2000’li yıllarda aydın bildirileri zamanla tüketilen ve bir yerden sonra işlevsizleşen bir eylem biçimi haline gelmişti. İnternet kullanımının yayılması sayesinde imzacı toplulukların oluşturulması ve kitleselleşmesi kolaylaşmıştı, ama artık bir imza kampanyasının tek başına kendisi değil canlı gerçeklikle ne kadar bağ kurabildiği önemliydi. Değişik biçimlerde aydın kimliği ile oluşturulan imzacı topluluklar özellikle şu bakımdan özürlüydü: Mesleki örgütlenme ve devlet iktidarına dönük siyasi mücadeleyi de besleyebilecek kalıcı sivil dayanakların oluşturulması.

Dönemsel olarak bu özrün meydana gelmesinde Türk tipi liberalizmin gizli ya da açık ideolojik ana akım haline gelmesinin belirleyici olduğu söylenebilir. Türk tipi liberalizm tarihsel kökleriyle tutarlı olarak demokratikleşmeyi AB ile bütünleşme ve devlet iktidarı aracılığıyla gerçekleştirme anlayışına sahiptir. Bir yandan sivil toplumun güçlendirilmesi ve devleti denetlemesi ilkesine vurgu yapılır, yani faşizme karşı bir pozisyon alır; diğer yandan, sivil toplumun örgütlü olabildiği oranda bu işlevini yerine getirebileceği gerçeğini es geçerek devletçi bir çerçeveye hapsolur.

Böylece, örneğin olası bir barış sürecine katkı sunmak üzere çalışma yürütecek “akil insanlar” oluşumunda ancak devlet güvencesinde ve atamaya dayalı bir çalışma platformunun oluşması kaçınılmaz hale gelmiştir. Bu duruma itiraz edenler de sadece itiraz etmekle yetinmiş, örgütlü sosyal dayanaklara sahip alternatif bir oluşuma gidememişti. Barışmak adına kötü günler gelip çattığında ise, “akil insanlar” oluşumu tamamen çözülüp ortadan kalkmış ve yeri doldurulamamıştır. Erdoğan liderliğindeki AKP hükümetine karşı HDP etrafında oluşan ve barışı savunan aydın hareketlenmesi de örgütsel olarak özürlü olmayı sürdürmüştür. Seçimler vesilesiyle yapılan kitlesel destek açıklamalarına karşılık gelen örgütlü bir aydın hareketinden söz etmek imkânsızdır.

Barış için “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlığıyla bir imza kampanyası düzenleyen, bu kampanyaya aktif katılım gösteren ya da imzalarıyla destek veren akademisyenlerin durumu farklı. Asgari olarak çatışmasızlık ve devletin Kürt hareketiyle müzakere masasına oturmasını talep edenlerin vatan haini olmakla suçlandığı tekinsiz zamanlarda ortaya çıktılar. Geçmişte, mesela çatışmasızlık döneminde aydın rehavetinin göstergesi olarak kabul edilebilecek bir imza kampanyası, bugün aktivist bir eylem biçimi haline gelebiliyor. Çünkü olay imzalar atılınca bitmiyor, devlet ve hükümet cephesinden gelen baskıyı göğüsleyebilmek, art arda yeni adımlar atmak gerekiyor.

Aslında “Akademisyenlere ne kadar baskı uygulamak lazım?” konusunda devletin kafası karışık: Erdoğan’ın liderliğinde ve hükümet medyasının propagandistliğinde başlatılan, çok geçmeden polisiye ve adli biçimler alan cadı avı kampanyasının frenlenmesi ve açıktan yürütülmemesi gerektiğine dair görüş öne çıkmaya başladı. Sarayın medyadaki tetikçisi olarak görev yapan ve düzenli olarak ana akım medyanın nasıl dizayn edilmesi gerektiğini duyuran Cem Küçük şunları söylüyordu örneğin: “Her zaman söyledim bu akademisyenlerin evlerine polis baskınlarına karşıyım. Zaten o baskınları isteyenlerden iki savcının Fethullahçı olduğu tespit edildi. Bu iki Fethullahçı savcının amacı ülkemizi Rusya, Çin, İran gibi göstermekti.”

Türk devletinin şöyle bir açmazı var: Bir yandan Ortadoğu’da Suudi-Katar ittifakının bir parçası olarak hareket eden ve doğası gereği Batılı seküler toplum anlayışını karşısına alan bir Türk-İslam faşizmi iktidarı var. Diğer yandan esas olarak NATO’nun ileri karakolu ve Batı Avrupa’nın tampon bölgesi olma rolünü icra etmesi gereken, bunu yaparken de Türk-İslam faşizmi ile arasına mesafe koyması ve laikliği feda etmemesi gereken bir devlet iktidarına ihtiyaç var. Kürt meselesinin nasıl halledileceğini devlete bırakmayıp müdahil olma, hatta bildirinin ayrıntılarına bakıldığında Kürt hareketinin tezlerine yakın bir yerlerde pozisyon alma cüreti gösteren akademisyenlerin çıkışına nasıl muamele edilmesi gerektiğine Türk devletinin bu çelişkili işleyişi yön vermektedir.

Dikkat edilmesi gereken bir husus, akademisyenlerin bir “aydınlar” bildirisi yayınlamayıp resmi eğitim kurumlarında konumlanan mesleki-sınıfsal bir grup olarak tavır geliştirmiş olmaları. Akademik alanda siyasi mücadeleyi de besleyecek örgütlü sivil dayanaklar soyut ve bireye indirgenmiş aydın kimliğiyle değil, mesleki-sınıfsal bir perspektif ve örgütlenmenin konusu olabildiği ölçüde inşa edilebilir. Halkın bir parçası ve orta sınıf içinde hatırı sayılır bir kalabalığa erişmiş olan entelektüel toplulukların yaşadığı en büyük problem budur.

Entelektüel topluluklar ezen/ezilen, yöneten/yönetilen ayrımına dayalı karşıtlıkların dışında kalan halk dışı bir kategori olarak toplumsal hayata katılım göstermezler. Hem aydınlatmak hem de örgütlü bir şekilde halkın bir parçası olmayı kabullenmek zorundalar. Barış isteyen akademisyenlerin yarattığı hareketlenme geçici bir girişim olmaktan çıkıp bu gerekliliğe doğru yol alabilirse, barış adına da kalıcı bir konuma yerleşecektir. Aksi takdirde, Türk tipi liberalizmin geleneksel sınırları içinde kalarak ciddi bir tasfiye baskısı ile karşı karşıya kalması kaçınılmaz.

Barış İsteyen Akademisyenler Girişimi tarafından hazırlanan imza metninin içerik bakımından sorunlu olduğu, bu nedenle daha geniş bir akademisyen çevresine açılamadığı, hatta imza verenler arasında bile metnin ayrıntılarından ziyade tavrına destek verenlerin olduğu biliniyor. Gerçekte imzaya açılan metnin üslubu ve detayları tali bir meseledir. Ortada, metni hazırlayan ve imzaya açanların beklentilerini aşan entelektüel bir Gezi kalkışması, daha net bir ifadeyle dalga dalga yayılan entelektüel bir sivil itaatsizlik eylemi var.

Akademik çevrelerle az çok temas halinde olanlar, devlet-üniversite ilişkisinin giderek boğucu faşizan bir çerçeve edinmesinden kaynaklı bir huzursuzluğun ve çaresizlik hissiyatının arttığını tespit etmişlerdir. İmza kampanyasının aynı zamanda üniversitelerde artan bu huzursuzluğun ifade edilebilmesi ve çaresizlik hissiyatının aşılması için bir kıvılcım işlevi gördüğü söylenebilir. Nasıl ki Gezi direnişinde mesele tek başına kesilen birkaç ağaç değildi, burada da mesele tek başına imzaya açılan bir metin değil.

Türk devletinin Kürtlere karşı sürdürdüğü savaş içsel bir çöküşü hızlandıran iki sistemik zaaf üretmesini engelleyemiyor: Birincisi, söz verdiği gibi sivil halka zarar vermeden PKK’yi tasfiye iddiası bir yalana dönüşüyor ve Kürtleri kazanmak değil katletmek, göçe zorlamak ve Kürdistan’ı yakıp yıkmaktan başka bir “çözüm” üretemiyor. İkincisi, Türk-İslam faşizmini Kürt toplumunun yanı sıra çizgi dışı tepkiler üretmeye aday seküler Türk toplumuna karşı seferber etmek zorunda kalıyor; liberalinden radikal solcusuna herkes hedef tahtasına oturtuluyor.

Türkiye’de İslamcı muhalefet Erdoğan liderliğinde ve AKP aracılığıyla kökeni İttihat ve Terakki geleneğine dayanan Türk-İslam faşizmine eklemlenmiş ve devletin hizmetine sokulmuştur. Ortada bu duruma etkili bir şekilde itiraz edebilen ve toplumsal etkinliğe sahip bir siyasal İslam çevresinin kalıp kalmadığı şüphelidir. 2012’de Numan Kurtulmuş liderliğindeki HAS Parti’nin kendisini feshedip AKP ile bütünleşme kararı vermesi, Türk-İslam faşizminden azade ve özgürlükçü değerlerle barışık bir siyasal İslam’ın tasfiyesine işaret eden çarpıcı bir vakadır. Bu aynı zamanda laiklikle uzlaşma içinde özgürlükçü bir İslam anlayışının siyasal İslam’dan tasfiyesi anlamına gelmektedir.

Buna karşılık, uzun süre darbeci ve anti demokratik saiklerle hareket etmiş olan seküler Türk muhalefeti henüz inanç tahakkümüne karşı özgürlükçü bir laik anlayış geliştirme, Kürt hareketinin meşruiyetini tanıma ve giderek Türkiye’den kopması tek seçenek haline gelen Kürdistan diye bir ülkenin varlığını tanıma konusunda netleşebilmiş değil. Seküler Türk toplumunda CHP siyasi ana akımı temsil ettiği sürece bu durumun değişmesini beklemek yanlış olacaktır. Ya CHP dönüştürülecek ya da sol muhalefet CHP’ye alternatif bir siyasi hareket inşa etme başarısı gösterecek – seküler Türk toplumunun barışçı, demokratik ve Kürt hareketinin meşruiyetini tanımaya dayalı bir siyasi çizgiye girmesinin başka bir yolu yok.

Geçmişte vurguladığımız bir noktayı tekrarlayalım: Örneğin HDP aracılığıyla ve Türkiyelileşmek adına Kürt hareketine seküler Türk toplumunu taşıtma işlevi yüklemek yanlıştır. Bu, akademisyenlerin sivil itaatsizlik eyleminden de anlaşılabilecek bir durum. Kürt hareketi dolaylı veya dolaysız etkili ve katalizör roller üstlenebilir, örneğin bu vakada bildiride sesini daha fazla duyurabilir ama nihayetinde Türk toplumunun kendi yapıcı dinamiklerini üretebilmesi ve Kürt toplumuyla bu dinamikler üzerinden buluşması gerekir.

Gezi direnişi tam da siyasi temsil üretme krizi nedeniyle çözülmüştü. Krizin temelinde ise örgütlü sivil dayanakların üretilmesi meselesi vardı ve Gezi direnişi bu dayanakları üretememişti. Akademik direnişin avantajı, toplumu dalga dalga etkisi altına alabilen sendikal bir mücadele biçimi alma gerekliliği ve şansıdır. Muhalif sendikal hareketin dibe vurduğu ve siyasi gelişmelere müdahil olamadığı bir dönemde son derece kritik bir çıkış yapılmış, çok zorlu bir zamanda örgütlü sivil dayanakların inşa edilebilmesi adına bir imkân oluşturmuştur.

Bu tüm “aydın” denilen çevreleri yakından ilgilendiren bir gelişme. Sistem bağıra bağıra şu mesajı veriyor: Yok olmak istemiyor ya da içsel çöküşün bir parçası haline gelmek istemiyorsanız, örgütlenin, yenilenme başarısı gösterin ve alternatif üretin. Sadece Türkiye’ye özgü değil, küresel eğilimlerle de desteklenen dramatik bir geçiş süreci yaşadığımıza kuşku yok.

İmza kampanyalarının bir yerden sonra enflasyon yaratacak şekilde çeşitlendiği dönem geride bırakılırken, barış talebi etrafında ve Türkiye’nin gidişatına muhalif olmak adına nasıl kararlı bir çizgi izleneceği önem kazanmış durumda. İlk çıkışı yapmak adına arıza çıkarmak iyi bir şeydir, ama nihayetinde çıkarılan arızanın kurucu ve üretken olmaya aday hale gelmesi gerekir. Muhalefetin asıl sınavı bu olmaya devam etmektedir ve entelektüel topluluklar bu sınavdan azade değil.