1937 yılında sosyolog Robert S. Lynd Knowledge for What? [Bilgi Kimin İçin?] adında, çok değerli küçük bir kitap yazmıştı. Akademik çalışmaların günün problemleri karşısındaki ilgisizliğini eleştiriyordu. Kitap 27 yıl sonra yeniden yayımlandı. Bu arada dünya Auschwitz, Hiroşima, Birmingham [Alabama] felaketlerini yaşadı ve akademik dünyaya karşı o kitaptaki suçlamalar bugün de geçerliliğini harfi harfine koruyor. Toplum bilimcilerin büyük bir çoğunluğu dünyanın acil sorunları üzerinde hala odaklanmıyorlar. Evet, bu sorunlar hakkında veri biriktiriyorlar, fakat çözüm önermekten genellikle uzak duruyorlar, çünkü tam da bu noktada anlaşmazlıklar ortaya çıkıyor. Derken akademik metinler bir tarafta, toplumsal belalar diğer tarafta ayrı kümeler halinde birbirine paralel olarak yükseldikçe yükseliyor; bu mükemmel Euclidyen çizgiler acaba bir gün kesişirler mi diye kaygıyla beklemekten kendimizi alamıyoruz.

Bu kısa makalede ben, en azından güç kullanımı üzerine bir tartışma başlatmak istiyorum. Bunu akademik bir alıştırma olarak yapmak niyetinde değilim; etrafımızda gördüklerimizle, duyduklarımızla alakalı bir tartışma açmak istiyorum. Bugünlerde daha ziyade, sokaklardaki kalabalıkların sesini duyuyoruz.

Bir toplumun sağlığının, insanların beklentileriyle o beklentilerin karşılanması arasındaki dengeye bağlı olduğunu zannediyorum. Doğu’da Gautama’nın Budizmi ve Batı’da Epictetus’un Stoacılığı, her ikisinin de mutluluk yolu olarak önerdikleri teslimiyet, basit teknolojinin sınırlı imkânlarıyla uyumluydu. Günümüzde bilimin momentumu dünya ölçeğinde, doyurulması mümkün olan talep dalgaları yarattı. Tevekkül ve teslimiyet artık geçerli değil ve her yerde duyulan değişim patırtısı, öfkeyle ifade ediliyor da olsa, gayet anlaşılır.

Toplumsal kurumlarımızın değişmesi gerektiği artık tartışma götürmez bir gerçek. Tarihte bundan önce, tüm dünya genelinde hedefler üzerinde bu derece uzlaşılan başka bir dönem olmamıştı; bu hedeflere ulaşmak için başvurulan yöntemler bu derece çeşitlilik göstermemişti. Pek çok insan dünyanın her yerinde savaşları, emperyalizmi, ırkçılığı, yoksulluğu, hastalıkları ve despotluğu sonlandırmak istedikleri konusunda anlaşıyorlar. Anlaşamadıkları husus şu: Acaba bu beklentiler milliyetçiliğin, temsili demokrasi ve kâr sisteminin geçmiş çerçevesi içinde karşılanabilir mi? Bu beklentileri karşılayabilmek için ne kadar şiddet gerekiyor? Hepimizin istediği dünyayı elde edebilmek için ne kadar acı çekmeliyiz?

Kurumsal değişimi gerçekleştirebilmenin bildiğimiz üç yolu var: Savaş, devrim ve tedrici reform. Savaşı dışarıdan şiddet olarak, devrimi de içeriden şiddet olarak tanımlayabiliriz. Reformu ise ertelenmiş şiddet olarak tarif edebiliriz. Her üçünü de 20. Yüzyıl’ın ortalarındaki yeni tecrübenin ışığında değerlendirmek istiyorum.

Değişim her zaman bir altüst oluştur ve toplumsal maliyetler barındırır. O halde insanlığın sorunu en düşük maliyetle en yüksek arzulanır değişimi nasıl gerçekleştirebileceğidir. Savaş en iyi şartlarda, bu soruya verilen gelişigüzel bir cevap olmuştur. Çünkü savaş dürtüsü toplumsal sonuçlarına bakmaksızın insanları öldürür En büyük kötülüklere karşı verilen o savaşlar dahi (zenci köleliğine karşı verilen Amerikan İç Savaşı, küresel köleliğe karşı verilen İkinci Dünya Savaşı) ilk aşamada milliyetçi bayrak gösterilerini sonrasın da Dresden ve Hiroşima’nın bombalanması gibi gereksiz vahşetleri getirmiştir. Daha kötü şartlarda savaş, tanımlanabilir bir toplumsal amaçtan, bir özürden dahi yoksun kitlesel katliam olmuştur. Truva Savaşı bunun ilk ve klasik örneğidir; budalalık unsuru varlığını her savaşta değişen oranlarda korumuştur.

Hidrojen bombası icat olana kadar savaşın maliyetlerini ve sonuçlarını tartmak hala mümkündü. Fakat artık teraziyi bir tarafa koyabiliriz çünkü her rasyonel ve insani kişi şunu açıkça görecektir ki atom savaşının sonuçlarına değecek hiçbir toprak parçası (ne Berlin, ne Vietnam ne de Macaristan) ne de insan tarafından yürürlüğe konmuş hiçbir toplumsal sistem (sosyalizm, kapitalizm veya her neyse) yoktur. Eğer savaş şimdiye kadar cebir yoluyla toplumsal gelişmenin bir yöntemi olmuşsa bile, günümüzde savaşların sınır tanımayan boyutları, onu toplumsal değişimin savunulur bir yöntemi olmaktan ilelebet çıkarmıştır. Chicago Üniversitesi’nden John U. Nef, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından yazdığı War and Human Progress [Savaş ve İnsanın Gelişimi] adlı kitabında şunları söylüyor:

Savaşı mazur gösterebilecek tek gerekçe savunmaya değer bir kültürün varlığıdır. Modern dünya devletlerine baktığımızda ise, bazıları körpe medeniyet kavramlarını temsil ettiklerini iddia etseler bile, temin ettikleri maddi konforun ötesinde savunabilecekleri şeylerin giderek azaldığını görüyoruz. Yeni silahlar savunma amaçlı savaşları tamamen anlamsızlaştırdı. Halklar, diğerlerini yok etmek seçeneği dışında kendilerini savunabilecekleri araçlardan yoksun bırakıldılar ve savaş halinde yok oluşun karşılıklı gerçekleşmesi neredeyse kesin.

Devrim hakkında ne demeli? Bu durumda başarı ve maliyet dengesi o derece gelişigüzel değil, fakat yine de rasyonel olmaktan çok uzak. Modern zamanların dört büyük devriminin (Amerikan, Fransız, Rus ve Çin devrimleri) yarattığı toplumsal gelişim yönündeki ilerleyişin (zikzaklı olsa da) en nihayetinde bu amaçları yerine getirmek için gereken görece küçük şiddeti haklı kıldığını düşünüyorum. Fakat bugün devrimlere hala toplumsal değişimin temel aracı olarak bakabilir miyiz? Devrimi büyük değişimleri görece küçük maliyetle yerine getirecek faydalı bir araç olarak görebilir miyiz?

Bazı istisnai durumlarda evet. Fakat genel bir kural olarak bana öyle görünüyor ki, çağdaş dünyanın koşulları eski manadaki devrimlerin olabilirliğini ortada kaldırdı. Bunun çeşitli nedenleri var: Birincisi, hükmeden seçkinlerin elindeki silahların gücü, halk ayaklanmalarını (arkalarındaki destek ne kadar büyük olursa olsun) sonucu belirsiz bir girişime dönüştürüyor. İkincisi, ve muhtemelen daha önemlisi, devrimler de tıpkı savaşlar gibi artık kontrol altına alınamıyor. Neredeyse her defasında bir veya daha fazla büyük devlet işin içine giriyor; ya bir dış güç tarafından eziliyor (Macaristan ayaklanması gibi) veya kitlesel bir katliamla karşılanana dek sürüncemede kalıyor (Vietnam ayaklanmasının önce Fransız sonra Amerikan müdahalesiyle karşılanması ve Kongo ayaklanmasının Belçika ve diğer uluslararası güçler tarafından ezilmesi gibi). Küba devrimi özel bir durumdur. Yaşayabilmesinin nedeni sahneye bir değil, iki büyük süper gücün çıkmış olmasıdır. Bu başarının ardında dahi çağdaş dünyada devrimin yol açtığı tehlikeleri görebiliriz: Küba füze krizinin küresel bir felaketin eşiğinden döndüğünü unutmayalım.

Kaçınılmaz değişimin önünü açmanın birer yöntemi olarak savaş ve devrimin geçerliğini yitirmesi sanki bizi Batılı liberallerin sermayesiyle baş başa bırakıyor: Tedrici reform. Bu noktada ABD barışçıl çözümün, değişim ihtiyacıyla incelikli uyumun en gözde örneği olarak karşımıza çıkıyor.

Fakat bu huzur veren çözümleme iki nedenle pek doğru sayılmaz: İlki, Amerikan geçmişiyle pek uyumlu değil, ikincisi Amerikan geleceğinin ihtiyaçlarıyla uyumsuz. İzin verin söylemek istediğimi açayım.

Hem ABD’de hem de dışarıda, dünyadaki şiddet yüklü değişimden farkı olarak bizim ülkemizin barışçıl, ilerici kalkınmanın mükemmel bir örneği olduğunu düşünen o kadar çok insan olması çok şaşırtıcı. Halbuki ABD şiddet içeren bir devrimle dünyaya gelmişti. Sonrasında başta gelen iç meselesini [Zencilerin köleliği] reform yoluyla değil, modern çağın en kanlı savaşlarından biriyle çözdü [Amerikan İç Savaşı]. ABD tüm tarihi boyunca şiddet patlamaları yaşadı. Her patlamanın tedrici reformların yavaşlığına veya halkın bir kesiminin büyüyen beklentilerini karşılamakta yetersiz kalışına karşı bir uyarı olduğu çok çabuk unutuluyor: Köleliğe karşı atılan aheste adımlar (1787’de Philadelphia’da köleliğe son veren anlaşma, 1820 uzlaşısı, 1850 uzlaşısı) hepsi başarısız oldu ve sonuçta İç Savaş patladı.

Kongre on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında yeni işçi sınıfının sömürülmekten kaynaklanan acılarını hafifletmek üzere yeterince hızlı harekete geçmedi ve 1877-1914 yılları arasında dünyada hiçbir ülkede örneği görülmemiş boyutlarda gaddarlıkla karşılanan bir dizi işçi ayaklanması yaşandı: 1877 demiryolu ayaklanmaları, 1886 Haymarket katliamları, 1894 Homestead grevi, 1912’de Lawrence’da tekstil işçilerinin grevi ve 1914’te Colorado’da Ludlow katliamı. Amerikan reformculuğunun başarısızlığını 1912 yılında Sosyalist Parti’nin bir milyon destekçi sayısına ulaşmasından, kendisini kapitalist sistemi yıkmaya adamış militan bir işçi örgütünün, Dünyanın Endüstri İşçileri’nin ortaya çıkışından daha iyi ne açıklayabilir? Her iki hareketi de kırabilmek için Birinci Dünya Savaşı histerisinin yardıma koşması gerekmişti.

Theodore Roosevelt ve Woodrow Wilson’un temsil ettiği İlerici Çağın reformları ne kadar başarılıydı? Kurdukları tüm yapı ekonomiye (Federal Rezerv Sistemi, Federal Ticaret Komisyonu, anti-tröst yasası) el sürmemek üzere tasarlanmıştı. Bu yapının 1929’daki çöküşüyle kapıları açılan on yıl sürecek yeni şiddet dönemi (zam yürüyüşleri, işsizlerin yürüyüşleri, oturma eylemleri, işçilerle polisler arasındaki çatışmalar) aynı şekilde, refahla değil fakat savaşla [İkinci Dünya Savaşı] kapanmamış mıydı? Günümüzde ekonomiyi yeni bir şiddetli çatışmanın içine yuvarlanmaktan koruyan şey Yeni Düzen reformu mu yoksa savaş harcamaları mı? Ulusumuzun tarihinin dikkatli ve tedrici reformların, iç refah ve ulusal huzura doğru barışçıl bir evrimin tarihi olduğunu gerçekten söyleyebilir miyiz?

Şimdi son on yıl içerisinde birden öğrendik ki ABD’de ırk ayrımcılığının sonlandırılması yönünde tedrici ilerleme olduğunu düşündüğümüz şey pek yetersizmiş. Amerika’da ırk adaletinin sağlanmasında parçalı reformların yeterli olmadığını görebilmemiz için Alabama Montgomery’de kitlesel gösterilerin, Georgia Albany’de kitlesel tutuklamaların ve Özgürlük Yürüyüşü’ne karşı saldırıların yaşanması, Birmingham’ın [Alabama] bombalanması, Mississippi’deki cinayetlerin işlenmesi gerekiyormuş.

Tüm bu olanlardan ABD’deki ırk krizinin ötesinde çıkarılacak dersler var ve bunların bazılarını ele almak istiyorum. Tedrici yaklaşımların, reformculuğun mekkesi kabul edilen ABD’de bile olayların hızını yakalayamadığını, hele günümüzde dünyadaki değişim hızı dikkate alındığında bu becerisini iyice yitirdiğini iddia ediyorum. O halde toplumsal değişimin geleneksel olarak onay gören mekanizmalarının hiçbiri (ne savaş, ne devrim, ne de reform) bugün ABD’de ve dünyada karşı karşıya bulunduğumuz sorunların çözümü için yeterli değil. Öyle görünüyor ki parlamenter reformdan daha fazla enerji yüklü, fakat savaş ve devrimin atom çağında yarattığı tehlikelere açık olmayan bazı tekniklere ihtiyacımız var.

Önerdiğim bu teknik, yüzyıllardır kendi eylemlerini yarı bilinçli bir şekilde yönetmeye çalışan mağdur gruplar tarafından zaman zaman kullanılıyor. Amerika’daki Zenci ayaklanmasıyla birlikte bu teknik, en az zararla en büyük değişimi elde edebilmek amacıyla, bilinçli bir nitelik kazanmaya başladı. Şiddet içermeyen doğrudan eylemden bahsediyorum. ŞİDE’nin içerdiği yöntemler sadece bizim hayal gücümüzle sınırlı: Oturma işgalleri, özgürlük yolculukları, özgürlük yürüyüşleri, haç seyahatleri, ibadet işgalleri, yürüyüş işgalleri, özgürlük oylamaları, özgürlük okulları ve kim bilir daha başka neler göreceğiz. Biçimi ne olursa olsun, bu tekniğin belli özellikleri var: Statükoyu sarsıyor, çoğunluğun kayıtsızlığını rahatsız ediyor, mağdur olanların öfkesini ve acısını ifade ediyor, bir adaletsizliği ilan ediyor, o zamana kadar gerçekleştirilmiş olan reformların yetersizliğini gözler önüne seriyor, gerilim ve zorluk yaratmak suretiyle muktedirleri, acıları onarmak üzere (aksi durumda davranacaklarından) daha hızlı hareket etmeye zorluyor.

Günümüzün problemlerinin, reformun hafif ateşi üzerinde yavaşça kaynama noktasına gelmesini, patlamasını artık bekleyemeyiz. Örneğin yoksulluk, zenginlerin konforu bazı sert yöntemlerle kırılmadığı sürece gereken boyutta ele alınmayacaktır. Bu küçülen dünyada, Kalküta’da milyonlarca insan açlıktan ölürken, ABD sahip olduğu zenginliği kendi ulusal sınırları içerisinde korumaya ve lüzumsuz ürünlere milyarlarca dolar harcamaya daha ne kadar devam edebilir? İnsanlar zenginliğin küresel dağılımını ölçmeye başladıklarına göre, belki çarpık dağılımına ve dünyada tek bir ülkede yoğunlaşmasına karşı da bir çığlık duyabiliriz. Uçak yolculuğu dünyayı Roma İmparatorluğu’na kıyasla küçültmüş vaziyette. O halde Amerika ve Hindistan’ın paralel varlığı neden Roma’daki imparatorların zenginliğiyle kölelerin sefaletinin paralel varlığı kadar kaygı verici olmasın ki? Bugünün koşullarında korkular, bazı halk protestoları dışında başka ne şekilde ifade edilebilir?

Başak bir meseleye bakalım: Ülkelerin sahip olduğu nükleer bombaların sayısı arttıkça hatadan kaynaklanacak savaş olasılığı da artıyor. Bundan kaygı duyan insanlar savaşa karşı tepkilerini muktedirlere duyurmak için parlamenter süreçlere güvenebilirler mi? Bertrand Russell’ı veya Golden Rule adındaki tekneyle Pasifik okyanusuna açılanları örnek alan pasifist grupların sayıca daha da artması gerekmiyor mu?

Bir de Doğu’da ve Batı’da, Kuzey’de ve Güney’de, hem komünist hem de kapitalist ülkelerde, yeni ve eski uluslarda özgürlük sorunları var. Poznan [Polonya] ayaklanmaları, gösteriler ve sivil itaatsizlik olmasa bu özgürlükler nasıl korunabilir ve genişletilebilirdi?

Biz ABD’de yaşayanlar için parlamenter sistemin sıradan işleyişinin günümüz dünyasında bir işe yaramayacağı fikrini kabul etmek zor olabilir. Fakat Thomas Jefferson’u hatırlayalım: Anayasanın yapılışını izleyip Daniel Shay ayaklanması hakkında düşünürken her yirmi yılda bir devrimden bahsediyordu. Rousseau’yu hatırlayalım: Tam da temsil yetkisine sahip hükümetin işleri kontrol altına almaya başladığı bir dönemde, hiç kimsenin bir başkasının çıkarlarını gerçek anlamda temsil edemeyeceğine işaret ediyordu. İsviçreli sosyolog Robert Michels, Rousseau’dan 150 yıl sonra, her hükümet ve her parti içinde “oligarşinin demirden yasasının” nasıl işlediğini, üst katmanları tabandan nasıl kopardığını ve iktidar sahiplerini kitlelerin ihtiyaçlarına karşı nasıl duyarsız kıldığını bize gösterdi. Seçimler, ne kadar demokratik olursa olsun, halkın katılımının sadece gelip geçici olduğu oldukça ayrıksı kavşaklardır. Seçimler arasındaki uzun sürede halk pasif ve esir düşmüştür.

O halde bir ikilemle karşı karşıyayız: Günümüzde savaşlar ve devrimler kontrol altına alınamadıkları için çok tehlikeliler. Parlamenter reform ise çok yetersiz. Karar vericileri kurumlar içerisinde günümüz ihtiyaçlarına uygun değişimler yaratmaya sürükleyebilmek için bu iki seçeneğin arasında bir araca ihtiyacımız var: Güçlü ama itidalli, patlayıcı ama kontrollü. Walter Millis, Center fort the Study of Democratic Institutions için yazdığı bir makalede, savaşsız bir dünya için ödememiz gereken bedelin bir tür kesikli gerilla savaşı olduğunu, bu savaşın toplumu halkın talepleriyle kabaca uyumlu hale getirmesi gerektiğini çok sağlam bir şekilde temellendiriyor. Görülüyor ki (bunu söylemek için tüm burjuva, sosyalist ve ulusal devrimlerden kaynaklanan bir tecrübeye sahibiz) hiçbir hükümete, iktidara geldikten sonra kendi hırslarını dizginlesin, özgürlük alanını genişletsin ve kendi kendisine sönümlensin diye güvenilemez. Bu şu anlama geliyor: Adalet, özgürlük ve esenliği (artık tüm dünyanın inandığı bu değerleri) güvence altına almak için görev, iktidarın dışındaki yurttaşlara düşüyor ve bunu oy sandığı nezaketinin ötesine geçip devletle sürekli mücadele ederek, devrimi şiddete başvurmadan yükselterek başarabilirler.

Bu fikir ABD’deki Zenci ayaklanmalarıyla olduğu kadar başka yerlerdeki çalkantılarla da bağlantılı. Aynı zamanda bugünü geçmişe de bağlıyor çünkü benim önerdiğim şey insanlığın tarih boyunca çaresizlik içerisinde kendiliğinden kullandığı yapıcı muhalefet tekniklerinin daha kasıtlı, daha bilinçli ve daha örgütlü bir şekilde kullanılması.

Liberal, tedrici reform geleneği içinde yetişmiş olan ve sükunete değer verenlerimizin belki de öğrenmesi gereken, bunların tümünü birden kaybetmemek için küçük bir kısmını feda etmemiz gerektiğidir. Bu kolay bir rota olmayabilir, fakat şimdiye kadar bildiğimiz dünyadan daha kötü olduğu söylenemez. Çünkü, bildiğimiz dünya basit ve son derece kötü çözümlerin egemen olduğu, şu iki seçenek arasında gidip geldiğimiz bir yer: Savaşın yıkımı ve barışın adaletsizliği.