10 Aralık 2011

Su Hakkı Kampanyası, Taksim Hill Otel, İstanbul

Giriş

Türkiye’de Su Yönetimi, Alternatifler ve Öneriler adlı raporun hazırlanmasında emeği geçen herkese ve Akgün İlhan’a teşekkür ederim. Türkiye’de ve dünyada su politikalarının geçmişi ve bugünü hakkında bilmek isteyeceğimiz pekçok verinin bir araya getirildiği, üzerinde oldukça emek harcanmış değerli bir çalışma ortaya koymuşlar. Kendilerine bir kez daha teşekkür etmek isterim.

Öncelikle bugün tanıtımı yapılan bu raporun hareket noktasına ve temel tespitlerine katıldığımı belirteyim. Rapor “suyu hapsedip devletlerin veya şirketlerin mülkü haline getirmek yerine, onu canlıların yaşam kaynağı ve hakkı haline getirmek için için mücadele edenlere” adanmış. Çalışmanın önsözünde “Türkiye’nin su krizini çözmek adına ürettiği politikaların temelinde suyu ekonomik ve hegemonik bir kaynak olarak gören ve bu kaynağı son damlasına kadar değerlendirmek isteyen bir anlayışın yattığı” tespit edilmiş. Her ikisine de kesinlikle katılıyorum. Çünkü birincisi, suyun devletlerin ve şirketlerin mülkü olmasıyla, onun bir yaşam kaynağı olması arasındaki kaçınılmaz ihtilafa vurgu yapıyor. İkincisi, onu bir yaşam kaynağı olarak görmeyen, dar politik ve ekonomik çıkarlar etrafında tanımlanmış (bence devletçi ve özelleştirmeci paradigmaya karşılık gelen) bir “verimlilik” anlayışının, Türkiye’de egemen olduğunu ifade ediyor.

Bu sunumda, doğal yaşam kaynaklarımızın yönetiminde devletçi ve özelleştirmeci çözümler olarak ifade edebileceğimiz çeşitli politikaların aslında insani bir kalkınmadan ziyade “ekonomik büyümeye” odaklı bir başarı arayışının enstrümanları olduğunu vurgulayacağım. Son kertede daha fazla birincil su tüketimine yol açtığını, veya suyun taşınımı, tüketimi ve bertarafından kaynaklanan diğer çevresel etkileri dışsallaştırdığını, suyun paylaşımında canlı türleri, insan nesilleri ve sınıflar arası adaletsizliği pekiştirdiğini ifade edeceğim. “Ortak mülk” tanımından hareket eden, ortak mülk alanlarının özyönetimini temel alan tabandan demokratik modellerin, ekonomik büyümeye endeksli devletçi ve şirketçi paradigmaya alternatif bir yönetim kurabilme potansiyellerini tartışacağım.

İçinde yaşadığımız kapitalist pazar ekonomisinin en büyük oyuncuları devletler ve şirketlerdir. Ekonomik sistemimiz, adına yanlış bir şekilde kamu sektörü dediğimiz bir devlet sektörüyle büyük şirketlerin (işletmelerin değil, korporasyonların) denetimi altındaki özel sektör arasında bölüşülmüş durumdadır. Bu iki sektörün dışında, ortak mülklerden devşirilen “rızkın” payı ise giderek azalıyor. Oysa soluduğumuz hava, ektiğimiz tohum, içtiğimiz su, yararlandığımız biyolojik kaynaklar hala ortak mülk olma özelliğini koruyor. Bu alanların savunulması, kaybedilenlerin geri kazanılması, ortak mülklerin diğer sektörlere, örneğin kentsel alan, barınma, bilgi ve teknoloji üretimi gibi faaliyetlere genişletilmesi, kapitalist büyümeye alternatif çözümlerin önünü açabilir.

Katılımcı Ekonomi ve Su Kaynaklarının Özyönetimi

Dünyada su hakkı mücadelesi veren hareketler suyun bir “hizmet” değil “hak” olduğunu, suyu kullananların “müşteri” değil “ortak” olduğunu söylüyorlar. Suyun bir hak, kullanıcının bir ortak olarak tesis edilebilmesi, bu hakkın ortaklar arasında, gelecek kuşakları ve diğer canlı türlerini de gözetecek şekilde bölüşülmesi ortak mülk alanının tanımlanması ve katılımcı özyönetim pratiklerinin geliştirilmesiyle mümkün olabilir.

Gelir dağılımında özel mülkiyetin, bilgi ve becerinin ödüllendirilmesi; karar alma mekanizmalarının merkeziyetçi, dışlayıcı ve yabancılarştırıcı olması; toplumsal işbölümünün güçlendirici, tatmin edici işlerle yıpratıcı ve bezdirici işleri kalın bir çizgiyle birbirinden ayırması; üretilen mal ve hizmetlerin tahsisatında kapitalist pazar rekabetinin esas alınması, kapitalist ekonominin temel karakterini resmediyor. Bunlar aynı zamanda kapitalist ekonominin temel kurumları, devletler ve şirketler ise bu kurumların baş aktörleridir. Diğer taraftan ortak mülk alanları ve özyönetim, kapitalizminkilere alternatif kurumların varlığını gerektirdiği için devrimci, dönüşümcü bir öz barındırmaktadır.

Özyönetim mücadelesi kapitalizmin hüküm sürdüğü bir dünyada verildiği için, onun kurumlarıyla ve aktörleriyle belirli bir ilişkiyi, mesafeyi ve gerilimi kaçınılmaz biçimde zorunlu kılmaktadır. Su hakkı mücadelesinin içerisinde kapitalizmin temel kurumlarına karşı alternatifler geliştirip bunları kararlılıkla savunabildiğimiz ölçüde, dar ekonomik çıkarlara endeksli verimlilik ve ekonomik büyüme arzusuna dayalı devletçi, şirketçi çözümleri zayıflatacağız. Alternatif modelleri yalnızca durağan kurumsal bir düzenleme şeklinde algıladığımız müddetçe, o modeller ne kadar incelikli çalışılmış olursa olsun, kapıdan kovduğumuz devletçilik ve şirketçilik bacadan içeri girecektir. Dünya örneğinde çeşitli modellere baktığımızda, başarılı örneklerin aktivist öznelerle ve toplumsal hareketler tarafından ayakta tutulduğunu görebiliriz.

Kentsel su şebekelerinin, tarımsal sulamanın, içme suyu kaynaklarının ve suyun enerji amaçlı kullanımının yönetimi için önerilen modelleri ve yaşayan hareketleri, kapitalizmin sistematik adaletsizlik ve aşırı tüketim yaratan kurumlarına karşı ne ölçüde alternatif sunabildiklerini inceleyerek sınayabiliriz. Bu sınamanın, bizzat hareketlerin özneleri ve dostları tarafından yapılabilmesi için, aşağıdaki soruların temel önemli kriterleri belirlediğini düşünüyorum:

I- Su kaynağına veya onun kullanım hakkına de-facto veya de-jure sahip olan belirli bir kesim, sırf bu ayrıcalığa sahip olduğu için, o kaynak üzerinde hakettiği (ortak mülk anlayışından hareketle tesis edilmesi gereken) paydan daha fazlasını tüketebiliyor mu? Veya, bir su kaynağını kirletme potansiyeline sahip olan bir kesim, sırf daha büyük kirletme potansiyeline ve kirletici teknolojilere sahip olduğu için, o kaynağın kirlilik özümseme kapasitesi üzerinde hakettiği (yine, ortak mülk anlayışıyla tesis edilmesini savunduğum) paydan daha fazlasını tüketebiliyor mu? Yoksa kaynak, fiziksel sınırları iyi tayin edilmiş bir şekilde, tüketici, kirletici tüm kullanıcılarını içeren bir ortak mülk olarak belirlenmiş ve tüm bu tüketici ve kullanıcılar arasında hakkaniyetli bölüşüm ilkeleri tespit edilmiş mi, tespit edilmeye çalışılıyor mu?

II- Suyun kullanımı hakkındaki kararlar, onu ortak değil özel mülk edinmiş kişiler tarafından veya o kaynağı bu mülk sahipleri adına yönetecek teknik bilgi ve becerilerle donatılmış gruplar tarafından mı alınıyor? Yoksa, o kaynağın tüketiminden ve kirletilmesinden etkilenen tüm kesimleri, etkilendikleri kararlar hakkında söz sahibi kılacak ilkeler, mekanizmalar üretilmiş mi, üretiliyor mu?

III- Su kaynağının izlenmesi, temin edilmesi, kirliliğin giderilmesi, ilgili teknolojilerin bakımı, yatırım kararlarının alınması, muhasebe vb. çok sayıda çalışma içeren tüm işlerin yerine getirilmesinde, veriye erişimi olan, yaratıcılık ve beceri gerektiren, kararlara girdi sağlayacak bilgilerin üretimine hizmet eden güçlendirici ve tatmin sağlayıcı işler belirli kişilerin ve grupların elinde mi toplanmış? Yoksa, tüm bu görevler, ağırlıklı olarak kol emeğine dayalı, görece riskli, yıpratıcı diğer görevlerle dengelenecek şekilde mi bölüştürülmüş? Veya işbölümünü dengeli kılmaya yönelik adımlar atılıyor mu?

IV- Suyun tüketiminden ve kirletilmesinden elde edilen ekonomik fayda (suyla üretilen sanayi, tarımsal ürünler, komşu havzalarla su ve kirlilik transferleri) merkezi, otoriter dayatmalarla veya kapitalist pazar rekabeti içerisinde mi belirleniyor? Yoksa katılımcı planlama anlayışından hareket eden benzer, komşu yapılarla karşılıklı bir müzakere süreciyle mi belirleniyor?

Akgün İlhan’ın raporunda özetlenen devletçi yöntemlerin (büyük baraj inşaatları, havzalar arası su transferleri, güvenlik barajları vb.) doğrudan ve “dolaylı” özelleştirme uygulamalarının (kullanım hakkını kiraya verme, sulama birlikleri, tarımsal sulama kooperatifleri, kamu-özel ortaklıkları vb.) ve ayrıca alternatif olduğu belirtilen modellerin (kamu-kamu yönetimi) ve hareketlerin bu mercek altında değerlendirilmesini, aşağıdan yukarıya demokrasinin ve doğal kaynakların katılımcı özyönetiminin tesis edilebilmesi açısından son derece önemsiyorum. Şurası unutulmamalı ki kriterlerimiz siyah ve beyaz değildir; hareketleri devletçi ve şirketçi çözümlere alternatif bir su yönetimi kurabilmek hususunda yönlendirici olma iddiası taşımaktadır.

Devletçi ve Özelleştirmeci Paradigma

Çevresel problemlerin kontrolüne veya çözümüne yönelik önlemler, endüstriyel büyümenin başlangıcından günümüze kadar, tüm dünyada ve Türkiye’de öncelikle devletçi, bunun beraberinde ve ardından özelleştirmeci reçetelerle uygulandı. Bu uygulamalar doğal varlıkların ortak mülkiyetine ve özyönetimine tümüyle aykırı bir paradigmadan besleniyordu. Devletçi ve özelleştirmeci egemen çevre yönetimi anlayışının temel dayanağı, doğal varlıkların, onları kullanan toplulukların özyönetimine terkedilmesi halinde ya verimsiz bir şekilde kullanılacağı veya aşırı tüketilip yok edileceği fikrine dayanır. Bu anlayışa göre, örneğin, akan dereler, o derelerin etrafında yaşayan insanların yönetimine terk edildiğinde –modern hidroelektrik, baraj ve sulama teknolojileri geliştirilmeden önce dereler kullanıcı topluluklar tarafından yönetiliyordu– boşa akacak ve ekonomik kayba yol açacaktır. Veya, meralar, o meraları otlatan toplulukların özyönetimine terk edildiğinde, kullanıcıların açık erişimini engelleyecek hiçbir kısıtlama olmayacağı için, tümüyle tüketilip yok edilecektir (ortak mülklerin trajedisi yaşanacaktır).

Devletçi çözüm yukarıda bir model olarak bahsedilen sorunlara çözüm getirebilmek adına kamu mülkiyeti, düzenleme ve vergi gibi araçlara başvurur. Bu bağlamda kamu mülkiyeti ifadesi yaygın olarak kullanılsa da aslında mülk sahibi olan, sınırları iyi tayin edilmiş, hak sahibi bir kamu veya halk değil devlettir. Aslında kamu mülkiyeti derken ortak mülkiyetten değil, devletin mülkiyetinden söz edilmektedir. Bu kaynakların devlet mülkiyetinde olması onların sınıfsal, kuşaklar ve canlı türleri arası hakkaniyet prensiplerini gözeterek kullanılacağı anlamına gelmez. Bu varlıklar (ör: akarsular, meralar, ormanlar, yeraltı suları, araziler vb.) devlet kurumları tarafından dar tanımlanmış ekonomik çıktıya göre işletilir, kiraya verilir veya özelleştirilebilir. Örneğin Türkiye’de ormanlar devlet işletmesidir, B-12 arazileri satılmaktadır, akarsular 49 yıllığına elektrik üreticilerine kiralanmaktadrı, baraj yapım kararları devlet kurumları tarafından tek taraflı bir şekilde alınabilmektedir. Devletler, ekonomik yarar görmeseler dahi politik, stratejik yarar görmeleri halinde, büyük baraj projelerinin inşaatına, güvenlik barajlarına, kentsel arazilerin, kent silüetinin vb. özelleştirilmesine karar verebilirler.

Devletçi çözümün başvurduğu bir diğer araç düzenlemedir. Düzenleme, devletin ilgili kurumları aracılığıyla kirletme değerlerinin ve kaynak tüketiminin üst sınırlarına, üretim, ticaret ve tüketim standartlarına karar vermesi ve tüm bu uygulamaları denetlemesi anlamına gelir. İnsanların siyasete katılımının seçimlerden seçimlere sandığa gitmekle sınırlı olduğu, kamu bilincinin şirketlerin tekelindeki medya ve propaganda aygıtları tarafından şekillendirildiği temsili demokrasilerde yaygın olarak görülen, ihtiyaç duyulan düzenlemelerin iktidar grupları ve büyük şirketler tarafından “teslim alınması”dır. Yani yasama, kuvvetli düzenleme için ihtiyaç duyulan kanunları geçirmek yönünde bir istek duymamakta, yürütme, kanunlarca öngörülen uygulamaları denetlememektedir. Örneğin, bugün İzmit Dilovası’nda izin verilen toksik kirlilik değerlerini aşağıya çekecek, bölgedeki sanayi kuruluşlarının üretim kapasitesine sınır getirecek düzenlemeler yapılmadığı gibi, kirliliğin kaynakları da yeterince takip edilip denetlenmemektedir.

Devletçi çözümden talep edilen çevre vergileri konusunda da benzer şeyler söylemek mümkündür. Kirlilik vergileri, sanayi kuruluşlarının lobi faaliyetleri neticesinde düşük tutulmakta ve aynı zamanda toplumsal eşitsizliği körükleyecek şekilde genele yayılabilmektedir. Bugün iklim değişimiyle mücadelede Kyoto protokolünün bir gereği olarak Batı ülkelerinde uygulanmakta olan karbon vergileri bunun tipik bir örneğidir. Karbon salımını oransal olarak cezalandıran (karbon salımına maliyet biçen) vergiler ekonomik büyümeye zarar vereceği gerekçesiyle yeterince yükseltilemediği için, salımlar yeterince azaltılamamakta, küresel iklim değişimiyle mücadele, bilimin öngördüğü zorunluluklar karşısında kayıtsız bir absürd komediye dönüşmektedir.

1990’lardan itibaren “yapısal uyum” adı altında uygulanan ekonomik politikalar, özellikle kalkınma yardımı alan ülkelerde “özelleştirmeci” çözümün ağırlığını artırmıştır. Devletlerin kamu harcamalarından (böylelikle sosyal harcamalardan) çekilme eğilimine girmesi, kapitalizmin krizini hafifletmek ve ekonomik büyümenin önünü açmak için yeni piyasa mallarının (metaların) yaratılması ihtiyacı, şirketlerin tüm ekonomi üzerinde olduğu gibi çevre ve ekoloji üzerindeki rolünü de artırmıştır.

Özelleştirmeci anlayışa göre devletler, doğal kaynakları ekonomik rasyonele aykırı bir şekilde kullanmakta, politik çıkarları doğrultusunda dağıtmakta, bunun sonucu olarak yolsuzluğa, ekonomik kayba, aşırı kaynak tüketimine ve kirliliğe neden olmaktadır. Sovyetler Birliği döneminde Kazakistan pamuk sulamaları nedeniyle dünyanın içinci büyük kapalı denizi olan Aral’ın tümüyle kurumaya başlaması, eski Sovyet cumhuriyetlerinin endüstriyel kirlilikte Avrupa şampiyonu olmaları, devletçi uygulamaların en dramatik örnekleri arasında sayılır. Türkiye’de Devlet Su İşleri tarafından tarımsal üretimi artırmak amacıyla kurutulan göllerin ve sulak alanların varlığı bilinmektedir. Oysa özelleştirmeci anlayışa göre, doğal kaynakların özelleştirilmesi durumunda özel mülk sahibi, doğal varlığı ekonomik rasyonele göre yönetecek ve koruyacaktır. Öncelikle, başkalarının o kaynağa erişimini engelleyecek ve açık erişim problemini çözecektir. Örneğin, bir içme suyu kaynağının özelleştirilmesi halinde, o kaynağa sadece mülk sahibi erişebilecektir. Veya, bir doğal kaynağın, sadece işletme veya kullanım hakkının özelleştirilmesi durumunda üretilen kaynak piyasa değeri üzerinden alınıp satılacak, piyasada oluşan fiyat o kaynağın tüketimi üzerinde sınırlamalar getirecektir. Kaynağından elde edilen içme suyunun arzı azaldığında fiyatı yükselecek, buna karşılık talep ve tüketim azalacağı için kaynak korunmuş olacaktır.

Fakat bir doğal varlığın mülkiyetine (ör: gen ve içme suyu kaynaklarına) veya işletme ve kullanma hakkına (ör: akarsu kaynaklarının elektrik üretimi için kullanımı hakkına) sahip olan şirketler, varoluşları gereği, kârlarını azami artırmak üzere iş görürler. Ekonomik çıkarlarına uygun olduğu taktirde, mülkiyetleri altındaki bir doğal varlığı bir an evvel tüketmeyi tercih edebilirler. Kaynakların kullanım hakkının kiraya verilmesi tecavüz et ve terket mottosuyla çalışan bir şirket düzenine davetiye çıkarmaktadır. Şirketler, düzenlemenin ve izlemenin yetersiz olduğu koşullarda ekonomik faaliyetlerinin çevresel etkilerini olabildiğince dışsallaştırmaya, yarattıkları tahribatın bedelini ödememeye gayret ederler.

Doğal Kaynakların Özyönetimi

Kapitalist büyümenin çevre ve ekolojiye dönük saldırıları karşısında, sorunun çözümü olmaktan ziyade kaynağı olan devletçi ve özelleştirmeci çözümlere bir alternatif olarak ortak mülklerin yeniden inşaası ve ortak mülk alanının özyönetimi bugün çeşitli kesimler tarafından önerilmektedir. Hukuki altyapı, örgütlenme ve işleyiş kriterleri üzerinde titizlikle çalışılması halinde, giderek yaygınlaşacak ortak-mülk ve özyönetim alanları, kapitalist büyümeyi tetikleyen ve kendisi sorunun bir parçası haline gelen devletçi ve piyasacı reçetelere bir alternatif sunabilir. Ortak mülkiyet kurgusu üzerinde yükselen öz yönetim pratikleri, devlet ve piyasalarla ilişkilerini yeniden tarif edebilir. Bunun için öncelikli olarak, ortak mülk kavramının ve ortak mülkler sektörünün tanımlanmasına ihtiyaç duyuyoruz.

Bir varlığın mülkiyeti, o kaynaktan tüm yararlananlara tahsis edildiğinde bir ortak mülk tesis edilmiş olur. Bir sulama şebekesi, bir akarsu, kentsel arazi, kentsel barınma, yerel tohum çeşidi, kentsel ulaşım, içme suyu şebekesi, vb. tüm kullanıcılarını içine alacak ve o kaynaktan yararlanmayan tüm diğerlerini dışarıda bırakacak şekilde, bir ortak mülk olarak tarif edilebilir. Bu mülkiyetin devlet (yasalar) tarafından, farklı mülkiyet veya kullanım hakkı modelleri altında tanınması esastır ve bu noktada hukuk, yasalar ve devletle bir işbirliği gereklidir. Ekonomist Peter Barnes, ortak mülk olarak tanımlanan varlıkların miktarı arttıkça, bunların genişleyerek devlet ve özel sektörlere alternatif bir ortak mülk sektörü inşa edebileceğini söylemektedir. Halihazırda çeşitli doğal varlıklar kolaylıkla ortak mülk statüsünde tanımlanabilir, bazıları için ise bu statünün inşası (veya yeniden inşası) gerekebilir.

Ortak mülklerin topluluklar tarafından özyönetimi hakkında yaptığı antropolojik ve çalışmalarla 2009 yılında Nobel Ekonomi Ödülü’nü kazanan Elinor Ostrom, yeryüzündeki pekçok geleneksel özyönetim deneyimini incelemiş, bu toplulukları başarıya götüren, kaynakların sürdürlebilir kullanımını sağlayan olguları ortaya koymuştur. Bu olgular da mevcut veya olası özyönetim uygulamalarının politiğini geliştirmekte ve değerlendirmekte yardımcı olacak normlar şeklinde değerlendirilebilir.

1. Kullanma ve yararlanma kuralları yerel koşullarla uyumludur.

2. Kaynak kullanımında, çıkarcı davranışlara ve yolsuzluklara karşı izleme ve denetim, bizzat o topluluğun güvenilir üyeleri tarafından yerine getirilmektedir.

3. Kurallar ihlal edildiğinde uygulanan cezalar önce hafif ve ölçülüdür, ihlallerin tekrarı halinde artırılmaktadır.

4. Topluluk üyeleri, kullanıcılar arasındaki veya kullanıcılarla görevliler arasındaki ihtilafları çözümleyecek mekanizmalara kolaylıkla ulaşabilecek yerel imkanlara sahiplerdir.

5. Topluluk üyelerinin kendi kurumlarını ve kurallarını geliştirme hakları dışarıdan müdahale eden hükümet yöneticileri tarafından ihlal edilmemektedir.

6. Ortak mülkün kullanımı, izlenmesi, denetlenmesi, yaptırımların uygulanması, ihtilafların çözümü gibi faaliyetleri, hiyerarşik örgütlenmeyen, içi içe geçmiş organlar tarafından yerine getirilmektedir.

Ostrom’un tasarım ilkeleri daha ziyade balıkçılık, sulama, hayvancılık gibi kırsal ve yerel ekonomik faaliyetleri izleyen saha çalışmalarına dayanmaktadır. Devletçi ve özelleştirmeci çözümlerin, kaynakların aşırı tüketimine, kırsal toplulukların çöküşüne, izleme-denetleme-yaptırım mekanizmalarında yolsuzluklara neden olduğunu fark eden çeşitli ülkeler, bazı doğal kaynakların yönetimini topluluklara devlet eliyle devretmektedir. Devrimci dönüşümün yaşanmadığı çeşitli Latin Amerika ülkelerinde bu çalışmalar Dünya Bankası kredileriyle projelendirilmekte, devrimci dönüşüm yaşanan ülkelerde ise toplumsal değişimin yerel ayağı olarak değerlendirilmektedir.

Notlar:

Bu sunumu hazırlarken temel aldığım başlıca entelektüel kaynaklar şunlardır:

[1] Michael Albert, Umudu Gerçeğe Dönüştürmek, Kapitalizmin Ötesinde Yaşam, Bgst, 2008.

[2] Robin Hahnel, Katılımcı Ekonomi ve Çevre, Gerçek Ütopya (ed. Chris Spannos) içinde. Bgst web sitesinde yayımlanacak.

[3] Vandana Shiva, Yeryüzü Demokrasisi, Bgst, 2009.

[4] Elinor Ostrom, Neither Market Nor State: Governance of Common Pool Resources in the 21st Century, 2 Haziran 1994, International Food Policy Research Institute, Washinton D.C.

[5] Peter Barnes, Capitalism 3.0. A Guide to Reclaiming the Commons, Berrett-Koehler, 2006.