan edilmişti. Bunların çoğu Suriyeli olmayan cihatçılardan oluşuyordu.” diye bildiriyor Lübnan’da yayınlanan El Safir gazetesi.

Militanların siyaset pratikleri bir yana, yıkıcı ve oldukça örgütlü olan bu yapılar boşlukta ortaya çıkmamıştı, ayrıca onlara para ve silah yardımında bulunan ve onları ayakta tutan mevcut platformlardan da bağımsız çalışmıyordu. Örneğin, İD’nin petrol kaynaklarına ulaşabiliyor olması onun servete erişmesini açıklamaz. Var olan ekonomik modlardan kaynak sağlaması için, İD’nin karmaşık ekonomik araçlardan istifade etmesi gerekiyordu ve bu araçlar diğer ülkeleri, bölgesel ve uluslararası piyasaları kapsıyordu. Yani İD, varoluşuna yatırımda bulunanlar sayesinde ve İD karşıtı koalisyonun bu gerçekle yüzleşmek için hiç bir şey yapmaması yüzünden ayakta kalıyor.

Özellikle ilginç bulduğum nokta tartışmanın odağının sürekli değişmesi: Başta odak noktası Suriye ve Irak iken daha sonra Ortadoğu’dan ve Ortadoğu’nun politik tartışmaları ve önceliklerinden sıyrılmış görülen batı tarzlı şeriatçılara ilişkin batı-merkezli bir tartışmaya doğru kaymıştır.

Geçen Eylül’de yayınlanan ve yüzün üstünde Müslüman akademisyen tarafından imzalanan mektupta, İslam dünyasından ilahiyatçılar ve din adamları İD’yi tanımadıklarını ve onun kana susamış hırslarını İslam inancına ters bulduklarını beyan ettiler. Aslında, İD’nin savaş taktikleri İslami savaş kurallarının tam tersidir ve bu taktikler, başarılı kariyerlerini İslam’a saldırarak kuran ve Müslümanlara karşı duyulan irrasyonel korku üzerine temellenen politikaları destekleyenler için Tanrı’nın bir lütfu olarak değerlendirilmiştir. Ama asıl ilginç olan, mektubun Arapça versiyonunda yapılmış olan bir vurgudur: İD yasal İslami kuralları ve fetvaları dile getirmek için yeterli derecede Arapçaya hâkim değildir.

Mektup, İD’nin İslam’ın bölgede pek de yaygın olmayan bir şekilde, yanlış bilinmesinden kaynaklanan entelektüel kibrine böylece karşı koyuyor. Birçok masum insanın öldürülmesi ve köleliğin yeniden yasallaştırılması gibi –bu yasa, batılı entelektüel camiada pek çok islamafobik şahsiyeti memnun etmiştir– birçok vahşi suça neden olmuş olan bu entelektüel kibir, Ortadoğu’nun dışında farklı bir kültürel ve politik bağlama oturtulabilir.

11 Eylül saldırılarından sonra İslam tartışmaları alevlenmiştir. Bunun bir nedeni saldırılar yüzünden Müslümanların suçlanmış olmasıydı. Bu, politikacıların gündemi değiştirmelerini ve tartışmayı belirli bir dine ve “uygarlık çatışması” gibi görünen bir noktaya çekmelerini sağladı.  Her ne kadar batılı liderler ABD’nin Müslüman ülkelere açtığı savaşın İslam’a karşı yapılan bir savaş olmadığını söyleseler de İslam dini entelektüel bağlamın merkezine oturmuştur. George W. Bush tarafından ilan edilen ve 2001’de Afganistan’a atılan ilk bomba ile başlayan askeri “haçlı seferi” bu entelektüel tartışmalar ile birleşmiştir.

Kurulan bu söylem, basit bir değinmenin çok ötesinde bir iddia içermektedir ve İD’nin hikâyesi için oldukça gereklidir. Bu söylem birçok düşünce ekolünü kapsar, örneğin İD’yi bir avuç “aşırılık yanlısı” ile özdeşleştirmek için bu söylemi kullanılan yeni nesil Müslüman “liberaller” gibi. Fakat sözde cihatçılar ve onları savunanlar dışında İslam hakkında  Müslümanların yönlendirdiği tarafsız Müslüman akademisyenlerin yürüttüğü gerçek bir tartışmanın olmaması önemli bir eksiklik.

Entelektüel boşluk göründüğünden daha da tehlikelidir. Savaş Ortadoğu’da sürerken söylemin gittikçe daha çok manipüle edildiği ve batılı bir söylem haline dönüştüğüne kuşku yok. İşte bu yüzden İD kendi arasında İngilizce konuşuyor çünkü otantik batı aksanları ile kullandığı dil, batılı yöntemler ve mesajlar, hatta turuncu renkli rehine tulumları, başka bir sosyopolitik ve kültürel bağlama yerleşmektedir.

Ramzy Baroud uluslararası birçok gazetede yarıları yayınlanan bir köşe yazarı, medya danışmanı, birçok kitabın yazarı ve PalestineChronicle.com’un kurucusudur. Exeter Üniversitesi’nde doktorasını yapmaktadır. En son kitabı Londra’da Pluto Press’ten çıkan My Father Was a Freedom Fighter: Gaza’s Untold Story [Babam Bir Özgürlük Savaşçısıydı: Gazze’nin Anlatılmayan Hikayesi]’dir.