Bu yazı, 16-17 Kasım 2013, Heinrich Böll Stiftung Derneği, Yeşil Ekonomi ve Müşterekler Konferansı’nda sunduğum metnin, toplantı esnasındaki tartışmalarla zenginleştirilmiş halidir.

Müşterekler kavramının günümüz Türkçesine yabancı olduğu söylenebilir. “Ortak” veya “müşterek” (İng. common.) sıfat olarak yaygın bir şekilde kullanılmasına karşın (“ortak kitaplığımız”, “müşterek sorumluluğumuz” vb.), commons, yani ortak veya müşterek olana işaret eden bir isim olarak müşterekler veya ortaklar, aşina olduğumuz kavramlar değil.

İngilizcede commons isim olarak kullanıldığında konumuzla ilgili yarattığı en yakın çağrışım bir kentin ortasındaki kamuya açık park alanı, veya çoğu zaman, mera olarak ortaklaşa kullanılan bir arazi parçası. Aklıma gelen en meşhur örnekler, Boston Commons, Boston kentinin ortasındaki kamuya açık park; ve Hardin’in ünlü Müştereklerin Trajedisi’nde inek sürülerinin açık erişim altında otlatıldığı mera. Oysa bizim Türkçe’nin günlük kullanımında bu türden varlıklar için genellikle tercih ettiğimiz kavram “kamusal alan” veya “kamu malı”.

“Kamusal alan” ve “kamu malı” kavramları, sosyal bilimler tarafından kabaca “kamunun ortak faaliyet alanı” ve “kamuya ait olan” şeklinde tanımlanıyor olsa da, özellikle “kamu” kavramının ardındaki müphemlik (halk hizmeti gören devlet organlarının tümü; bir ülkedeki halkın bütünü; herkes – bkz. Türk Dil Kurumu sözlüğü) günlük dilden kaynaklı ikinci bir engele daha işaret ediyor: Kamusal olan devlete mi aittir? Kamu malı devletin midir? O halde, Gezi Parkı devlete (veya belediyeye) mi, yoksa herkese mi aittir? Meralar devletin midir yoksa herkesin midir? Ve tabii, herkes kimdir?

Tartışmanın politik açıdan önemli gördüğüm kısmına gelecek olursak, müşterekler, sadece Türkiye’de değil, elbette piyasa ve devletin çok güçlü olduğu Anglo-Sakson dünyada da piyasa ve devlet sektörünün altında eziliyor; varlığı, potansiyeli kamu tarafından çok zor keşfediliyor –ki katıldığım toplantının temel vurgularından birisi bu.[[dipnot1]] Türkiye’de ise müşterekler kavramının yokluğu, üstelik kamu kavramının barındırdığı müphemlik, aslında halk için ve halka ait olanı daha da görünmez kılıyor ve yer yer devletle özdeşleştirip, devletçi beklentilere teslim ediyor.

Demek ki müşterekler kavramını açmak, özgür bir dünya ve özgür bir toplum için potansiyelini baştan ele almak gerekiyor: En temel tanımı itibariyle müşterekler, herkese ait olan, bu anlamda kimseye ait olmayan, yalnızca üzerindeki kullanım haklarının belirli topluluklara tahsis edildiği varlıklar.

Toplantıdaki bir konuşmacının tanımıyla, kamusal olanla müşterek olanı birbirinden ayıran temel fark, kamusal olana birer yurttaş olarak, edilgen, belki oylarımızla ve vergilerimizle katılırken, müşterek olana fiiliyatımızla katılmamız, “iştirak etmemizdir”. Bu anlamda müşterekler, biz onun yaratılmasına, yaşatılmasına iştirak ettiğimiz sürece, bu yönde irade gösterdiğimiz müddetçe vardır. Bu bağlamda örneğin, “kamusal üniversite” talebi yerine “müşterek üniversite” talebi sorunsallaştırılabilir.[[dipnot2]]

Bildiğimiz şu ki, kapitalist ekonomilerin kuruluşundan günümüze kadar gelen süre içerisinde, toplulukların geçmişten bedelsiz bir şekilde, armağan olarak devraldıkları, kendilerinin maliki olmadığı, ama üzerinde kullanım hakkına sahip olduğu doğal ve imal edilmiş varlıkların kapsamı giderek daraldı. (Arazi ve üzerinde toprak dahil olmak üzere tüm canlı varlıklar, su kaynakları, balıkçılık ve avlanma sahaları; fikri mülkiyet haklarının aldığı yeni biçimlerle birlikte insanlığın evrensel mirası olan bilgi, kültür ve sanat eserleri; canlı formları ve gen kaynakları; kentsel, kamusal ortak yaşam alanları).

Müştereklerin tarihsel yok oluşuna dair en genel anlatı, iki sürecin, çitleme (İng. enclosure.) hareketlerinin ve anonim şirketin yükselişinin altını çizer: (1) 18. ve 19. yüzyıllarda Avrupa ve Kuzey Amerika’da, müşterekleri çitleme ve özelleştirme hareketi baş gösterdi. Karl Polanyi bunu modern çağın başlangıcına işaret eden “büyük dönüşüm” olarak adlandırır –sanırım Osmanlı tımar sisteminin çöküşünün, gayrımüslimlerin tehciri ve Cumhuriyet sonrasında yeni toprak mülkiyetinin oluşumu bu çerçevede incelenebilir. İlk çevirme hareketlerinde ihtilafa konu olan temel meta, arazi ve üzerindeki varlıklardır; de facto çevirme ve işgal, de jure özel mülkiyete dönüşmüştür. (2) Adam Smith Ulusların Zenginliği’ni yazdığında (1776), yeryüzünde belki bir avuç anonim şirket vardı. Temel işletme biçimi basit ortaklıklardı. Yabancılara hisse satışı yoluyla sermaye ve güç arttırımının, her türlü hile ve düzenbazlığa açık bir sistem olduğu düşünülüyordu. Ancak 19. yüzyılın ortalarında, Amerikan anonim şirketi sonsuza dek yaşayabilecek, yasal faaliyet gösterebilecek ve başka anonim şirketlerle birleşebilecek bir varlığa dönüştü. 1886 tarihli ABD Yüksek Mahkeme kararı, anonim şirkete, ABD Anayasası’nın yaşayan yurttaşları teminat altına almak üzere kullandığı “kişi” statüsünü tanımakla meşhurdur.[[dipnot3]] Joel Bakan, Corporation adlı kitabında bu “kişiyi” ölümsüz; ve hissedarları şirketin suçlarından sorumlu olmadığı için psikopat olarak adlandırır. Anonim şirketin yükselişi, hem müştereklerin çitlenmesini ve özel mülkiyete dönüştürülmesini; hem de yarattığı çevresel dışsallıklar yoluyla kirletilmesini ve tahrip edilmesini hızlandıran bir etmen olarak tarif edilebilir.

İkinci Dünya savaşı sonrası sosyal devletin yükselişi, sosyal güvenlik sisteminin yerleştirilmesi, doğal ve imal edilmiş sermayenin özel mülkiyetinin devlet mülkiyetiyle, laissez faire piyasaların devlet regülasyonu ve merkezi karar alma mekanizmalarıyla dengelenmeye çalışılması, önceki yüzyılın yarattığı tahribata karşı bir yanıttı.

Bugün ise müştereklerimiz canlı bir tartışma konusu (ve biz buraya toplandık), çünkü 1980’lerden itibaren sosyal devletin yıkımıyla birlikte, adeta ikinci bir çitleme dalgasına ve bir çitleme ve dışsallık makinesi olarak anonim şirketlerin uluslararası piyasalarda yeniden yükselişine tanık oluyoruz. Küresel ölçekte Dünya Bankası’nın yapısal uyum programları, Dünya Ticaret Örgütü’nün gümrük ve ticaret anlaşmalarıyla (bunların yeterli olmadığı durumlarda savaşlarla) kolaylaştırılan bu süreç; ulusal ölçekte uluslararası sürecin ajanı olan neo-liberal siyasi yapılarla idare ediliyor.

Türkiye’de son on yıl içerisinde değiştirilen veya icat edilen sayısız yasal düzenlemeye göz atalaım: Acaba hangi birini saymalı? Turizmi teşvik kanununda yapılan değişiklikler (2003 ve 2008 tarihli; 4957 ve 5761 sayılı; “acele kamulaştırma” ve orman alanlarının sağlık, spor, turizm ve golf gibi etkinliklere açılması); maden kanununda yapılan değişiklik (2004 tarihli, 5177 sayılı; ulusal ve uluslararası düzenlemelerle koruma altına alınan yerlerin madencilik faaliyetine açılması); orman kanununda yapılan değişiklik (2004 tarihli, 5192 sayılı; kamu yararı ve zaruret olması halinde altyapı niteliğindeki yarıtımların devlet ormanlarına yapılması); toprak koruma ve arazi kullanımı kanunu (2005 tarihli; bu yasayla birlikte birinci sınıf tarım arazileri üzerine kurulu olan Cargill üretimine devam edebiliyor); mera kanununda yapılan değişiklikler (2004 ve 2005 tarihli; 5178 ve 5334 sayılı; mera yaylak ve otlaklarda petrol arama faaliyetine izin verilmesi, bu araziler içindeki yerleşim yerlerinin affedilmesi); 2006 tarihli tohumculuk yasası (köy tohum ırklarının ticaretinin yasaklanması, ticari türlerde şirket mülkiyetini zorunlu kılınması); kıyı kanununda yapılan değişiklikler; yenilenebilir enerji yasası; 2012 tarihli, 6360 sayılı büyükşehir kurulmasına ilişkin kanun (köylerin mahalleye dönüştürülmeleri ve köy müştereklerinin ortadan kaldırılması) vb. onlarca değişiklik. Artı, ÇED kanunundaki sayısız düzenleme (2003 ve 2008 tarihli; çeşitli ÇED muhafiyetleri fiilen devletin mülkiyeti altında olan, ama kamu yararı güderek korunan, veya kullanım hakkı topluluklara tanınan varlıkların çitlenmesine zemin hazırlıyor).

Müştereklerin savunulması, geri kazanılması, yaratılması ve yaşatılması, artan neo-liberal baskıya karşı durabilmek ve insanların rızkını, doğayı ve gelecek kuşakları koruyabilmek için bir ihtiyaç. Gidişatı tersine çevirebilmek, bu mücadelede ciddi kazanımlar elde edebilmek, gerçek bir değişim yaratabilmek için azımsanmayacak bir nüfusun, milyonların bu mücadeleye katılması gerekiyor. Bu katılımın önünde şimdilik bazı engeller var: Son yıllara damgasını vuran mülksüzleştirmenin doğrudan etkileri, küçük kırsal topluluklarla sınırlı kaldığı ve mülksüzleştirilenler “marjinal” olarak damgalanabildiği sürece; piyasa dönüşümünün kazananları kaybedenlerinden daha kuvvetli bir siyasal güç olduğu müddetçe; sınıfsal bölünmeler kültürel bölünmelerden istifade ederek gizlenebildiği sürece bu mücadele ciddi olarak başlamayacak.

Diğer taraftan, küresel eğilimlere paralel olarak işsizliğin, özellikle gençlik kesiminde önümüzdeki yıllarda sistematik olarak büyüyeceğine, buna paralel olarak yoksulluğun ve alternatif rızk arayışının güçleneceğine dair işaretler var. Eninde sonunda müştereklerimizi savunmak, yeniden kazanmak, yaratmak ve yaşatmak için mücadeleye dört elle sarılacağız. İki türlü mücadele vereceğiz: Birincisi, yukarıdan aşağıya dönüşüm talep edeceğiz. Devletin, sosyal devlet anlayışını kucaklayacak şekilde değişim göstermesini, sosyal güvenliği, güvenceli çalışmayı, kooperasyona dayalı küçük işletmeciliği (kooperatifleri), ortak mülkiyet biçimlerini tanımasını, desteklemesini talep edeceğiz. Bununla birlikte, yukarıdan aşağıya yeşil dönüşümü inşa edecek, yeşil iş imkanları yaratacak şekilde, devletten ekonominin itici gücü olmasını isteyeceğiz.

İkincisi, aşağıdan yukarı dönüşümü kendimiz yaratmak zorunda kalacağız ki bu durum, gerçekleşecek dönüşümü İkinci Dünya Savaşı sonrasında sosyal devletin tesis edildiği süreçten, merkezi yapıların egemenliğindeki dönüşümden daha farklı kılacak. Müşterekler üzerine inşa edilmiş, kooperasyona dayalı alternatif ekonomileri bizzat kendimiz yaratmak durumunda kalacağız. Her iki mücadele de, kendiliğinden anti-kapitalist özellikler taşıyacak.

Müşterekler, bir mülksüzlük bağlamı yarattığı için, bu itibarla kapitalizmin en temel kurumlarından birine, mülkiyet kurumuna aykırı olduğu için, müşterekler için verilen mücadele doğası gereği anti-kapitalist özellikler taşıyor. Diğer taraftan bu mülksüzlük, tek başına, anti-kapitalist bir kazanım yaratmıyor.[[dipnot4]] Müşterekler için verilen mücadeleyi anti-kapitalist bir yörüngeye yerleştirebilmek için katılımcı ekonominin temel prensiplerinden yararlanmak bütünleyici ve ufuk açıcı olabilir.[[dipnot5]]

Katılımcı ekonominin yazar ve aktivistlerine göre kapitalizmin beş temel, tanımlayıcı kurumu şunlar: Sermayenin özel mülkiyeti (üretim araçları –her türden sermaye kime ait olacak?); şirket tarzı işbölümü (hangi işleri kimler yerine getirecek?); otoriter-merkezi karar alma mekanimaları (kararlar kimler tarafından alacak?); sermayeye, pazarlık gücüne -dolayısıyla çıktıya bağlı ödüllendirme (insanlar yaptıkları çalışma karşılığında nasıl ödüllendirilecekler?); piyasaların, dolayısıyla dışsallıkların peşin kabulü (mal ve hizmetler nasıl tahsis edilecek?).

Oysa, özyönetimi (ekonomik demokrasiyi), hakkaniyeti (ekonomik adaleti), dayanışmayı (başkaları için de kaygı duymayı), çeşitlilik ve sürdürülebilirliği (kuşaklar arası adaleti) esas alan bir ekonominin –bu amaçları ve değerleri benimsediğimiz varsayımıyla– tanımlayıcı kurumları farklı olmalıdır. [5,6]

Katılımcı ekonominin temel, tanımlayıcı kurumlarını şunlardır: (Üretim araçları –her türden sermaye kime ait olacak?) Topluma! Herkese, yani hiçkimseye. Fakat kullanım hakkı belirli topluluklara tahsis edilecek –ki bu müştereklerin tanımıyla uyumlu; (hangi işler, kimler tarafından yerine getirilecek?) dengeli iş bileşenleri kurulacak, yıpratıcı ve güçlendirici işler arasında denge sağlanacak; (kararlar kimler tarafından alınacak?) işçi ve tüketici konseyleri, üretim, tüketim birimleri olacak, burada kararlar herkesin o karardan etkilendiği oranda söz sahibi olacağı şekilde alınacak; (insanlar yaptıkları çalışma karşısında nasıl telafi edilecekler) herkes toplumsal açıdan üretken çalışma karşılığında, gayret ve fedekarlığa bağlı olarak ödüllendirilecek –çalışamayanların ihtiyaçları gözetilecek; (mal ve hizmetler nasıl tahsis edilecek) piyasanın devre dışı bırakıldığı, üretici ve tüketici federasyonlarının karşılıklı müzakerede bulundukları katılımcı planlama yöntemiyle.[5,6]

Geleneksel müştereklerin öz-yönetimi üzerine yapılmış akademik çalışmalara bakıldığında da, kullanım kuralları, yaptırımlar ve ihtilaf çözümleme sözkonusu olduğunda katılımcı mekanizmaların öneminin vurgulandığı görülür. Dahası, eşitlikçi bir ekonomik bağlam, müştereklerin başarıyla öz-yönetilme şansını artıran, karşılıklı güven ilişkilerinin tesis edilmesine hizmet eden bir faktör olarak belirlenir.[[dipnot7]]

Alternatif ekonomiler yalnızca geleneksel müştereklerin savunusu ve yaşatılmasıyla değil, modern, alışılmamış müştereklerin inşasıyla kurulacak. Yeryüzündeki ekonomik pasta küçüldükçe, metalaşmaya ve genişleyen piyasaların varlığına bağımlı olan ekonomik büyüme modeli çevresel ve toplumsal sınırlarına dayandıkça, alternatif dayanışma ekonomilerinin kurulması bugüne kıyasla daha yakıcı bir ihtiyaç haline gelecek. Bugün, müştereklere, alternatif ekonomik modellere değer atfedenlerin bu türden pratikleri inşa etmek gibi bir sorumlulukları da var. Modern, alışılmamış müştereklerin inşası, öncü girişimlerin, farklı bir müteşebbüs kimliğinin, kurucu irade gösterecek öznelerin, toplulukların varlığını zorunlu kılıyor. Ezilenlerin, müşterekler üzerinde yükselen dayanışma ekonomileri kurduğuna tanık oluyoruz: Gıda üretim kooperatifleri, kadın dayanışma ağları, v.b. Muhalif orta sınıfların bu sorumluluktan azad oldukları söylenemez. Konut ve barınma sorunun çözümünde, entelektüel faaliyetin kurumlaşmasında, hatta ticari faaliyette yeterli sayıda, ilginç alternatif ekonomi deneyimleri üretilmediği müddetçe, orta sınıflar piyasanın değirmenine su taşımaya ve esas itibariyle sistemin devamı ve istikrarı için gayret göstermeye devam edecekler.

İlerleyen oruturumlarda çeşitli değerli müşterekleri ve alternatif ekonomi örneklerini ele alıp tartışırken, katılımcı ekonominin ilkelerini ve kurumlarını göz önünde bulundurmak, bu deneyimleri katılımcı ekonominin kurumları karşısında test etmek, girişimlerimizin hangi özellikleri itibariyle kapitalizme alternatif olduğunu ve bugünden yarına bir değişimin altyapısını ördüğünü anlamamız için yararlı olacaktır.