Tahir Elçi'nin katledilmesi birçok insanın söylediği gibi beklenmedik bir durum değildi. Tıpkı diğer katliamlar ve suikastlar gibi bunu da bekliyorduk. Ancak bunları bekliyor olmak acılarını azaltmıyor, tam tersi arttırıyor. Demirtaş’ın cenazede dediği gibi "bizim kuşak morg kapılarında mezarlık kapılarında büyüdü". İki üç yaş saymazsak aşağı yukarı aynı kuşaktanız. Yani 70-80 döneminde çocukluğunu ve ilk gençliğini, 90'lı yıllarda da üniversite yıllarını ve gençliğini yaşayanlarız.

Biz doğduğumuzda, Kürtlerin Cumhuriyetin ilk yıllarında yaşamış olduğu imha dönemi sona ermiş ancak inkar ve asimilasyon en sert haliyle devam ediyordu. İmha dönemine ilişkin anıları büyüklerimizden dinliyor inkâr ve asimilasyonu bizzat yaşıyorduk. Devlete göre ülkemizde Kürt diye ayrı bir millet yoktu, Kürtler aslen Turanî bir kavimdi. Zaten Kürtçe diye bir dil de yoktu, Kürtçe aslında Arapça, Farsça ve Türkçeden üç beş bin kelimenin bir araya gelmesiyle oluşmuş yapay bir dildi. Koca koca profesörler, gazeteciler siyasetçiler hiç utanmadan bunları söylüyorlardı.

Bu nedenle bizim kuşağın en önemli dertlerinden biri tarihte Kürt diye bir milletin olduğunu ispatlamaya çalışmaktı. Bu konuda bulabildiğimiz en ufak bir kanıt bile bizi inanılmaz heyecanlandırırdı. 70'lerin ve 80'lerin siyasi davalarına bakıldığında Kürt gençlerinin yaptıkları savunmalarda bu görülebilir. Örneğin Mustafa Kemal'in Nutuk'ta Kürtlerden bahsediyor olduğunu görmekten mutlu olunur, eski bir kitapta Kürtlerin varlığına dair sarf edilmiş bir cümle hemen bir yere kaydedilirdi. Devlet, bu ülkede Kürt diye bir halk yok diyordu ve bu ülkede Kürt vardır demenin bedeli çok ağırdı. İşkence görebilir, hapse girebilir ve katledilebilirdiniz. Bu dönemlerde Kürtler üzerine çalışma yapmaya kalkan sosyolog İsmail Beşikçi'nin başına gelenler herkesin malumudur. Asimilasyon politikalarıyla uğraşmaya sıra bile gelmiyordu çünkü varlığımız bile tanınmıyordu.

1980'li yıllar elbette çok zor yıllardı, 12 Eylül faşist darbesi Türk Kürt tüm Sol hareketlerin üzerinden silindir gibi geçmişti. İki üç yaş o zamanlarda büyük fark yaratıyordu. Örneğin bizim kuşaktan iki üç yaş daha büyük olanlar yani 1965-68 arası doğumlular hapse girip ağır işkencelerden geçerken, benim gibi 68-72 arası doğmuş olanlar genellikle hapse girmedi. Elbette dışarıda kalmak kurtulmak anlamına gelmiyordu, anne babalarımız, akrabalarımız içeri giriyordu. Onların başına gelenleri görüyor, işkence hikayeleriyle büyüyorduk. Bütün bu olanların bir süre sonra bizim de başımıza geleceğini düşünüp dehşete kapılıyorduk, haksız da çıkmadık. 80'lerde yaşananların bin beterleri 90'larda karşımıza çıktı.

 Ancak bu hezimetin içinden kimsenin beklemediği bir şey oldu, Cumhuriyetin kuruluş döneminden uzun yıllar sonra ilk kez Kürtler temel hakları için bir silahlı mücadeleye başladılar. PKK 1984 yılında silahlı mücadeleyi başlattı. Bu durum Kürt gençleri arasında büyük bir yankı buldu, çok sayıda genç dağa çıktı. Dağa çıkmayanların büyük bölümü de bu isyana sempatiyle yaklaştı. Kürtler vardı ve hatta dağa çıkıp mücadeleye bile başlamışlardı. "Bağımsız, birleşik, sosyalist Kürdistan" sloganı ağızlarda dolaşmaya başlamıştı. Gerçi Öcalan, 90’ların başından itibaren ayrılık gerçekleşmeden de bu sorunun çözülebileceğine dair şeyler söylese de bize göre bunlar daha çok taktik açıklamalardı. Mücadele bir kez başlamıştı. Ama Kürt vardır diyeni bile süründüren devlet şimdi ne yapacaktı sorusunun cevabı belirsizdi.

Türk devleti 1990'lı yılların başında, inkar ve asimilasyon politikalarının yeterli olmadığına, Kürt sorunu denen bu şeyin ancak imha politikalarıyla çözülebileceğine karar verdi. Binlerce insan faili meçhul cinayet adı altında bizzat devlet görevlileri ve kurumları tarafından katledildi. Bu insanların çoğu Kürt siyasi hareketinden ya da harekete sempatiyle bakan Kürtlerdi. Devlet tüm askeri imkânlarıyla Kürdistan’ı kuşattı ve on binlerce gerillayı katletti. Binlerce Kürt köyü boşaltıldı. Tehcir konusunda "çok başarılı" tecrübeleri ve deneyimleri olan devlet milyonlarca Kürdü köylerinden attı tehcir etti.

Kürtlerin varlığı tartışması giderek önemini yitirmişti. Devletin tavrı netti, evet Kürtler vardı ve kafasını kaldıran katledilirdi. Bu dönemin tartışmaları daha çok şu soru ekseninde olurdu; eğer televizyonda Kürt meselesi tartışılıyorsa ve bir konuşmacı azıcık Kürt hareketi lehine bir şeyler söylemişse, hemen bir dakika denirdi, “önce PKK'nin terörist bir örgüt olduğunu söyle sonra tartışmaya devam edelim”. Eğer bunu söylemezseniz başınıza her türlü şey gelebilirdi. On binlerce insan bu dönemde katledildi, hayatını kaybetti. Kürtlerin bu son isyanı büyük darbe almasına rağmen yenilmedi, ölen gençlerin yerine yenileri dağa çıktı.

Durum her açıdan Türk devleti için de sürdürülebilir olmaktan çıktı ve 1999 yılında ABD Öcalan’ı yakalayarak Türkiye’ye teslim etti. Ancak şartları vardı, Öcalan idam edilmeyecek, barış görüşmeleri başlatılacak, imha ve inkar politikalarına son verilecek, Kürt siyasi hareketinin legalize olmasına yani "ovada siyaset" yapmasına izin verilecek ve Kürtlerin bazı hakları verilerek bu sorun bitirilecekti. Kürt siyasi hareketinin kendini imha edecek eylemlere başlayacağı düşünülürken Öcalan’ın müdahalesi olayların yönünü değiştirdi.

Öcalan'ın “birlikte demokratik bir Cumhuriyet” yaratma görüşünün taktik olmadığı zamanla anlaşıldı. En başından beri kafasında "bağımsız, birleşik, sosyalist Kürdistan" sloganı olan bizim kuşaktan insanlar bile zamanla Öcalan'ın ne demek istediğini anlamaya başladılar. "Demokratik Cumhuriyet", " demokratik Ortadoğu", "Türkiyelileşme" kavramları Kürt siyasetçilerin en çok kullandıkları sözler oldu.
Gelgelelim imha ve inkâr politikalarından vazgeçen Devlet, asimilasyon politikasından ısrarla vazgeçmiyordu. Uzun zamana yayılmış bir asimilasyon politikası uygulamaya konmuş, barış görüşmeleri bunun bir aracı haline gelmişti.

Bu dönemde her konuda konuşabilir, Kürtlerle ilgili her türlü şeyi dile getirebilirdiniz, "PKK'ye terörist demezsen bu konuyu konuşamazsın" günleri çok eskilerde kalmıştı. Hatta devlet televizyonunda ya da hükümet yanlısı gazetelerde Öcalan'ı övmek bile sorun oluşturmuyordu. Yapılmayan tek şey Kürtlerin asimilasyonunu durduracak anadilinde eğitim gibi adımların atılmasıydı.

Aslında 2011 yılına kadar da her şey devletin istediği gibi sürdü, Kürtlerin şehirlere göç ettirilmiş yeni kuşakları asimile olacaklar, bazı Kürtler İslami duyarlılıkları çerçevesinde Türk İslamcılığı ile ittifak halinde hareket edecek ve Kürt siyasi hareketi zayıfladıktan sonra yok edilecekti. Nitekim o zamanlar BDP'nin oyları yüzde  beş civarlarına kadar düşürülmüştü. Fettullah Gülen açıkça şunları söylüyordu, “toplumun yüzde doksan beşi için gerekirse yüzde beşi ezer geçeriz”.

İş bu noktalara kadar gelmişti ki, Suriye'de yaşananlar her şeyi değiştirdi. Rojava'da yaşanan devrim, PKK'nin Suriye’deki örgütlülüğü, İŞİD'e karşı PKK, PYD ve YPG'nin verdiği mücadele, dünya kamuoyunda Kürt hareketinin kazandığı prestij bir anda Türkiye Cumhuriyetinin tüm planlarını alt üst etti. Suriye topraklarında kantonlar şeklinde örgütlenip kendi organizasyonunu kuran Kürt siyasi hareketi, Kobani'de yaşananlardan sonra Türkiye'de de yeniden güçlenmeye başlamıştı. Kobani'nin yarattığı milliyetçi dalga, Rojava'nın yarattığı heyecan aynı anda Türkiye'de etkili olmuş ve uzun süreye yayılmış asimilasyon politikasını sarsmıştı. Kürtler kazandıkça kazanıyor, son sürecin en büyük kazananı haline geliyordu. Türk devleti buna göz yumamazdı ve yeni savaş konsepti bu süreçte yürürlüğe kondu.

Bu kez halk ve PKK ayrılacak, devlet halka zarar vermeden sadece PKK ile mücadele edecekti. Yani imha politikası sadece militanlara uygulanacaktı. Bunun böyle olamayacağı kısa sürede anlaşıldı aslında, son bir iki ayda onlarca sivil ölümü gerçekleşti. Ancak devlet bu söylemi ısrarla gündemde tutmaya devam ediyor. Yani düşman PKK'dir artık. Dolayısıyla bir zamanların meşhur sorusu yeniden gündeme geldi. "Sen önce PKK terör örgütüdür de bir bakalım da ondan sonra ana akım medyada konuşma hakkı elde et".

Tahir Elçi bu soruyla 90'lar boyunca karşılaşan bir kuşaktan geliyordu, bu sorudan hepimiz gibi nefret ediyordu ve artık yutkunmak istemedi. PKK terör örgütü değildir dedi. Bunu söylediği anda devletin hedeflerinden biri haline geldi ve katledildi. Olayın oluş biçimi karmaşık gibi görünse de, bu ölümün tek sebebi devletin yeniden devreye soktuğu savaş konseptidir.

Bu gün genç kuşak Kürtler için "PKK bir terör örgütü müdür?" sorusunun hiç bir anlamı yoktur. Onlar için "PKK halktır halk da PKK". Bizim kuşağın legal alanda kalanları içinse artık yutkunacak zamanlar çoktan geride kalmıştır.

Yeni bir döneme girilmiştir ve bu yeni dönemin halet-i ruhiyesini en iyi anlatan cümleleri Selahattin Demirtaş, Tahir Elçinin cenazesinde yaptığı konuşmasında şu şekilde dile getirmiştir. " Bu olayın tam olarak aydınlatılacağından şüphemiz var. Failler yakalanacak diye daha önceki olaylarda da içimiz rahat olmadı. Bu devlet hiçbir zaman hepimizin devleti olmadı. Devlet hepimizin olsun diye çok uğraştık, uğraşıyoruz. Ama Kürt halkı şunu da biliyor Tahir Elçi'yi öldüren devlet değil devletsizliktir.  "

Kürtler açısından Türkiyelileşme projesi artık askıya alınmıştır denebilir mi yoksa hala bazı şeyler değişebilir mi göreceğiz. Demirtaş açıkça başımıza gelen Kürtlerin devletsiz olmasındandır diye ilan etmiştir. Durum bu şekilde devam ederse ve devlet yeni savaş konseptini derhal geri çekmezse bizim kuşağın "bağımsız, birleşik, sosyalist Kürdistan" sloganı, sosyalist yerine demokratik değişikliğiyle yeniden gündeme gelecek gibi görünüyor.