1. Giriş

Bu metin, 10 Nisan Cuma günü BÜ Folklor Kulübü odasında verdiğim seminerin notlarıdır. BGST Toplumsal Araştırmalar Birimi’nin 2004-2005 yıllarında yaptığı Ortadoğu çalışmanın notları, Arap Baharı ve sonrasında yaşanan gelişmeleri de kapsayacak şekilde güncellenmiştir. O dönemde II. Korfez Savaşı ile birlikte Ortadoğu’ya karşı ilgimiz artmıştı, ancak yine de Ortadoğu bizim için biraz “dışarıda” bir bölgeydi. Oradaki gelişmeler tabii ki Türkiye’yi etkiliyordu, ancak Türkiye siyaseti günümüzde olduğu kadar Ortadoğu’nun içinde değildi.

Günümüzde AKP hükümetlerinin dış politika tercihleri ve Türkiye’nin komşusu olan ya da yakın ilişki içinde olduğu ülkelerdeki gelişmeler Türkiye’yi derinden etkiliyor. Türkiye artık Ortadoğu’daki kargaşa nedeniyle doğup yaşadıkları toprakları terk etmek zorunda kalan insanların sığındıkları bir “Göçmenler Ülkesi” haline geldi. Öte yandan bu seminer kapsamında incelenmemiş olsa da artık Kürt sorunun yalnızca Türkiye’ye özgü bir sorun olduğu yanılgısı Kürdistan’ın tamamında yaşanan gelişmeler ile büyük ölçüde kırılmış durumda ve Türkiye Kürt sorununa bir çözüm geliştirmekte gösterdiği basiretsizlik nedeniyle Türkiye Ortadoğu’da yaşanan kaosun içine daha fazla sürükleniyor. Tüm bu nedenlerle Ortadoğu’daki neler olup bittiğini anlamak bugün her zamankinden daha fazla önem arz ediyor. Bu seminerde Ortadoğu’daki Kaos’un arka planına ilişkin tarihsel bir ufuk turu yapmakla yetinmek istiyoruz. Ortadoğu’ya ilişkin daha derinlemesine araştırmalar yapma gereksinimini kışkırtmayı amaçlıyoruz.

Ortadoğu’nun pek çok ülkesi günümüzde bir kaosun içine sürüklenmiş durumda. Suriye iç savaşı, Irak ve Suriye’nin belli bölgelerinde İŞİD denetimi, Libya’da iki başlı yönetim, Mısır’da önce Müslüman Kardeşler yönetimi, daha sonra askeri diktatörlük, Yemen’de Suudi Arabistan öncülüğünde Sünni bloku müdahalesi. Bu seminerde bu duruma nasıl gelindiğini ve Batı Emperyalizmin bu süreçteki rolünü Noam Chomsky’nin Batı Terörizmi kitabında verilen çerçeveden yola çıkarak anlamaya çalışacağız. Chomsky’ye ve diğer pek çok yorumcuya göre Ortadoğu’da günümüzdeki çatışmaların kökeni Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı ile atılmıştır ve Emperyalizmin çizdiği suni sınırlar ve bölgeye sürekli müdahalesi ile pekişmiştir. Arap Baharı aslında bu düzene bir isyandır ve İslamcı siyasetlerin baskın çıkması ile özgürlükçü özünden sapmış olsa da sonuçta dengeleri kökünden sarsacak bir süreç başlamıştır.

2. Arap Baharı (Arap Devrimleri)

Protestolar, Arap Dünyası'nda başta gelen işsizlik, gıda enflasyonu, siyasi yozlaşma, ifade özgürlüğü, usulsüzlükler ve kötü yaşam koşulları gibi pek çok sorun sonucunda önce Tunus'ta Muhammed Buazizi'nin kendini yakmasıyla başlamıştır. Ardından benzer sorunlar yaşayan ülkelerde domino etkisi göstererek yayılmıştır.

18 Aralık 2010 tarihinde Tunus'da başlayan protestolar daha sonra Mısır, Yemen, Cezayir ve Ürdün'e sıçramıştır. Ayaklanmalar Tunus ve Mısır'da başarı göstermiş olup, Tunus’ta 23 yıldır yönetimde olan Zeynel Abidin Bin Ali ile 30 yıldır Mısır’ı yöneten Hüsnü Mübarek'in devrilmesi ile sonuçlanmıştır.

Arap Baharı özgürlükçü taleplerle başlayan bir süreçtir, ancak demokratik özgürlükçü güçlerin örgütsüzlüğü nedeniyle Mısır, Libya, Suriye gibi ülkelerde camilerin ve hayır kurumlarının sunduğu doğal örgütlenme zeminini kullanma avantajına sahip oldukları için baskıcı diktatörlük rejimleri altında tek örgütlü güç olan İslamcı örgütlerin siyasi bir alternatif olarak yükseldikleri bir süreç olarak ilerlemiştir.

Gilbert Achcar Arap Baharı Üzerine Tezler adlı makalesinde Arap Baharının yaşadığı paradoksu şu şekilde aktarmaktadır: “’Arap Baharını’ çok çarpıcı bir paradoks karakterize etmektedir, o da şudur: ‘Arap Baharı’ büyük ölçüde yukarıda betimlediğimiz kültürel devrim tarafından belirlenmişse de köktendinci güçlerin kendilerini ifade etmelerini ve eyleme geçmelerini engelleyen kapıları da açmıştır. Bu güçler, son otuz yıldır bölgede muhalefetin baskın olarak örgütlendiği akımlar ve protestonun ifadesini bulduğu eldeki mevcut olan yegâne araçlardır. Dolayısıyla paradoks gibi görünen sonuç şudur: Devasa kurtuluş hareketleri, siyasi olmasa da (bunu zaman gösterecek) toplumsal ve kültürel baskı güçlerinin seçimlerde zafer kazanmasını sağlamıştır. Bu paradoks, Arap dünyasındaki mevcut despotik ve yozlaşmış rejimlerin dayattığı kısıtların bu türden bir muhalefet ve mevzilenmenin gelişmesine uygun bir zemin yaratmasının doğal sonucudur. Din ve dinci hareketler, bölgedeki rejimlerin çoğu tarafından eski ulusalcı ve komünist solun kalıntılarını bastırmak ve 1967 sonrası dönemde yeni sol güçlerin ortaya çıkmasını engellemek için yaygın bir şekilde kullanılmıştır. İlerlemeci siyasi güçlerin devlet desteği ve finansman kaynaklarını yitirdiği bir zamanda, tüm bölgedeki köktendinci güçlere üç bölgesel petrol zengini ülke tarafından finansman ve destek sağlanmıştır: Suudi Krallığı, İran İslam Cumhuriyeti ve Katar Emirliği. Bu ülkeler köktendinci güçlere para yağdırmakta adeta birbirleri ile yarışmıştır.”

Tunus’ta el Nahda, Mısır’da Müslüman Kardeşler (İhvan) iktidara gelmiştir. Libya’da ve Suriye’de İslamcı örgütler ülkenin önemli bir bölümünde denetim sağlamışlardır. Mısır’da Müslüman Kardeşler’in hegemonya kurmaya çalışmaları ve baskıcı rejimin bütün kurumlarını kendi lehlerine kullanarak sürdürmeleri nedeniyle bir halk ayaklanması sonucunda ordu darbe ile iktidara el koymuştur. Mısır genelinde on binlerce protestocu, Muhammed Mursi'nin cumhurbaşkanı seçilmesinin birinci yıl dönümü olan 30 Haziran 2012’de Mursi’nin istifa etmesini istemiştir. İstifa talebinin nedenleri arasında Mursi'nin giderek otoriterleştiği ve hukukun üstünlüğünü aldırmaksızın İslamcı politikalar uyguladığı hakkındaki suçlamalar vardı. Mısır’da seküler kesim ile Hristiyan azınlığın ötekileştirilmesi ve siyaset alanından dışlanması da Mursi yönetimine duyulan öfkeyi pekiştirdi. Aslında neoliberal politikalarla hiçbir şekilde çelişmemeye özen gösteren ve ordunun ekonomi üzerindeki tekeline dokunmayan Mursi, Filistin politikası nedeniyle ABD’nin ve Batı ülkelerinin desteğini yitirdi. Ordu 3 Temmuz 2013 tarihinde iktidara el koydu ve İhvan hareketi şiddet ve tutuklamalarla ezildi.

Aslında Arapça konuşan dünyadaki tüm diktatörler 1970’lerde başlayan zorlu bir süreç sonunda Batı ile uyumlu bir hale gelmişlerdi. Hüsnü Mübarek, Mısır Arap Milliyetçiliğinin Enver Sedat ile başlayan Batı’ya boyun eğme sürecinde son aşamayı ve tam bir teslimiyeti temsil ediyordu. Libya’da Kaddafi’nin ve Tunus’ta Zeynel Abidin Bin Ali’nin Batı ile, özellikle Fransa ile yakın ilişkileri biliniyor. Libya’daki ayaklanma sırasında Kaddafi’nin Fransa’da Sakozy’nin seçim kampanyasına maddi destek sunduğu açığa çıktı. Batı ile uyumlu diktatörlükler kervanında ilk devrilen aslında Arap Baharından çok önce Irak’ta Saddam Hüseyin idi. Esad bile aslında ABD ve İsrail’in çıkarlarıyla oldukça uyumlu çalıştı; her şeyin dengeli yürümesini sağladı.

Ancak halk hareketleri bu diktatörlüklere karşı yaklaşık kırk yıldır biriken memnuniyetsizliğin bir patlaması oldu ve sonunda diktatörleri devirdi. Bu diktatörlüklerin devrilmesi sürecinde Batı’yı en çok ürküten gelişme özgürlükçü güçlerin iktidara gelmesi ve ülkelerin kendi kaynakları üzerinde tam bir denetim sağlamaları idi. Chomsky, bunu Batı Terörizmi kitabında şu şekilde anlatıyor:

“Hoş, eğer işleyen bir demokrasiniz varsa, kamuoyunun siyaset üzerinde bir etkisi olabilir. Bu yüzden Londra, Paris ve Washington’un, ellerinden geldiği ölçüde buna izin vermeyecekleri çok açık. Yani Arap Baharının demokratik unsurlarının altını oymak için ellerinden geleni yapmak zorundalar ki yaptıkları şey de aslen bu. Bu da geçmişteki pratikleriyle oldukça örtüşüyor. Sadece bölgede değil, tüm dünyada sergiledikleri pratikleriyle. En fazla ihtimam gösterdikleri ülkeler, yani petrol diktatörlükleri söz konusu olduğunda da değişen bir şey yok. Oralardaki ayaklanmalar hızlıca bastırıldı. Bahreyn’de kralın hastanelere zorla girme, işkence vs. yoluyla protestoları oldukça şiddetli biçimde bastırmasına yardımcı olan bir askeri birlik, Suudi Arabistan tarafından gönderildi. Batı’dan bu durumu eleştiren bir iki kelam edildi o kadar. En önemlisi de, Suudi Arabistan’ın doğusunda, şiddetli baskı altında tutulan bir Şii nüfusu var. Burası petrolün çoğunun da bulunduğu bölge, o yüzden çok hassas.

Mısır’da ve Tunus’ta ABD ve müttefikleri, tekrar tekrar başvurdukları geleneksel oyun planını uyguladı; destekledikleri bir diktatör artık tutunamayacak hale geldiğinde –belki ordu ona sırt çevirdiğinde– Somoza, Marcos, Duvalier, Suharto, Mobutu ve diğerleri söz konusu olduğunda uyguladıkları planı. Son ana dek onu destekle, artık desteklemek imkânsız hale gelince de defet ve eski düzeni tesis et ve tabi ki arada bol bol “demokrasiyi ne kadar çok sevdiğinden” bahset. Bu bir rutin halini aldı. Bunu görmemek için gerçekten kör olmak lazım.”

İsyana dönüşen yaygın memnuniyetsizliğin gerçek sebeplerini anlamak için aslında bu memnuniyetsizliğin kökenlerine gitmek ve Arap dünyasındaki ilerici Arap Milliyetçiliklerinin neyi başaramadıklarına ve nasıl bir hayal kırıklığı yarattığına bakmak gerekir. Bu süreci daha geriye götürüp Batı Emperyalizminin Ortadoğu’ya girişi ve bölgedeki siyasi dengeleri biçimlendirmekteki rolü üzerinden anlamaya çalışmak gerekir, Zira Ortadoğu’daki çatışmaların kökenleri aslında bu dönemde yatmaktadır.

3. Emperyalizmin Bölgeye Girişi

16. yy’dan beri hakim olan Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileyişine paralel olarak bölge, önce mali-iktisadi yollarla, 19. yy. ortalarından başlayarak siyasal olarak bütünüyle Avrupa Emperyalizminin kıskacına girdi. Osmanlı egemenliği –klasik İmparatorluk modeli- üretim ve egemenlik ilişkilerini kökten değiştirmeyen, esasen vergi yükümlülüğüne bağlı, görece “gevşek” bir egemenlikti. Nüfusun çoğunluğu ile var olan din birliği bu egemenlik ilişkisini gevşeten önemli bir etkendi. Avrupa Emperyalizminin egemenliği ise bu toplumların sınıfsal yapılarına, üretim ilişkilerine ve kültürlerine köklü bir müdahaleyi içeriyordu.

1800’lerin başında Ortadoğu’nun önemi Hindistan geçiş yolu üzerindeki irtibat noktalarını barındırmasıydı. Bu arada Ortadoğu’da devam eden Osmanlı egemenliği de çözülme evresine giriyordu. Çözülme sürecinde ganimetin nasıl paylaşılacağı sorusu emperyal ilginin ana kaynağını oluşturuyordu.

1798-1801’de Fransa’nın Mısır’ı işgal bölgenin sömürgeleştirilmesi yönünde atılan ilk adımdır. Fransa’nın Mısır’ı işgal girişimi Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarına yönelik ilk ciddi sömürgeci girişim olarak değerlendirilir. Aynı zamanda bölge üzerinde İngiliz ve Fransız çekişmesinin de başlangıcını simgelemektedir.

1830’da Fransa Cezayir’i işgal etmiştir. 16 yy. dan beri Cezayir ile ticari ilişkilerini geliştiren Fransa, 1830 yazında başkent Cezayir’i işgal etti. İşgal bir yandan bölgede Fransız Emperyalizminin üstünlüğünü simgeler.

1869’da Süveyş Kanalı açılmıştır. Bölgenin önemi ve dolayısıyla emperyal çekişme artmıştır. Kanalın açılması güçler dengesinde ibrenin Fransa’dan Britanya’ya dönüşünü simgeler.

1882’de Britanya Mısır’ı işgal eder.

Mısır’ın mali ve iktisadi denetiminin baş döndürücü hızı Klasik Emperyalizm teorisine örnek teşkil edecek bir sömürgeleştirme hikâyesidir. 19. yy. başlarında (1798-1801) kısa süreli Fransız işgalini takip eden 4 kaotik yılın ardından Mehmet Ali Paşa Mısır Valisi oldu. Mehmet Ali Paşa ile başlayan reform, yeniden yapılanma ve imar süreçlerinde Mısır – hep biraz daha fazla vergi karşılığı- Osmanlı’dan uzaklaşırken, önce Avrupa’ya bağımlılık (Fransa-Britanya) kavramı ile tanıştı, ardından aşama aşama bu bağımlılığın kurumsallaşmasına sahne oldu.

Özellikle Mehmet Ali Paşa’nın ölümünü (1848) takip eden yıllarda Batı ile kurulan ticari ilişkiler gelişti, yüksek gelir elde edilen devlet tekellerinden vazgeçilerek ticaret “liberalize” edildi. Yabancıların ekonomik etkinliklerinin hızla artması ile başa baş gelişen borçlanma süreci, “modernleşme” yatırımları ile hız kazandı.

1863-1879, “Mısır artık Afrika değildir, Avrupa’nın bir parçasıdır” diyen İsmail Paşa (M. Ali Paşa’nın yeğeni) dönemidir [2] . Emperyalizmin etkinliğinin iyice artar, dış borç yükü kaldırılamaz bir hal alır. (Dönemin başında 367 milyon frank olan dış borç, 17 yılda 2,5 milyar frank/100 milyon sterline çıkmıştır). Bu durum geniş kitlelerin yoksullaşması, Mısır maliyesinin iflası (1875) ve Mısır yönetiminin Emperyalizme teslimi anlamına gelmektedir. (1876 Düyunu Umumiye Sandığı kurulur. Maliye yönetimi İngiliz ve Fransızlara geçer. Tüm gelirlerin yarısı dış borçlara, diğer yarısı devlet harcamalarına ayrılmaya başlanır.)

Bu şekilde başlayan fiili manda sistemi 19. yy’ın son 20 yılında iyice biçimlenmiş, Mısır 20. yy’a hukuken Osmanlı’ya, fiili olarak Britanya’ya bağlı bir ülke olarak girmiştir. 1878’de 1. Mısır Meşruti Hükümeti kurulduğunda, Maliye Bakanı bir İngiliz, Bayındırlık Bakanı bir Fransız’dır. 1882’de İngiltere Mısır’ı işgal etmiş ve “manda” sistemi tam olarak kurumsallaşmıştır. Mısır artık Britanya Genel Valisi tarafından yönetilmektedir.

4. 1900-1914: Emperyalist Paylaşım Mücadelesi

Bu dönemde Mısır ve Cezayir sömürgeleşmiş durumdadır.  Emperyalist ilgi geri kalan Osmanlı topraklarında yoğunlaşır. Özellikle Arap Yarımadası ve Bereketli Hilal üzerinde. Bunun iki ana sebebi vardır:

Stratejik neden. Osmanlı dağılmak üzeredir. Artık “kim nereyi nasıl alacak?” sorusu sorulmaktadır. Bölge birçok Avrupalı devletin, öncelikle Britanya, Fransa ve Rusya’nın ve bu paylaşım sürecine dahil olan “taze güçler”in, Almanya ve İtalya’nın hedefi haline gelmektedir.

Petrol kokusu. Petrole ilgi eskidir, fakat petrolün stratejik önemi sıvı yakıt ile çalışan motorların icadı ve İngiliz donanmasının bu yakıtları kullanan araçlarla modernleştirilmesi sonucunda ortaya çıkmıştır (1911).

Emperyal liderliğini pekiştirmeye çalışan Britanya, Arap Yarımadası ve Bereketli Hilal’i  ele geçirmenin yolunu, bölgenin hemen hemen tamamına yayılan ve bilinen petrol rezervlerini kapsayacak bir “Büyük Arap Krallığının” tesisinde görüyordu.

Britanya bu plan doğrultusunda Arap Yarımadası’nda yerel ve geleneksel liderlerle ilişkiye geçmeye başladığında ortalık da karışmaya başladı. Sahneye Mekke Şerifi Hüseyin ve İbn Suud çıktılar.

Aslında bu dönemde ortaya çıkan güç odakları ve aralarındaki çatışma yeni değildi. Merkezi Sünni İktidarın (Osmanlı’nın) Kutsal Şehirlerdeki çıkar ve denetimini temsil eden Mekke Şerifliği ile, gücünü Vahabi mezhebinin aykırılığından alan Suud Sülalesi (Necd Emirliği) yüzyıllardır aralıklarla bölgede egemenlik mücadelesi veriyorlardı.

1900’lerin başında Mekke Şerifi Hüseyin, Osmanlı ve Britanya arasında gidip geliyordu. Osmanlı’nın yaklaşan savaştan Almanya ile birlikte galip çıkma olasılığı ve Sünnilik, Halifeye karşı savaş kararını zorlaştırıyordu. Ancak dönemin sonuna doğru İttihat ve Terakki Cemiyeti iktidarının merkezi ve Türkçü politikaları Hüseyin’i Osmanlı’dan uzaklaştırdı. Meşhur Lawrence’ın de çabalarıyla İngiltere ile bir arada Arabistan’ı birleştirmeyi hedefleyen “Büyük Arabistan” isyanı hazırlıklarına girişen Hüseyin, bölgenin geleceğini şekillendiren önemli aktörlerden biri oldu.

Bu yıllarda Vahabilik Mezhebi, Abdülaziz Ben Abdurrahman El-Suud tarafından kısmen anti-sömürgeci bir Arap-Bedevi dirilişinin ideolojisi olarak siyasallaştırıldı ve Suud yeni bir güç olarak doğdu.

5. 1914-1930: Yeni Ortadoğu’nun İnşası Ve Manda Rejimlerinin Tesis Edilmesi

Britanya-Fransa’nın Ortadoğu üzerindeki hâkimiyetleri bu dönemde doğal sınırlarına ulaşacak kadar genişlemiştir. Fakat bu eski tarz emperyal kuşatmanın yükü, yıpranmış güçlerin kaldıramayacağı ölçüde büyüktür. Bu dönemde Wilson ABD’si ve Bolşeviklerin girişimleriyle Klasik Emperyalist paradigmanın yıpranışına, halklara “özgürlük” temasının bölgeye de sızmasına izin vermiştir. Fakat bu gelişmelerin fiili etkileri aslen daha sonraki dönemlerde gündeme gelecektir.

1914-1930 dönemine aslen petrol imtiyaz kavgaları, bununla ilgili olarak “rastgele” çizilen sınırlar ve manda rejimleri damgasını vurmuştur. Bu noktada, Ortadoğu’nun yeniden yapılandırılmasında çok önemli rol oynayan üç metine değinelim.

1. Skyes-Picot Anlaşması (1916): SSCB’nin kuruluşu ile deşifre olan gizli bir anlaşmadır. Ortadoğu paylaşılır. Ruslara Karadeniz kıyıları, Boğazlar ve İstanbul garanti ediliyor. Bunun karşılığında Ortadoğu Britanya ve Fransa’ya kalır. Fransa Suriye ve Lübnan’ı; Britanya Irak, Mavera-i Ürdün ve Filistin’i işgal eder.

2. Versailles Antlaşması (1919): Manda rejimleri tanınır. Paylaşım resmileşir.

3. Balfour Bildirgesi (2 Kasım 1917): Filistin’de kurulacak bir Yahudi Devletinin temeli atılır. Devlet fikri ilk kez uluslararası güçler (Britanya-Fransa) tarafından tanınmış olur. Fakat İngilizlerin Araplara yatırım yaptığı bir dönem olduğu için, bildiride ‘ülkedeki öteki sakinlerin medeni ve dinsel haklarının ihlal edilmemesi’ şart koşulmuştur. 

Britanya’nın stratejisi Büyük Arap Krallığı’ndan vazgeçip, küçük bağımlı manda rejimleri aracılığıyla bölge egemenliğini tesis etmek biçiminde değişmek zorunda kalmıştır.

Bunu doğuran iki gelişmeden birincisi, 1916’da Arapları birleştirme ve Büyük Arap Krallığının temellerini atma iddiasındaki Hüseyin isyanının fiyasko ile sonuçlanmasıdır. İkinci gelişme ise Kuzey Kürdistan Kürtlerinin Türkiye ile birlikte savaşa katılmış olmasıdır.

Hüseyin’in Britanya ve Fransa güçleri ile birlikte Osmanlı’ya karşı giriştiği isyan ve akabinde Suud ile yaşanan çatışmalar, bölgedeki manda rejimlerinin şekillenişini ve Suudi Arabistan’ın ayrıksı öyküsünü anlamak açısından oldukça önemli ipuçları sunar.

Britanya “Büyük Arap Krallığı” kurmayı ve bu yapı ile bölge egemenliğini tesis etmeyi düşündüğünde, önünde seçebileceği iki güç odağı vardı: Mekke Şerifi Hüseyin ve Suud. İngiltere’nin tercihi aykırı Vahabi Hareketi yerine, merkezi Sünni iktidarı temsil ettiği düşünülen Hüseyin’dir (Lawrence etkisi). Halifelik vaadinin de heyecanı ile Osmanlı’ya isyan eden Hüseyin, derme çatma denebilecek askeri gücü ile (Arabistan’dan az sayıda Bedevi, mahkûmlar, Osmanlı ordusundan kaçan askerler) Müttefik güçlerin yanında Filistin ve Suriye’nin işgaline katılmıştır. Fakat kurgu gerçekleşmemiş, Arap halkları Hüseyin’i izlememiştir. Hüseyin, bizzat etkin olduğu Medine’den bile asker devşirmekte zorlanmıştır

Britanya’nın Hüseyin’i tercih etmesi, Suud’un İngilizlerden uzaklaşmasına, Britanya-Hüseyin-Suud arasında gerilimli bir ilişkinin gelişmesine neden olmuştur. 1918’den itibaren Hüseyin’in birliklerine (ve bölgedeki diğer güç İbn Raşid’e) saldırmaya başlayan İbn Suud’un başarıları İngilizlerin yanlış ata oynadıklarını fark etmelerini sağlasa da, artık iş işten geçmişti. İngilizler merkeze Sünni Müslümanlığı yerleştirmiş, Hüseyin’in iki oğlunu (Faysal ve Abdullah) Irak ve Ürdün’ün başına geçirmişlerdi. Fakat Hicaz’da kurdukları Hüseyin iktidarının devam etmeyeceğini gördüler ve Suud’u “serbest” bıraktılar.

Suud 1924’te, daha birkaç ay önce kendisini halife ilan etmiş olan Hüseyin’in birliklerine saldırdığında İngilizler yardım etmediler, oğullarının babalarının yardımına koşmalarına da izin vermediler. Hüseyin yenildi ve tasfiye oldu. Irak-Hicaz sınırı netleşti. İki yıl sonra da daha sonra Suudi Arabistan’a dönüşecek olan Hicaz Krallığı-Necd Sultanlığı ilan edildi. (Ülkeyi tanıyan ilk devlet SSCB oldu. Fransa ve İngiltere onu takip etti.)

Wilson ilkeleri ve SSCB’nin kuruluşu

Nisan 1917’de Woodrow Wilson meşhur ilkelerini ilan etti. Aynı yılın Ekim ayında Bolşevik Devrimi gerçekleşti. Her ikisi de “sömürgelerin tasfiyesini” savunuyordu. Birisi anayasal yolu (müzakereler), diğeri ayaklanmayı önerse de ilke ortaktı: “Her ulusa kendi kaderini tayin hakkı”.  Ne var ki kimlerin ulus olduğuna ve dolayısı ile kimlerin kendi kaderini belirleme hakkına sahip olacağına yine bu yeni güçler karar vereceklerdi. Bu noktada da yine bir ortaklık söz konusuydu. Her iki doktrinin listeleri de hemen hemen ortaktı. İkisinin listesinde de İsrail mevcutken, ikisinin listesinde de Kürdistan yoktu. İlk bakışta zıt gözüken bu doktrinler, aslında zıt değil, çevre bölgelerin bağlılığını sağlama konusunda rakip doktrinlerdir.

Wilson ilkeleri ve Bolşevik Devriminin yarattığı yeni iklim, yeni bir paradigmanın aşama aşama kurulmasını simgeliyor, Milletler Cemiyeti gibi kurumlar ve manda sistemi gibi uluslararası meşrutiyete dayanan egemenlik biçimleri bu yeni paradigmanın önemli bileşenleri olarak şekilleniyordu. Savaşın sonundan itibaren ekonomik ve siyasal olarak yıpranmış eski emperyal güçler, bu yeni paradigmayı göz ardı edemediler. Dünyada artık kimse emperyal işgal ve yönetim biçiminin “kendi başına gelişmesi mümkün olmayan halkların tek şansı” olduğunu alenen savunamıyordu. Yeni güçlerin devreye girmesiyle yeni emperyal paradigma “liberal emperyalizm” yavaş yavaş sömürgeciliğin tasfiyesini dayattı.  Fakat bu durum eski güçlerin aniden paradigmalarını, stratejilerini ve emperyal çıkarlarını terk ettikleri anlamına gelmemektedir. Ortadoğu’da geleceğin politikalarını biçimlendiren, önce Wilson Amerika’sı ile İngiliz-Fransız hedefleri arasındaki çatışma, ardından soğuk savaş ile birlikte ABD-SSCB rekabeti olacaktır. Halklara özgürlük talep eden Amerika’nın kastettiği özgürleşmenin, daha çok bölgede faaliyet gösterecek petrol şirketlerinin dilediği gibi iş yapma özgürlüğü olduğu bir müddet sonra ortaya çıkacaktır.

6. 1930-1939: İngiliz Hegemonyasının Zayıflaması, ABD’nin Bölgeye Yerleşmesi

Bu dönem, klasik İngiliz-Fransız emperyal egemenlik ilişkilerinin görece zayıflamasına ve yerine ABD “liberal” emperyalizminin ağırlık kazanmasına sahne olmuştur. Manda rejimleri aşama aşama tasfiye edilmiş ve bağımsız ulus devletler kurulmuştur.

1930’da Irak dış siyasetini Britanya ile eşgüdümlü hale getirmesi, iki hava üssü ve gerektiğinde haberleşme şebekesini kullandırma karşılığında resmi bağımsızlık kazandı. Milletler Cemiyeti üyeliğine kabul edildi. Bu süreçte –önceden verilen vaatlere rağmen- Kürtlerin adı geçmemiştir.

1932’de Suud, şeriata dayalı Suudi Arabistan Krallığını ilan etti. Bu gelişme, Arap dünyasında İslam’ın siyasi bir yapıya temel oluşturabileceğine dönük bir inancın güçlenmesine vesile oldu.

1936’da Mısır, Milletler Cemiyetine kabul edildi. Britanya Mısır’ın askeri işgaline son verdiğini ilan etti. Yine de Süveyş Kanalı çevresindeki askerlerini geri çekmedi.

1936’da Suriye bağımsız bir devlet haline geldi.

A.B.D, Suudi Arabistan üzerinden ve ARAMCO aracılığıyla bölgeye yerleşmeye başladı. II. Dünya Savaşında ülkesine ABD üssü kurulan Suudi rejimi, 1950’lerin ikinci yarısından itibaren, Nasır’ın anti-emperyalist Arap enternasyonalizmine karşı, Arap dünyasında emperyalizme bağımlı rejimlerin yeniden üretilmesinin maddi-manevi önderi oldu. Komünizme ve seküler milliyetçiliğe karşı önemli bir kale işlevi gördü.

Bu dönemin temel sorunsalları petrol imtiyazları ve petrol sahalarının denetimini sağlayacak sınırlar, bağımlı-bekçi yönetimlerin tesis edilmesiydi. Britanya’nın petrol arama iznini sadece İngiliz vatandaşlarına tanıyan ‘yurttaşlık yasası’ aracılığıyla petrol sahaları üstünde tekel kurma girişimleri, önce truva atları ile delindi. (ABD şirketleri ile bağlantılı İngiliz vatandaşı Holmes bölgeden Britanya ile rekabet halinde imtiyaz toplar. Gittiği ilk adres Britanya ile gerilimli olan ve ABD şirketlerine göz kırpan Suud olmuştur.) Ardından, dönemin sonunda (1930), ABD’nin baskılarıyla yasa iptal edildi ve petrol meselesi tamamen “özgürleşti”.

Bu süreç klasik emperyalizmin ekonomik olarak güçsüz düştüğünün (1929 ekonomik buhranı), zayıflamaya başladığının, dolayısıyla tasfiyesinin yaklaştığının işaretlerini içinde taşır.

7. 1939-1967, Klasik Sömürgeciliğin Bölgeden Çekilişi, Yükselen Arap Milliyetçiliği

İkinci Dünya Savaşı ile başlayan dönem, Ortadoğu’nun ve Kuzey Afrika’nın emperyal güçler tarafından yeniden işgal edilerek savaş alanı haline gelmesine neden oldu.  

İkinci Dünya Savaşı sonrasında Mısır, Britanya için Orta Doğu’daki en sorunlu bölgeydi, çünkü burada önemli bir askeri varlığı mevcuttu. 1951’de kanal bölgesini işgal eden Britanya ordusu ile Mısırlı gerillalar arasında çatışmalar başladı ve Mısır hükümeti halk ayaklanmasından endişe ederek Britanya’ya karşı bir dizi askeri, diplomatik ve adli önlem aldı. 25 Ocak 1952’de Mısır’da Britanya’yla sıcak çatışmalar başladı ve halk ayaklandı. Bunun üzerine solun iktidarı ele geçirmesinden korkan monarşistler ve Britanya istihbaratı Müslüman Kardeşleri kullanarak Mısır’da bir iç savaş kışkırttı. Kral hükümeti görevden aldı ve Britanya’ya karşı savaşan binlerce gönüllü solcu ve milliyetçi tutuklandı. Ülkede düzenin bozulması Nasır’ın hâkimiyeti altına giren orta rütbeli genç subaylardan oluşan gizli bir örgüte iktidarı ele geçirme fırsatı sağladı. Temmuz 1952’de Özgür Subaylar ülkede iktidarı ele geçirdi. Nasır’ın iktidara gelmesinin ardından 1954’te Britanya Kanal bölgesinden çekildi.

Dolayısıyla Nasırizm, eski yönetimin eski hegemonik güçlere tabiyetini reddederek iktidara geldi ve bu süreçte Mısır sadece SSCB ve Çin’le değil, Yugoslavya, Endonezya ve Hindistan’la ve Bağlantısızlar Hareketi ile yakınlaştı. Batılı güçlerin Mısır’a düşmanlığı giderek artmaya başladı ve bu düşmanlık, 1956’da Süveyş kriziyle birlikte doruğa ulaştı.

1956’da Mısır’ın Asvan Barajı için mali yardım umutlarını canlandıran ABD, Mısır’ın CENTO’ya katılmayı reddetmesi üzerine Asvan barajı için vaat ettiği yardımı askıya aldı. Buna tepki olarak Mısır hükümeti Süveyş Kanalı Şirketi’ni millileştirdi ve barajı buradan sağlayacağı gelirle inşa edeceğini açıkladı. Bunun üzerine Fransa, Britanya ve İsrail arasında Mısır’a saldırmak ve Nasır yönetimini devirmek için gizli bir anlaşma yapıldı. Ekim ayında İsrail güçleri Mısır’a girerek Süveyş Kanalı’na doğru ilerlediler. Kendi aralarındaki anlaşma uyarınca Fransa ve Britanya Mısır ve İsrail’e bölgeden çekilmeleri için ültimatom verdi. Nasır’ın bunu reddetmesi Britanya ve Fransa’ya Kanal bölgesine saldırma bahanesi sağladı.

Ancak ABD ve SSCB, büyük güçler olarak, çıkarlarının söz konusu olduğu bir bölgede, bu çıkarlar hesaba katılmaksızın böyle tayin edici adımların atılmasını kabul etmediler. ABD ve SSCB baskısıyla dünya çapında düşmanlık ve mali çöküş tehlikesiyle karşılaşan İsrail, Fransa ve Britanya geri çekildiler. Bu kriz sonucunda Mısır askeri açıdan yenilmiş olsa da sonuçta istediğini kabul ettirmiş olması nedeniyle çevre ülkeler nezdinde gücünü artırdı. Diğer ülkelerde Nasır’ı desteklemek veya hareketlerini tehlikeli bulup mesafeli durmak şeklinde yarılmalar meydana geldi. Bazı ülkelerin iç yapısında da değişiklikler oldu. Lübnan’da iç savaş başladı, Suriye’de Nasır destekçileri iktidara geldi ve Suriye ile Mısır’ın Birleşik Arap Cumhuriyeti adı altında birleşti, Irak’ta cumhuriyet devrimi oldu. Süveyş krizinin hegemonik güçler açısından en önemli sonucu Britanya’nın Arap siyasetinin sona ermesi ve ABD’nin Orta Doğu’da kontrolü ele geçirmesi oldu.

Bu dönemde 1954-1962 arasında süregiden Cezayir Bağımsızlık Savaşı sonunda Cezayir’in resmen bir parçası olduğu Fransa’dan bağımsızlığını kazanması da önemli bir gelişmedir.

Arap Milliyetçiliği, Süveyş krizi ve Cezayir savaşıyla birlikte büyük prestij kazandı. Ancak bu prestij artışının tek nedeni anti-emperyalist mücadeledeki başarı değildi. Arap milliyetçiliğinin asli gücü kitlesel bir meşruiyete kavuşmasından geliyordu. Bu kitlesel meşruiyeti sağlayan başlıca sosyal faktörler, Arap Birliği düşüncesi ve sosyalist kalkınma politikalarıydı.

8. Altı Gün Savaşı (1967 Arap-İsrail Savaşı)

Altı Gün Savaşı, diğer adlarıyla 1967 Arap-İsrail Savaşı, Üçüncü Arap-İsrail Savaşı, 5 Haziran 1967'de İsrail ile Arap komşuları Mısır, Ürdün ve Suriye arasında başlayan ve 6 gün süren savaşa verilen addır. Arap İttifakı'na Irak, Suudi Arabistan, Sudan, Tunus, Fas ve Cezayir de asker ve silah yardımıyla katılmışlardır. 1948’de İsrail devletinin kurulması sırasında Filistin topraklarının işgal edilmesi ve Filistinlilerin topraklarından sürülmesi Arap devletlerinde derin bir aşağılanma yaratmıştı ve İsrail ile ilişkileri gerilimli olagelmişti. Ancak bu gerilimin bir saldırıya dönüşmesi Arap milliyetçiliğinin yarattığı özgüven ile mümkün oldu.

Savaş İsrail'in kesin üstünlüğü ile bitmiştir. Savaşın sonunda Mısır'dan Sina Yarımadası'nı, Suriye'den Golan Tepeleri'ni ve Filistin'in Gazze Şeridi ile Batı Şeria topraklarını alan İsrail topraklarını dört katına çıkarmıştır.

Aslında İsrail’in bölgede güvenilir bir Batı müttefiki olarak rüştünü ispat etmesi ve radikal Arap milliyetçiliğini dengeleyecek bir güç olarak yükselmesi bu savaş sayesinde gerçekleşmiştir. İsrail’in kökeni 1897’de Siyonist örgütünün kurulması, Balfour deklerasyonu ile Yahudilerin Filistin’de ulusal bir vatan kurma hakkının meşruluk kazanması, Filistin’e Yahudi göçünün arttırılması ve Filistin’in sömürgeleştirilmesi ile başlamıştır.

Siyonistler 1920’den itibaren Filistin’e göçleri yoğunlaştırınca Arap tepkisi gelişmeye başlar. 1920’de Kudüs’te bir Arap ayaklanması çıkar. 1921’de ayaklanma büyür ve Filistin Arap Kongresi, Balfour Deklarasyonunu protesto eder. İngiliz yetkililer mandanın, bütün Filistin’de bir Yahudi devleti kurmayı amaçlamadığını söyleseler de Araplar ikna olmazlar. 30’lu yıllar boyunca artan Yahudi göçü ve Filistin’den toprak satın alımları Arap başkaldırılarını körükler. 1936’da bir genel grev ile başlayan ilk Filistin intifadası 1939’a kadar sürer ve Britanya askerleri ve Siyonist güçler tarafından zalimce bastırılır.

Birinci Arap-İsrail Savaşı, Filistin'de İngiliz manda rejiminin sona ermesinin hemen ardından 14 Mayıs 1948'de, Tel-Aviv'de toplanan Yahudi Milli Konseyi, yayınladığı bir bildiri ile İsrail Devleti’nin kurulduğunu ilan etti. Bunun hemen ardından ABD ve ertesi gün de Sovyetler Birliği İsrail'i tanıdığını açıkladı. Bu gelişmelerin öncesinde ise İngiliz birlikleri bölgeyi terk etmeye başlamışlardı bile.

İsrail Devleti’nin kuruluşunun ilan edilmesinden birkaç saat sonra Arap Birliği İsrail'e savaş açtı. Mısır, Ürdün, Suriye ve Irak kuvvetleri üç yönden saldırıya geçerek önemli ilerlemeler kaydettiler. Ancak İsrail'in planlı savunması üzerine savaş Araplar aleyhine dönüştü.

İsrail savaş sonunda 1947'de taksim planı ile elde ettiği V’lık Filistin toprağını % 78’e çıkardı. 700,000 Filistinli, evlerini terk etmek zorunda kalarak komşu ülkelere veya Arapların yoğun olduğu bölgelere sığındılar. Yurtlarını terk eden Filistinlilerden 250,000’i Gazze’ye yerleştirildi.

9. Radikal Arap Milliyetçiliğinin tasfiyesi ve emperyalizmle entegrasyonu 1967-2011

1967 yenilgisi Arap milliyetçiliği için önemli bir prestij ve hegemonya kaybıydı. 1973’de Enver Sedat’ın SSCB’nin de desteği ile 1967 Savaşında kaybettiği Sina yarımadasını geri alması bile bu prestij kaybını telafi edemedi. Bundan sonraki yıllarda, Mısır ve İsrail arasında 1978 yılında yapılan Camp David anlaşması ile başlayan süreçte Arap milliyetçiliğinin emperyalizme entegre olması, Filistin Davasını satması ve Arap halklarına vadettiği refahı sağlayamaması nedeniyle kitle tabanını da yitirerek baskıcı diktatörlüklere dönüşmesi gerçekleşir.

ABD’nin 1970’lerde Ortadoğu’da kurmaya çalıştığı statüko şu ayaklara dayanıyordu: Arap Milliyetçiliğinin çökertilip Arap devletlerinin ABD çıkarlarına bağlanması – bu süreç Suriye için işlemiyordu, Irak’ın konumu İran savaşına dek belirsizliğini korudu; Filistin sorununun BM gündeminden çıkarılarak ikili anlaşmalar çerçevesine sıkıştırılıp etkisizleştirilmesi – FKÖ’nün yükselen mücadelesi ve itibarı buna izin vermiyordu; ve SSCB’ye karşı İran ve Suudi Yeşil kuşak projesiyle bir tampon oluşturulması. 1980’lerde birbiri ardına yaşanan devrim, savaş ve ayaklanmalar bu süreçlerin tamamlanamayacağını gösterdi. 1979 İran İslam Devrimi’yle birlikte ABD, bölgedeki en güçlü müttefikini yitirdi. Bu gelişmeye Irak ve İran arasında sekiz yıl devam eden ve bir milyondan fazla insanın ölümüyle sonuçlanan bir savaşta Irak’ın sponsorluğunu üstlenerek yanıt verdi. 1982’de İsrail Lübnan’ı ABD’nin onayını arkasına alarak, Beyrut ve kuzeyini de içine alacak şekilde işgal ettiğinde bölgesel bir savaşa zemin hazırladı. 1988 İntifada hareketi İsrail işgalinin bir halkın sorunu olduğunu gözler önüne serdi ve Filistin hareketinin yok edilemeyeceğini ortaya koydu. Yeni gözde müttefik Irak, Saddam Hüseyin liderliğinde kontrolden çıkarak bölgesel bir emperyal güç olmaya soyundu ve 1990’da Kuveyt’i işgal etti. Bu gelişmede SSCB’nin çökmesi ile bölgedeki güç dengelerinde bir aktör olmaktan çıkması da etkili oldu.

1991 yılındaki 1. Körfez Savaşı, ile 2004 yılındaki Irak işgali arasında geçen sürede Irak’a uygulanan ambargo nedeniyle, 1990-2002 yıllarını kapsayan bir araştırmaya göre 345.000-530.000 çocuk, ABD eski başsavcısı Ramsey Clark’ın tahminlerine göre ise (750.000’i çocuk) 1.500.000 kişi ölmüştür. Chomsky’nin iddiasına göre halk bu ölümler nedeniyle (halkı olarak) Saddam Hüseyin’i değil, Batıyı sorumlu tutmuş ve ülkede ve İslam dünyasında Batı karşıtı duygu artmıştır.

10. 11 Eylül Saldırıları ve Afganistan ve Irak İşgali

11 Eylül 2001’de İkiz Kulelere yapılan saldırı sonrasında ABD önce suçluları koruduğu gerekçesi ile önce Taliban yönetimi altındaki Afganistan’ı, daha sonra da el Kaide’ye destek verdiği ve kitle imha silahları ürettiği gerekçesiyle Saddam Hüseyin yönetimi altındaki Irak’ı işgal etti. Bu işgaller sırasında, Ebu Greyb ve Guatanamo hapishanesindeki ABD güçlerinin gerçekleştirdiği işkenceler, ya da Felluce katliamı gibi katliamlar ve diğer insan hakları ihlalleri Müslümanların gözünde korkunç bir aşağılanma olarak algılandı ve bugünkü cihatçı şiddete zemin hazırladı.

2007 yılında yapılan araştırmalara göre Irak'ta tahmini 1.000.000 sivil yurttaş hayatını kaybetmiştir. UNHCR Nisan 2008 tarihli verilerine göre 4.7 milyon Iraklı yer değiştirdi (Irak nüfusunun sı), bunların iki milyonu komşu ülkelere sığındı.

Irak işgali ile bazı tarikat ve diğer çeşitli silahlı gruplardan oluşan direnişçilerle koalisyon güçleri arasında bir asimetrik savaş başlamış, Şii ve Sünni gruplar arasında çatışmalar çıkmış ve Irak'ta El-Kaide operasyonları başlamıştır. Bu operasyonlar sonucunda El Kaide Irak’ta silahlı mücadeleyi bırakarak özellikle Sünni bölgelerde yeraltı örgütlenmesine gitme kararı aldı. Daha sonra Suriye’de iç savaşın başlaması ile birlikte cihatçı şiddet Suriye ve Irak’ta geniş kitle tabanı ve desteği buldu.

11. Günümüzdeki durum

Günümüzde artık emperyalist ülkeler, çıkarlarını ciddi biçimde tehdit eder hale gelmeye başlayan cihatçı şiddeti kontrol altına almaya çalışırken bir yandan da Şii ekseninin  (Ürdün’de Hizbullah, Suriye rejimi, Irak’taki Şiiler ve İran) aşırı güçlenmesinin önüne geçmeye çalışıyor.

Chomsky bu cihatçı şiddetin kaynağını da emperyalist politikalara bağlamaktadır. Sovyetler’in Afganistan’ı işgal etmesine bir tepki olarak ABD Suudi Arabistan’ın maddi ve politik yardımı ile Afganistan’daki Mücahitleri desteklemiştir. El Kaide türünden cihatçı örgütler ilk savaş tecrübelerini bu zeminde kazanmışlardır. Daha sonra Irak’ın işgali ile Ortadoğu’da zemin bulan Selefi örgütler, Irak’ta Şiilerin güçlenmesine karşı ve Şii Suriye rejimine karşı savaşa girişmişlerdir. Radikal İslamcı örgütlerin arkasında, kendisi resmi ideolojisi de radikal İslam’ın bir türü (Vahabilik) olan Suudi Arabistan’ın lojistik desteği vardır. Birçok yorumcuya göre de Irak ve Suriye toprakları İran ve Suudi Arabistan’ın vekâlet savaşlarına tanıklık etmektedir. Aslında Suudi Arabistan ABD’nin bölgedeki en sadık müttefikidir ve Irak işgali ABD’nin istediği sonucu doğurmayınca ve Irak’ta Şii yönetim İran’la yakınlaşmaya başlaması nedeniyle bölgedeki İran nüfuzu artmaya başlayınca Suudi Arabistan ve Katar bir ölçüde ABD’nin de onayı ile Irak ve Suriye’deki cihatçı örgütlere lojistik destek vermeye başlamıştır. Bölgede şu anda bir pat durumu söz konusudur. Denetimden çıkan cihatçı şiddeti etkisi bombardımanlarla bir ölçüde kırılmış olsa da hala geniş alanlarda nüfuzunu korumaktadır ve Şii eksenine karşı bir tehdit olarak varlığını sürdürmektedir.

Bu dengede Türkiye’nin durumunu da ayrıca değerlendirmek gerekir. Erdoğan/Davutoğlu ikilisi Ortadoğu çapında Müslüman Kardeşler üzerinden büyük bir kumar oynadılar ve kaybettiler. Oynadıkları kumar, Müslüman Kardeşler tarzı neoliberal politikalarla uyumlu İslamcı güçlerin Arap ülkelerinde iktidara gelmesi, Türkiye’nin bölgenin “büyük abisi” rolüne soyunması ile alt-emperyal bir güç haline gelmesi ve bölge liderliği konumunu pekiştirmesi idi. Bölgenin hem kendi içinde hem de neoliberalizmle entegrasyonunun bölgesel bir ekonomik canlılık yaratacağı ve halkların refahını bir ölçüde arttırarak neoliberal İslamcı siyasetin meşruiyet zeminini pekiştireceği bekleniyordu. Bu politikalar aslında bir ölçüde ABD ve Batı tarafından da desteklendi ve Türkiye “Ilımlı İslam’ın” gözde bir örneği haline geldi ve İslam ile demokrasinin (=neoliberalizmin) bir arada var olabileceğinin bir kanıtı, vadesi dolan ve halk nezdinde hiçbir meşruiyeti kalmayan Arap diktatörlüklerinin yerine yeni bir model olarak önerildi.

Ancak Ortadoğu’da Mısır’daki darbe ile başlayan süreç, AKP’nin hayallerinin suya düşmesine neden oldu. Sonuçta, Türkiye’nin de müdahalesiyle Suriye harabeye döndü. Bugüne dek 220 bin kişinin öldüğü, 6,5 milyon kişinin yaşadığı yerleri terk etti, 4,5 milyon kişinin başka ülkelerde mülteci konumuna düştü. Irak’taki Şii ağırlıklı hükümetle ve bölgede nüfuzunu pekiştirmekte olan İran’la ilişkiler bozuldu. Türkiye bugün bölgede emperyalizmin kendisine biçtiği rolü, bir İslami demokrasi örneği ve bir denge unsuru olma rolünü hızla kaybetti ve Suudi Arabistan öncülüğündeki Sünni blokunun küçük ortağı haline geldi. Bu durum Suudi Arabistan’ın Yemen’e saldırısına verdiği destekle bir kez daha teyit edilmiş oldu.

Bu gelişmelerin ülke içi siyasete büyük etkileri oldu. Sünnici dış politika ülkedeki Alevilerin ve seküler kesimlerin yabancılaşmasına ve ülkede zaten mevcut olan fay hatlarının derinleşmesine neden oldu. Türkiye sayıları 2 milyon olduğu tahmin edilen Suriyelilerle ve bir “Göçmenler Ülkesi” haline geldi. Öte yandan Suriye’de yürütülmekte olan vekalet savaşı acıların derinleşmesine neden oluyor. Bugün artık Türkiye artık Avrupa yolunda bir ülke değil Ortadoğu coğrafyasında konumlanmış bir ülkedir. Robert Fisk’in deyimiyle “Ortadoğu’nun Pakistan’ı” haline gelmiştir. Fisk bugün Türkiye’nin, Suriyeli muhaliflere silah temin ederek ve Suriye’deki Selefi grupların faaliyet merkezi haline gelerek 1980’den sonra Sovyetler’e karşı savaşan Mücahitlere verdiği destekle Pakistan’ın Afganistan’da üstlendiğini role benzer bir role soyunduğunu belirtiyor. Tüm bu gelişmelere rağmen Türkiye’de muhalif kesimler için Ortadoğu hala kanlı savaşların döndüğü uzak bir diyar olmaktan öte gidemiyor. Bu nedenlerle Ortadoğu üzerine çalışmalar yapmak ve burada ne olduğunu anlamaya çalışmak her zamankinden daha fazla önem arz ediyor.