Ilısu Barajı’nın inşasında Türkiye’nin ısrarcı olduğunu biliyoruz. Bu barajın illa ki yapılacağını ilan etmek maalesef Çevre Bakanı Veysel Eroğlu’ya düştü. Çünkü, Türkiye’deki hemen her türlü hidroelektrik veya sulama projesinde olduğu gibi, Ilısu Barajı’nda da projeyi ısmarlayan, müteahhitlere lisans temin eden kurum Devlet Su İşleri, şimdi Çevre Bakanlığı’na bağlı. Aslında bu durum DSİ gibi muhtemel çevresel, toplumsal etkileri son derece yüksek inşaat çalışmalarına imza atan bir kurum ile bu tip faaliyetleri denetlemesi, sınırlandırması gereken Çevre Bakanlığı bürokrasisini fazlasıyla iç içe geçirerek ikincisini iyice işlevsizleştiriyor.

Eroğlu, 1.8 milyar avro değerindeki projenin finansmanı için önceki yıllarda kurulan uluslararası konsorsiyumların 2001 ve 2009 yıllarında iki defa neden dağıldığını halka anlatmak yerine bu şirketlerin arkasından garantörlüğünü çeken devletleri “kaypaklıkla” suçlamayı tercih etti.[1] Başbakan ise oldukça uzun geçmişi olan bir devlet geleneğini devralarak baraja karşı çıkan herkesi bölücülükle suçlamaya devam ediyor.[2]

Bugün için esas rahatsız edici olan, Eroğlu’nun devlet hazinesine ilaveten, Garanti, Akbank ve Halkbank’tan gerekli kredinin temin edildiğini duyurmasına rağmen bu üç bankanın konumunun kamu önünde açıklığa kavuşmaması. Ocak 2010’un başından beri ana medyaya bu konuda sinir bozucu bir sessizlik hakim. Eroğlu’nun, baraj inşaatının 2010 baharında başlayacağını ilan ettiği bir ortamda medyanın yerli finansman konusunda oto-sansür uyguladığını savunmak aşırı bir şüphecilik olmasa gerek.

Öyle görülüyor ki Ilısu Barajı, çevresel ve toplumsal etkiler bakımından oldukça sakıncalı sonuçları olabilecek bir iç mesele haline dönüşüyor. İnsan hakları ve demokratikleşme gibi konularda küçük adımlar atabilmek için kendisini AB uyum kriterlerine muhtaç eden bir devletin, çevre ve kalkınma söz konusu olduğunda ekonomik veya siyasi hiçbir bağlayıcılığı olmayan bazı uluslararası tavsiyelere riayet etmesini beklemek hayalcilik olacaktır. Ilısu karmaşasının bugün geldiği nokta göstermektedir ki, insanların yaşam kalitesi ve mutluluğuyla ilgili pek çok meselede olduğu gibi çevre ve kalkınma konularında da, uluslararası toplumun bize reva görmediğini biz kendi kendimize reva görebiliriz.

Büyük baraj inşaatları söz konusu olduğunda bağlayıcılığı olan uluslararası bir anlaşma bulunmadığı için, mevcut tavsiyelerden hareketle birbirinden çok farklı sonuçlara varılabilir. Örneğin bundan evvelki iki uluslararası Ilısu konsorsiyumu, karşıt kampanyaların da etkisiyle, barajın yapılamayacağına karar vermişti. Barajın, Türkiye’nin de üyesi olduğu OECD’nin resmi olarak desteklenen ihracat kredileri ve çevre için uygulanacak ortak yaklaşım hakkındaki tavsiyelerini yeterince dikkate almadığı kanaati oluşmuştu.[3] Bu tavsiyeler Dünya Bankası İhtiyat Politikaları’ndan, Ilısu ile ilgili kısmı ise bu politikaların özellikle kültürel varlıklar, yeniden yerleşim ve çevre hakkında olanlarından besleniyordu.[4] Devlet Su İşleri, 2001 yılında üç büyük inşaat şirketi Hydro Concepts Engineering, Hydro Quebec International ve Archeotec’ten kurulu Ilısu Çevre Grubu’na hazırlattığı ve birinci konsorsiyum 2001’de dağıldığı için 2005’te güncellediği Çevresel Etki Değerlendirmesi’nde, Dünya Bankası standartlarını temel alacağını açık bir şekilde beyan ediyordu.

O halde, oyun uluslararası sahada oynandığı sürece kuralları da bir ölçüde Dünya Bankası İhtiyat Politikaları belirleyecekti. Bu politikaların ruhu -ve aynı zamanda yine DSİ’nin bir üyesi olduğu Birleşmiş Milletler Çevre Programı, Barajlar ve Kalkınma Projesi’nin temel aldığı tavsiyeler [5] 2000 yılında tamamlanan Dünya Barajlar Komisyonu (WCD) sürecinin Temel Değerlerini ve Stratejik Önceliklerini temel alır.[6] Bu tavsiyelerin -pek çok şeyin yanı sıra- planlama aşamasıyla ilgili kısmını özetleyecek olursak:

  1. Etkiye maruz kalan insanların “projeyi kabul ettikleri kanıtlanmadan”, etkiye maruz kalan yerli ve aşiret halklarının özgür, peşin ve aydınlatılmış rızası alınmadan hiçbir baraj inşa edilmemelidir.
  2. Herhangi bir proje üzerinde ilerlemeden önce, halkın su ve enerji ihtiyaçlarının kapsamlı ve katılımcı bir değerlendirmesi yapılmalı, bu ihtiyaçları karşılayabilecek alternatifler geliştirilmelidir.
  3. Bir baraj yapmaya karar vermeden önce, ekosistemler, toplumsal ve sağlıkla ilgili meseleler hakkında yeterli temel veri ve bilimsel bilgi tesis edilmeli, barajların ve diğer kalkınma projelerinin ekosistem üzerindeki kümülatif etkileri dikkate alınmalıdır.
  4. Projeden olumsuz etkilenen insanlar, onun faydalarından öncelikli olarak yararlanmalıdır. Bu kesim, yerlerinden edilen, memba ve mansapta yaşayan, rezervuar etrafında yerleşmiş, arazileri yerleşimler tarafından olumsuz etkilenmiş insanları kapsar ... Etkiye mazur kalan insanlarla yapılan müzakereler, karşılıklı uzlaşılan ve yasal yaptırım içeren etki azaltma ve kalkınma koşullarıyla sonuçlanmalıdır.
  5. Bir proje başlamadan evvel, projeyle ilgili tüm yükümlülüklere uyulacağına dair teşvik ve yaptırım içeren bir plan hazırlanmalı, suiistimal içeren pratikleri durduracak önlemler alınmalıdır.
  6. Sınır aşan sular hakkındaki anlaşmazlıkları çözmek ve işbirliği sağlamak üzere ülkeler arasında önlemler alınmalıdır ... WCD ilkeleri, paylaşılan su havzaları üzerindeki anlaşmazlıkları çözmek ve işbirliğini desteklemek üzere, ulusal su politikalarına yedirilmelidir.

Yukarıda özetlediğim altı madde meselenin ruhunu ifade etmektedir. Bununla birlikte Uluslararası Hidroelektrik Derneği’nin Sürdürülebilirlik Yönergesi [7], ICOMOS 1990 Arkeolojik Mirasın Korunması ve Yönetimi Tüzüğü [8] ve Dünya Arkeoloji Kongresi’nin etik kuralları da [9] Ilısu gibi, alternatifleri hiçbir zaman yeterli bir şekilde değerlendirilmemiş, halka en başında danışılmak yerine sonradan dayatılmış, kapsamlı çevresel etki değerlendirmesi yapılmamış, ikinci-üçüncü kuşak çevresel-toplumsal etkileri değerlendirilmemiş, samimi bir şekilde müzakere edilmemiş, yaşayan yerel kültürü ve maddi kültürel kalıntıları hiçe sayan bir projenin gerçekleşmesine rıza göstermemektedir.

Söz konusu tavsiyeleri Ilısu belgeleri ışığında vakit bulduğum ölçüde incelemeye, daha somut ve daha ikna edici veriler ortaya koymaya gayret edeceğim. Fakat bunların tümü birer tavsiye. Projeye destek veren mali kuruluşlara, akademisyenlere, bürokratlara ve yargıya insanlık adına hatırlatılması gereken ilke ve yaklaşımlar. Bu hatırlatmayı yapmak üzere yoğun bir çaba göstermediğimiz sürece, Ilısu Barajı’nın rafa kalkması çok mümkün görünmüyor.

İç hukuk açısından yapılabilecek şeylerin başarıya ulaşması da ancak bu evrensel çerçevenin benimsenmesiyle mümkün olacaktır. Hasankeyf’in sit alanı olarak ilan edilmesi, UNESCO Dünya Mirası listesine alınması, 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarının Korunması Hakkındaki Kanun’a aykırı yürütme kararlarının durdurulması [10] vb. hususunda başarı elde etmek nihai hedeftir. Bu başarı, evrensel kriterlere bağlılığımızı duyurabildiğimiz, kabul ettirebildiğimiz ölçüde sağlanabilir.

NOTLAR

[1] Hürriyet’in 30 Aralık 2009 tarihli haberi.

[2] Milliyet’in 16 Ekim 2009 tarihli haberi.

[3] OECD Working Party on Export Credits and Credit Guarantees, Revised Council Recommendation on Common Approaches on the Environment and Officially Supported Export Credits, TAD/ECG(2007)9, 12 Haziran 2007.

[4] World Bank Operational Policy 4.11, Physical Cultural Resources, 2007; World Bank Operational Policy 4.12, Involuntary Resettlement, 2001; ve World Bank Operational Policy 4.01, Environmental Assessment, 1999.

[5] UNEP 2007. Dams and Development: Relevant Practices for Improved Decision Making, UNEP DDP Secretariat, Nairobi, Kenya.

[6] WCD 2000. Dams and Development: A New Framework for Decision Making, Earthscan.

[7] IHA Sustainability Guidelines, Şubat 2004. 8 ICOMOS Charter for the Protection and Management of the Archeological Heritage, 1990. 9 WAC, The Tamaki Makau-rau Accord, 20 Şubat 2009. 10 Vecdet Dikan (avukat), Enerji Uğruna Hasankeyf’ten Vaz mı Geçilecek?, Yeni Mimar, Haziran 2009.