ABD Temsilciler Meclisi’nin, Ermeni Soykırımı’nın tanınmasına dair yasa tasarısını kabul etmesi ve hemen ardından İsveç Parlamentosu’nun Ermeni Soykırımı’nı tanıması, Türkiye’de geniş yankı buldu. Bazı ‘sol kesimler’ ve inkâr söyleminin yürütücüleri, emperyalistlerin/Batı’nın, 1915 meselesini, Türkiye’yi sıkıştırmak için gündeme getirdiğini iddia ederek, soykırım tasarılarının kabul edilmesini ‘ulusal kaygılar’la eleştirdiler. Devlet ricalinden ise daha sert açıklamalar geldi; tasarıların başka ülkelerin meclislerinde de gündeme gelmemesi için bazı önlemler alabileceklerini dile getirdiler. Başbakan, “Bana ‘Müslümanlar soykırım yaptı’ dedirtemezsiniz”, “Soykırım iddiasını reddediyoruz çünkü atalarımız soykırım yapmış olamazlar” gibi demeçler verdi; ardından, Türkiye’de zor koşullarda çalışan Ermenistanlı göçmenleri yeni bir ‘tehcir’ ile tehdit etti. Ermeni Soykırımı konusunda ‘toptan inkâr’ anlayışı devlet ricali tarafından devam ettirilirken, resmi tarihçiler de medyada boy göstererek, 1915’te yaşananların soykırım olmadığını anlatmaya çalıştılar.

Roger W. Smith, ‘Ermeni Soykırımının İnkârı’ başlıklı makalesinde (1991), inkâr politikalarının “esnek, fırsatçı ve sürekli değişen taktiklerle” şekillendiğini belirtir. Smith’in bu tespiti, Türkiye’de, 1915’e ilişkin resmi tarih söyleminin son 40 yıl içinde yaptığı çeşitli manevraları anlamlandırmamıza olanak sağlıyor: 1915, önce, “Türkler soykırım yapmadı, asıl Ermeniler Türkleri kesti” şeklinde anlatılmaya çalışıldı, devlet arşivleri tarafından ‘Ermenilerin yaptığı katliamlar’ı anlatan kitaplar basıldı. Ardından, ‘mukatele’ (karşılıklı boğazlaşma, birbirini öldürme) söylemi öne çıktı. Son dönemde ise, 1915’in bir trajedi olduğu söylenmeye başladı; resmi tarihin yeni söylemine göre “1915, iki halk için de büyük bir trajediydi.”

Öte yandan, 1915’i devletin resmi görüşlerinden bağımsız olarak ele alan birçok araştırmacı, Ermeni Soykırımı’nı objektif kriterlerle değerlendirerek alternatif bir tarihin mümkün olduğunu gösterdiler. Bu çalışmalarda, meselenin tarihsel, politik ve sosyolojik arkaplanı ele alınarak, Osmanlı hükümetinin Ermenilere karşı nasıl bir imha politikası yürüttüğü anlatılmaya çalışıldı. Son zamanlarda ise, 1915’in ‘siyasi’ hikâyesinin yanı sıra, ‘insani’ yönleri de işlenmeye başladı. Özellikle, 1915 sonrasında Müslümanlaştırılan Ermeni yetimlerin yaşadıkları acılar ve onların anlatıları, torunları aracılığıyla görünür ve duyulur oldu.

Ancak, 1915’in ‘insani’ yönünü öne çıkaran çalışmalar da, bazı açmazlar barındırabiliyor. Elif Kalaycıoğlu, Agos Kitap/Kirk’in 17. sayısında (Mart 2010) yayımlanan yazısında, Torunlar (Metis Yay., 2010) adlı kitabı değerlendirirken, kitapta torunların ağzından aktarılanların, “suskunluk katmanlarının altından çıkan hikâyelerin ne anlama geldiğini cevaplamaktan uzak” olduğunu belirtiyor.

‘İnsani’ Bir Çaba: Ninelerimizin Komşuları

Geçtiğimiz Aralık ayında yayımlanan, sekiz kişilik bir ekibin hazırladığı Ninelerimizin Komşuları: Türk-Ermeni İlişkilerinin Barışçı Yönleri adlı kitap da, Elif Kalaycıoğlu’nun dile getirdiği kaygının yersiz olmadığını gösteriyor.

Ninelerimizin Komşuları, TÜBİTAK tarafından desteklenen, ‘Türk-Ermeni İlişkilerinin Barışçıl Yönleri: Tokat, Amasya, Sivas ve Kayseri Örnekleri’ başlıklı bir çalışmanın bir kısmının kitaplaştırılmış hali. Yazarlardan Zekeriya Başkal ve Niyazi Özdemir, Agos’a verdikleri röportajda (26 Şubat 2010), bu dört şehri, tehcirden kısmen muaf tutulmuş olmaları, halen bu şehirlerde yaşayan Ermenilerin olması, bu bölgeden ayrılan Ermenilerin memleketleriyle bağlarını koparmamış olmaları nedeniyle seçtiklerini belirtiyorlar. Kitap üç kısımdan oluşuyor. ‘Sözlü Kaynaklar’ başlıklı birinci kısımda, söz konusu şehirlerde yaşayan ya da daha önce yaşamış olan Ermeniler ve Türklerle yapılan görüşmelerin metinleri bulunuyor. Kitapta, görüşmeleri yapan kişilerin sorduğu sorular aktarılmıyor; dolayısıyla, bu sözlü tarih çalışmasında yazarların ne tür sorular sordukları, sorularda herhangi bir yönlendirme olup olmadığı anlaşılmıyor. Kitabın ikinci kısmında, ‘Hoşgörü ve Birlikte Yaşam’ başlığı altında, Sivas vilayetinden, 19. yüzyıla ait kadı sicillerinin transkripsiyonları bulunuyor. O dönemde Türklerle Ermeniler arasında yaşanan sorunlara, cizye vergisiyle ilgili şikâyetlere ve Osmanlı yönetiminin ürettiği çözümlere dair veriler içeren bu belgeler, yazarlar tarafından herhangi bir şekilde yorumlanmadan, ‘oldukları gibi’ sunuluyor. Dolayısıyla, Ermenilerin ve Türklerin gündelik yaşam pratiklerine ilişkin bu verilerin, başlığın ima ettiği ‘hoşgörü içinde birlikte yaşam’ çerçevesini tam olarak nasıl oluşturduğu sorusu cevapsız kalıyor. Yani, resmi tarihçilerin tarih anlayışına damga vuran “Belgeler her şeyi ortaya koyar; yorum yapmak gereksizdir” düşüncesi, bu kitapta da karşımıza çıkıyor. Kitabın ‘Hikâyeler’ başlıklı son kısmında ise, bazı Ermeni yazarların –çoğu Aras Yayınları tarafından yayımlanmış olan– anıları ve hikâyeleri yer alıyor.

Türk-Ermeni ilişkileri konusundaki çalışmaların ağırlıklı olarak suç, suçlama ya da suçlu arama gibi temalara yoğunlaştığını belirten yazarlara göre, bu projede, “barışın ve ortak yaşamın izleri” sürülüyor ve “madalyonun gölgede kalan olumlu yüzüne ışık tutmaya” çalışılıyor. “Çok uzun yıllar birlikte yaşamış, dost olmuş, iş ortaklığı ve komşuluk yapmış bu iki halka ne oldu da birbirlerinin boğazına sarıldı?” diye soran proje ekibi, bu sorunun cevabını da okuyucuya bırakmayı tercih ediyor.

Birlikte Yaşamak?

Kitapta en çok öne çıkan temalar ‘bin yıldır yaşanan birliktelik’, ‘ortak kurulan işler’, ‘komşuluk’ ve ‘kardeşlik’. Projenin yürütücülerinden Zekeriya Başkal ve Niyazi Özdemir, Zaman ve Agos gazetelerine verdikleri röportajlarda da, kitabın amaçlarını bu temalarla açıklıyorlar. Yazarlar, 1850 tarihini dönüm noktası olarak belirliyor, ve 19. yüzyılın ortasına kadar, Ermeniler ve Türklerin birlikte, sorunsuz bir yaşam sürdürdüklerini belirtiyorlar. İki halkın, bu ‘dönüm noktasından önce nasıl ‘yakın’ ilişkiler içinde olduğunu, Özdemir şöyle anlatıyor: “Ermeniler ayrı mahallelerde oturmuyorlar. Mesela Rumların ayrı mahallesi var. Yahudilerin ayrı mahallesi var. Ama Ermenilerle Türkler karışık oturuyorlar. Bir getto falan değiller yani. Bu da yakınlığın bir işareti. Birbirleriyle öyle iç içe geçmişler ki.” (Zaman, 30 Eylül 2009) Kitapta yer verilen görüşmelerde de, bu tezi destekleyen ifadeler yer alıyor:

“Biz beraber bir millet gibi yaşardık. Ve bize karşı hürmetli saygılıydılar. Biz de onları ayırt etmezdik” (Burhanettin Tuzcuoğlu, s. 116); “Böyle yaşadık iç içe. Çocuklarımızı teslim ettik birbirimize. Daha bundan ilerisi var mı? Canından kopan bir parçayı götürüyorsun Ermeni diye oraya bırakıyorsun ama aklına bir şey gelmiyor, hiçbir kötülük.” (Sevim Termeli, s. 63)
Yazarların ve görüşme yapılan kişilerin, geçmişi anlatırken başvurdukları ‘birlikte yaşamak’ söylemi, projenin yürütücülerinin iddia ettiğinin aksine, yeni bir söylem değil. Yazarlar, Yusuf Halaçoğlu’nun çalışmalarına şöyle bir göz atmış olsalardı, resmi tarih söyleminin, iki halkın ‘birlikte yaşamışlığı’nı reddetmediğini görebilirlerdi. ‘Ermeni meselesi’ni araştıranların ortaklaştığı temel noktalardan biri de, Osmanlı İmparatorluğu’nun erken dönemlerinde, Ermenilerin, ‘Osmanlı hoşgörüsü’ altında, kısmi olarak, Müslüman unsurlarla birlikte yaşadığıdır. Ancak bu durum, söz konusu ‘birlikteliğin’ sorunsuz olmadığı gerçeğini değiştirmiyor. ‘Nasıl bir beraber yaşama?’ sorusu cevaplanmaya çalışıldığında ilk göze çarpan şey, Müslümanlarla gayrimüslim tebaa arasındaki hiyerarşik ilişkidir. Söz konusu ‘ortak yaşam’da, hukuki sözleşmeler belirleyici bir rol oynar. Kitabın yazarları, Sivas’ta yaşayan Ermenilerin, hukuken, gayrimüslim olmalarından kaynaklanan herhangi bir ayrımcılığa uğramadıklarını göstermeye çalışırken, bazı soruları sormaktan kaçınıyorlar. Örneğin, Ermenilerin Müslüman olmadıkları için vermek zorunda oldukları cizye vergisine değinirken, bu verginin varlığını sorgulamayıp, Osmanlı Devleti’nin bu vergiyi ödeyemeyecek durumda olan Ermenilere, vergiden indirim yaptığını belirtmekle yetiniyorlar. Bu tür örnekler, aslında, söz konusu ‘birlikte yaşam’ pratiğinin sınırlarına işaret ediyor. Özellikle 19. yüzyıl öncesinde, Osmanlı Devleti’nin hiyerarşik toplumsal yapısı içinde Müslümanların egemen ve baskın unsur oldukları, ve kıyafetten dini özgürlüğe kadar pek çok alanda hem hukuken, hem de gündelik yaşam pratiklerinde, Müslümanlarla gayrimüslimler arasında ciddi eşitsizlikler olduğu, artık bir sır değil.

Kürt meselesi, Ermeni meselesi gündeme geldiğinde bin yıllık kardeşlikten, bir arada sorunsuz yaşamaktan bahsedenler, söz konusu ilişkinin üzerine kurulu olduğu eşitsizliği gözden kaçırmayı tercih ediyor. ‘Birlikte yaşama’ söyleminin sıklıkla başvurduğu ‘kardeşlik’ teması da, bu eşitsizliğin üzerini kapatmak amacıyla kullanılıyor.

Kitaptaki görüşme metinlerinin satır aralarında da bu tavrı görüyoruz. Bu ‘birlikte yaşama’ söylemi, yaşadığı yerde kilise olmadığı için İstanbul’a göçmek zorunda kalan ‘Ermeni komşular’ın; çocuğu polis, bürokrat olmak istediğinde ona ne diyeceğini bilemeyen Ermeni babaların; yaşadıkları yerde din görevlileri olmayan, cenaze kaldırabilmek için İstanbul’dan gelecek papazı bekleyen Ermenilerin durumunu nasıl açıklayabilir?

İnkârın Yeni Manevraları

Kitap, resmi tarihin yıllardır önümüze sürdüğü ‘birlikte yaşam ve kardeşlik’ söylemini yeniden üretirken, “Peki, neden iki halk birbirinin boğazına sarıldı?” sorusuna getirdiği yanıtlarla da, inkârın dilini sürdürüyor. Kitapta, 1850 yılının bir dönüm noktası olarak alındığını belirtmiştik. Peki, 1850’den sonra olan neydi? Zekeriya Başkal’a göre, Batılıların müdahalesiyle kardeşlik bozuldu:

“Problemi Amerika’ya, ya da batılı ülkelere attığınız zaman sizin herhangi bir sorumluluğunuz kalmıyor. Ama birazcık şu da var. Tarih okumuş ya da Ermenilerin ve Türklerin bu coğrafyada tarihini bilen insanlar şunu da görüyorlar aslında ‘Ben bu konuda çok düşündüm’ diyor. 10., 11., 12. yüzyılda karşılaşmış Türklerle Ermeniler. 1850’lilere kadar bizim bildiğimiz, tarihçilerin ortaya koyduğu ciddi bir problem yok. 1850’den sonra problem başlıyor. 1850’den sonra Osmanlı coğrafyasında en çok olan şeylerden biri ne? Batılıların müdahalesi.” (Agos, 26 Şubat, 2010).

Niyazi Özdemir de, bu soruya yanıt vermeye çalışırken, tarih bilgisinin ve tarihsel bir olayı yorumlama kabiliyetinin sınırlarını çiziyor:

“Proje sürecindeki okumalarımda bir şeyin farkına vardım, sanki tehcir Türklerin değil, özellikle Fransız, İngiliz ve Rusların tezgâhladığı bilinçli bir süreç. Bu da Osmanlı’yı zayıflatmanın en önemli yollarından biri gibi gözüküyor onlar için. İngilizler Osmanlı’ya makine satıyorlar. İkinci parti malı satamıyorlar. Yedek parça da satamıyorlar. Bunun için bir araştırma yaptırıyor İngiliz firması. Bakıyorlar ki Ermeniler anında taklit ediyor makineyi de, parçasını da. Osmanlı büyük bir pazar ama mal satamıyorlar. Fransızlar da aynı, İngilizler öyle. Rusların da başka dertleri var mesela. Bu Osmanlı toplumunu çökertmenin en önemli unsurlarından biri onlar için.” (Zaman, 30 Eylül 2009).

Bu yanıtlarda, resmi tarihin en önemli iddialarından birinin yeniden üretilip önümüze sürüldüğünü görmek zor değil. Bununla da kalınmıyor, özellikle Ermenilere ve Türklere de danışılarak, sorunun kaynağı olarak bizzat Ermenilere işaret ediliyor, yeni bir manevra ile... Eski söylemde Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Ermeniler ağırlıklı olarak Batı’nın kışkırtmalarına kandıkları için suçluydu; şimdiki manevrada ise, suçlu ‘yabancı Ermeniler’. Görüşme yapılan kişilerden Halis Saruhan’ın ‘ellik Ermenilere ilişkin olarak söyledikleri, bu varsayımı doğrulamak için kullanılıyor: “Ellik Ermeniler Rusya’dan, Ermenistan’dan gelip İstiklâl Savaşı’ndan evvel dünya savaşından evvel, bunlar gelip Erzurum’u Kars’ın kellesini çok zarar vermişler. Bunlar da Türk’ün içinde yaşayan Ermeniler de onlarla beraber olmuşlardır, onlar da zarar vermeye başlamışlardır. Yani evet onlar dışardan gelenler ellik Ermenileri en çok da bunlar Ermenistan’dan geliyor Rusya’dan. Bu ne kadar söylesen insanlık işte o kadar.” (s. 46)

Bu anlatıyı, Niyazi Özdemir şöyle yorumluyor: “Bu bölgede, ‘ellik Ermeni’, dışarıdan gelen, yabancı Ermeni demek. Sivaslı bir Ermeni, ‘Biz bunu bir küfür, aşağılama ifadesi olarak kullanırdık’ diyor. Çatışmayı üreten, komşular değildi. Tabanda bu tür şeyler yok, bunu hâlâ görüyorsunuz. İki toplumu ayıran, onların da anladığı kadarıyla, emperyalist birtakım güçlerin planları. Onlar tarafından da bu dile getiriliyor.” (Agos, 26 Şubat, 2010)

‘Birlikte Yaşam’ı Kim Bozdu?

Önce birlikte yaşam, onun ardından birlikte yaşamı bozanlar...

1850’den sonra gerçekten ne oldu? Resmi tarihin iddia ettiği gibi Batılıların müdahalesi, dışarıdan gelen Ermeniler, Ermeni örgütlerin iki halk arasına soktukları ‘nifak tohumları’, asıl olanı açıklamaya yetiyor mu? Yoksa, 1850’den sonra olanlar, sorunsuz olduğu iddia edilen birlikte yaşam pratiğindeki eşitsizliğin yıkılmaya çalışılmasına mı işaret ediyor? Tanzimat ve Islahat fermanlarıyla başlayan, Müslümanlarla gayrimüslimlerin eşitliğini sağlamayı, iki halk arasındaki birlikte yaşamı hukuki, yasal sözleşmelerle eşitlik zeminine taşımayı amaçlayan sürecin kendisi değil mi yaşanan gerginliklerin sebebi? Söz konusu olan, egemen unsurun, aşağıda olan ‘öteki’yle eşit olmak istememesi olabilir mi? ‘Birlikte yaşam’ın büyük ölçüde bir kurgudan ibaret olduğu, tam da, ‘öteki’ olanın, aynı mekânı paylaştığı egemen olana “Ben de varım ve seninle eşitim” dediği anda ortaya çıkıyor. ‘Kardeşlik’ söylemi, gerçek bir eşitliğe değil, aksine, söz konusu ‘birlikte yaşam’ın barındırdığı eşitsizliğe işaret ediyor: “Ermeniler, Rumlar kardeşlerimizdir” türünden ifadeler, bir eşitliğe vurgu yapıyor gibi görünse de, geleneksel ağabey-kardeş ilişkisindeki hiyerarşiyi temel alıyor: Ağabeyinin sözünü dinlemeyen, ona itaat etmeyen, hele hele ona sadakat göstermeyen kardeş, cezayı hak eder... Ağabey ise, ne yaparsa yapsın, her zaman haklıdır...

İnkâr söylemi, geçmişe methiyeler düzerek, geçmişi romantize ederek kendini yeniden üretmeye çalışırken asıl niyetini saklayamıyor; iki halk arasındaki ilişkilerin ‘insani’, ‘barışçıl’ yönlerine vurgu yaparken, ağzındaki baklayı çıkarıveriyor:

“Bütün bu süreç sonunda şunu biz daha canlı bir şekilde gördük ki Türk İslam kültürü hem asimile etmeye, hem de soykırıma müsait değil.” (Zaman, 30 Eylül, 2009)

KİTABIN KÜNYESİ:
Ninelerimizin Komşuları:
Türk-Ermeni İlişkilerinin Barışçı Yönleri

yay. haz. Zekeriya Başkal, Niyazi Özdemir, Mehmet Mercan, Mehmet Beşirli,
Hanifi Vural, Süleyman Demirci, Turan Karataş, Sedat Laçiner
Liberte Yayınları, Aralık 2009, 339 s.