Yılbaşı vesilesiyle Türk devletini yönetenlerin laikliği tasfiye ve seküler Türk toplumunu İslam dışı azınlık statüsüne doğru itip kakma operasyonu bir kez daha ivme kazanmıştı. Noel Baba simgesi üzerinden seküler Türk toplumu aşağılandı, tartaklandı, silahla tehdit edildi. Çünkü OHAL şartlarında dinsel nefret söylemi örgütlemek ve şiddeti teşvik etmek bir suç değil, haktı. Yüksek sesle laikliği ve inanç özgürlüğünü savunmak ise, göz altı ve tutuklama sebebiydi.

Dolayısıyla, İstanbul'da yılbaşı gecesi Reina gece klubünde gerçekleştirilen kitlesel katliam, failleri farklı olsa da devlet destekli anti-laik kampanya ile tamamen tutarlıdır. Hem katliam hem de anti laik kampanya aynı ideolojik ve politik zeminden besleniyor. Aradaki fark, mürted ve kafirlere karşı nasıl mücadele edileceği ve bu sırada inisiyatifin kimde olacağı ile ilgilidir.

Ayrıntılar ortaya çıktıkça, emniyet güçlerinin yılbaşı gecesi, şehir merkezinde, yüzlerce insanın ağırlandığı, yani hedef tahtasına oturtulduğu kolayca tahmin edilebilecek büyük bir gece klubünü nasıl koruyamadığı, koruyamadığı gibi canlı sivil hedefler üzerinde dakikalarca atış talimi yapan faili (yoksa failleri mi?) nasıl elinden kaçırdığı anlaşılmaz duruyor. Fakat emniyet güçlerinin bu çaresizlik ve tutulma halinin de devlet destekli anti-laik kampanya ile tutarlı  olduğu söylenebilir.

Bu skandal karşısında resmi otoritenin tek savunması şu olabilir: "Gösteri ve propaganda  düzeyinde vurun dediysek de, gerçekten öldürün demedik." Bu savunma bir ölçüde ciddiye alınabilir: Reina katliamının "terör suçları" listesine dahil edilip anti-laik bir soykırım eylemi olduğu gerçeği sulandırılsa bile, devlet destekli anti-laik kampanyanın soykırım seviyesine taşınmadığı çok açık. Öte yandan, bir soykırım eyleminin desteklenmesine varabilecek bir İslam anlayışının teşvik edildiği de çok açık. Anti-laik kampanya programına izinsiz bir şekilde dahil olan katliam eylemi sonrasında yaşanan çark etmeler, bir riya siyasetinin görünümlerinden ibaret. Normalde, başta Diyanet İşleri Başkanlığı olmak üzere, tüm resmi sorumluların anayasal laik düzeni ortadan kaldırma suçlamasıyla mahkemelik olması gerekir. Fakat Türkiye'de hukukun üstünlüğü ilkesi değil de faşizmin üstünlüğü ilkesi çalıştığı  için, böyle bir beklentiye girmek anlamlı değil.

Katliamı destekler nitelikteki sosyal medya hareketlenmesi ile ilgili olarak "Ama gerçek İslam bu değil" diyenler boşuna nefes tüketiyor. Gerçek İslam, tüm çeşitlemeleri ve egemen biçimiyle yaşanmakta olan her neyse odur. Mesela modacı, eşcinsel ve sıkı Atatürkçü Barbaros Şansal'ın yılbaşı gecesindeki protest sosyal medya paylaşımları nedeniyle apar topar Kuzey Kıbrıs'ta derdest edilmesi, jet hızıyla Türk devletine iade edilmesi, ayak bastırıldığı TC resmi sınırları içinde linç girişimine maruz bırakılması, ardından tutuklanıp hapse atılması, kurgu ürünü, inandırıcılık sınırlarını zorlayan bir tiyatro ya da film sahnesi değil, gerçektir. Bu memleket bir millet ve devlet düşmanı icat etme operasyonlarına tabii ki yabancı değil, ama Barbaros Şansal vakası, Reina katliamıyla açıkça suç üstü yakalanan siyasal İslam'ın devlet aygıtını  ancak bir lümpen seviyesizliğinde yönetebileceğini gösteren bir örnek-olay. 

"Ama İslam'ın başka bir yorumu da mümkün" diyebilmek için, bu yorum her neyse, nihayetinde öznelerinin ortaya çıkması, savundukları İslam siyasetini hayata geçirmeleri ve rakipleriyle karşılaşmayı göze almaları gerekir. Mesela, "Dinde zorlama yoktur" ilkesine bağlıysalar,  seküler toplumun karşı karşıya kaldığı cihatçı kampanyaya yüksek sesle itiraz etmeleri gerekir. Yapmıyor ya da yapamıyorlarsa, o gerçek İslam değil, adı var kendisi yok gerçekleşemeyen İslam'dır.

Siyasal İslam bünyesinde laiklik ve seküler hayatla barışık demokrat çevrelere tanık olduğumuz zamanlar oldu. Fakat bunlar AKP dinbazlığına insani bir alternatif oluşturmak yerine, hızlı bir çözülme ve savrulmayı yaşadı. 2012'de Numan Kurtulmuş liderliğindeki HAS Parti AKP'ye katıldığında gerçek İslam adına yaşanan, Türk-İslam ideolojisinin egemenliğini ilan etmesiydi. 2013 Haziranı'nda, seküler bir sivil itaatsizlik eylemi olarak başlayan Gezi Direnişi İslamcı demokrat çevreler için de bir çıkış yapma fırsatı yarattı. Fakat sol muhalefetin siyasi bileşenleri gibi onlar da örgütlü sivil dayanaklar oluşturmak ve siyasi temsil üretmek adına sınıfta kaldı. 15 Temmuz 2016'da TSK bünyesinde meydana gelen askeri isyan bastırıldığında, örtülü veya açık bir biçimde Erdoğan ve AKP hükümetinin yanında saf tutup darbelerden darbe beğenme salgını muhalefetin neredeyse tamamına, bu çevreleri de içine alacak şekilde yayıldı. Özetle ve sonuç olarak: Egemen eğilim itibariyle Türkiye'deki siyasal İslam, AKP'ye bağımlı ve faşizmin beslendiği bir bataklığa dönüştü.

Devlet eliyle laikliğin tasfiye edildiği bu sürece "post seküler" diyenler var. "Post Kemalist" demek de mümkün. Anayasal tanım gereği hâlâ laik, ama gerçekte laikliğin, başka bir deyişle barışçı ve demokratik bir toplumun olmazsa olmaz şartlarından birisinin tasfiyesi, iktidardaki Türk-İslam ideolojisinin doğasına tamamen uygun. Türk-İslam ideolojisi tanım gereği laikliği tasfiye etme ve Kemalizm öncesi İttihatçı arayışları canlandırma eğilimindedir. Türk-İslam ideolojisi, Kemalizmden farklı olarak, Osmanlı İmparatorluğu'ndan geriye ne kalmışsa onunla yetinmeyi bir zayıflık olarak görür. Laiklik İslam'ın dünyaya hakim kılınmasında Türk milletinin oynaması gereken başat ve egemen rolü ortadan kaldıran bir Yahudi-Hristiyan komplosudur.

Kemalizm Osmanlı'dan kopuş ve laiklik adına çarpıcı reformlara imza atmış, ama demokrasi adına sınıfta kalmıştı. Mesela devletin laiklik anlayışı  inanç özgürlüğünü ve çeşitliliğini teminat altına alan bir evrim geçirmemiş, inanç denetimini ve dayatmasını esas alan faşizan bir çerçeve edinmişti. Kemalizmin sol ve liberal yorumları, bir ölçüde 1961 anayasası hariç tutulacak olursa, hiçbir zaman devlet iktidarına damgasını vuramadı. Kemalizmin sağ ve faşizan yorumu ise, zincirlerini elinde tuttuğu sürece, boynuzun kulağı geçme ihtimalini küçümseyerek, Türk-İslam ideolojisinin devlet ve toplum içinde yayılmasını teşvik etti - ki 12 Eylül Kemalizmi bu siyasetin doruğudur. 

2000'li yıllarda, ılımlı İslam cumhuriyeti projesini hayata geçirmek üzere başta ABD olmak üzere batılı güçlerin desteğini alan AKP-Cemaat ittifakı, nihayet Türk-İslam ideolojisini sağ  Kemalizmin vesayetinden kurtarma fırsatını yakalamıştır. Atatürkçü devlet ve toplum programını güncelleştirme iddiasındaki eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, 2003'te İkinci Körfez Savaşı'nda ABD ile karşı karşıya gelmenin hata olduğunu söylediğinde, gecikmiş ve artık pratik karşılığı olmayan bir özeleştiri vermekteydi. TSK bünyesinde Avrasyacılığa meyleden sağ Kemalistler artık Batılı güçler için çoktan güvenilmez hale gelmişti. Sağ Kemalistlerin defterinin dürülmesi adına 27 Nisan 2007 e-muhtırasının boşa çıkartılması bir dönüm noktasıdır. Sonrasında, siyasal İslam'ın güleryüzlü temsilcisi Abdullah Gül meclis tarafından cumhurbaşkanı seçilecek ve sağ Kemalizmi Türk devletinden arındırmak üzere "ETÖ" (Ergenekon Terör Örgütü) icat edilecektir. 

Bu sürecin askeriye dahil devlet kurumlarının Türk-İslam ideolojisine devir teslim süreci değil de, askeri vesayetten kurtuluş süreci olarak algılanması, tam bir akıl tutulmasına işaret eder. Cumhuriyet tarihi boyunca bir türlü gerçekleşmeyen demokratik devrimi siyasal İslam'ın laiklikle barışık demokrat versiyonu olduğu varsayılan Erdoğan liderliğindeki AKP'ye, olmadı Gülen Cemaati'ne havale eden liberal akıl hocaları, Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olunduğu gerçeği ile nihayet yüzleşince, "Atatürk'ü arar hale geldik" (Ahmet Altan) demek zorunda kaldılar. Bu yaklaşım özünde doğru bir tespit içeriyor: Laiklik uygulamada kötü biçimler edinse bile, en azından ilkesel olarak demokrasi kapısını açık tutar, buna karşılık laiklik karşıtlığı daha en baştan ve ilkesel olarak demokrasi kapısını  sıkı sıkıya kapatır.

Seküler Türk toplumunun topyekün Türk-islam saldırganlığının şamar oğlanı haline gelmesi ve Reina katliamıyla bu sürecin taçlandırılması, aynı zamanda TC'nin parçalanma sürecine girdiğini gösteren çarpıcı bir veri daha sunuyor. Tarihsel olarak Kemalist toplum programının sol ve demokrat açılımı gerçekleştiremediği ölçüde başarısızlığa uğradığı ve kendi kuyusunu kazdığı söylenebilir, fakat nihayetinde, demografik ve coğrafi olarak azınlık gömleğine sığdırılması imkansız büyüklükte seküler bir Türk toplumunun meydana gelmesini sağlamıştır. Bugün seküler Türk toplumunun fiili başkenti İzmir, Türk-İslam egemenliğiyle asıl kapıştığı alan ise Türkiye'nin ekonomi başkenti İstanbul'dur. Dolayısıyla, Türk devletinin neo İttihatçılar eliyle ve Erdoğan liderliğinde bir Türk-İslam Cumhuriyeti'ne dönüştürülmesi, toplumsal parçalanmanın ötesinde bir şey vaat edemez. Sadece asimilasyona direnen ve Kürdistan için özerk statü talep eden Kürt toplumu değil, laik devlet ilkesinde ısrarlı seküler Türk toplumu da Türk-İslam Cumhuriyeti projesinin parçası  haline getirilemez.

Erdoğan'dan hâlâ Türk toplumunun tamamını kucaklayacak bir başkanlık portresi çizmesi, yani Türkiye'nin yeni ama doğrudan halk tarafından seçilmiş Kenan Evren'i olması talep ediliyor. Erdoğan bu teklifi kabul ettiği takdirde, iktidardaki Türk-İslam blokunun dayandığı ekonomik rant şebekesinin ve bunun üzerine inşa edilen AKP kitleselliğinin çözülmesi, yani Erdoğan'ın fiili başkan ve yakın geleceğin resmi başkan adayı olarak üzerinde yükseldiği dayanakların çökmesi kaçınılmazdır. AKP'nin hayatta kalması, seküler Türk toplumunun ekonomik ve siyasi gücüne el konulmasına bağlı hale geleli çok oluyor. Yoksul toplum kesimlerinin ve orta sınıfın büyük çoğunluğunun yığıldığı Türk-İslam cephesinin iktidar ve zenginlik talebi, mesela yoksul Kürdistan kentlerini yerle bir ederek karşılanamaz. "FETÖ'yü tasfiye ediyoruz" diyerek onbinlerce insanın malına, mülküne, işine el koymak bu talebi karşılamaya yetmez. Sınır ötesine taşarak zenginlik ve iktidarı büyütme iddiası, Suriye ve Irak bataklığında boğulmuş durumda. Kuzey Kıbrıs'ın Türkiye'ye zenginlik katmak bir yana taşınması zor bir yük olduğu zaten biliniyor. Ortada serveti göz kamaştıran ve saldırılası gayri-müslim bir azınlık da kalmadı. Geriye ister istemez mürted, dolayısıyla cehenneme kadar yolu olduğu iddia edilebilecek seküler Türk toplumu kalıyor. 

Kılıçdaroğlu istediği kadar çırpınsın, eski günlerde olduğu gibi asimilasyona rıza göstermeyen ve Kürdistan için özerk statü talep eden Kürtlüğü tasfiye amaçlı laik + Türkçü + İslamcı bir milli cephe kurulamıyor. Türk-İslam toplumu ile seküler Türk toplumunu bir arada tutacak siyasi bir kurgunun ekonomik ve sosyal bir karşılığı kalmadı. AKP, Türk-islam talepkârlığına uygun olarak sürekli "Daha fazla!" demek zorunda. Aksi takdirde, Türk-İslam toplumunun sınıf çelişkileriyle sert bir şekilde yüzleşmesi, mesela yoksul "dindarların" AKP'li elitlerden kopması  kaçınılmaz hale gelir.

Türk devleti ve milleti adına geçici bir milli mutabakat parantezi, ancak ve belki askeri bir cuntanın durumdan vazife çıkarmayı başarması ve asgari olarak laikliğin tasfiyesine dur dediğini göstermesiyle açılabilir. Fakat Gülencilerin tasfiyesinden sonra, sağ Kemalizme ayrılan sınırlı  ve bağımlı iktidar payının TSK üzerindeki etkilerini bilmeden bu tip tahminlerde bulunmak spekülasyonun ötesine geçmez. Söylenebilecek olan, derinleşen ekonomik kriz eşliğinde toplumsal parçalanma eğiliminin devam ettiği ve iktidardaki Türk-İslam blokunun çöküşünü geciktirecek manevra sahasının hızla daraldığıdır.

Ortada derli toplu ve siyasi temsil krizini aşmaya aday sivil ve demokratik bir muhalefet olmadığına göre, hükümeti devirmeye dönük yeni bir askeri darbe seçeneğinin güçlenmeye devam ettiği söylenebilir. Gülencilerin Kemalistlerle uzlaşma girişimi başarısızlığa uğradığı için kolayca bastırılan 15 Temmuz isyanından sonra Ak Ordunun inşası için düğmeye basılmış olması, TSK'nin yerini hemen TİSK'in (Türk-İslam Silahlı Kuvvetleri'nin) alacağı anlamına gelmiyor. Bu, günler ve aylar içinde halledilebilecek bir mesele değil; kurumsal olarak uzun vadeye yayılması kaçınılmaz. Dolayısıyla, kısa veya orta vadede, Gülencilere karşı Erdoğan ve AKP ile birlikte hareket eden sağ Kemalistlerin iktidarın küçük ve bağımlı ortağı olmaktan kurtulup kurtulamayacağı önem kazanıyor.

Erdoğan ve AKP bunu çok iyi bildiği için, 15 Temmuz "Demokrasi Zaferi ve Şehitleri Anma" günü olarak kutlanıyor, "Olası bir askeri müdaheleye karşı silahlı mücadeleye hazırız!"  mesajları veriliyor ve en önemlisi, meclis fiili başkanlıktan anayasal diktatörlüğe geçmek için seferber ediliyor. Seküler Türk toplumunun bu gelişmeler karşısında dehşete kapılıp paralize olması  tabii ki işlerini çok kolaylaştırıyor, ama şöyle bir gerçek var: Muhalefetin güçsüzlüğü aslında bir bütün olarak sistemin çöküşünü hızlandıran bir etki yaratıyor. Yani devlet binası, mesela jeolojik İstanbul depremine gerek kalmadan, iktidar yanlısı ya da muhalif fark etmez, herkesin üzerine çöküyor. Şöyle de ifade edilebilir: Sistemin en büyük muhalifi sistemin kendisi. Asıl mesele muhalefetin olmayışı değil, Türkiye adına yapıcı ve iktidar sahibi bir muhalefetin üretilip üretilemeyeceği. 

Türk devlet yapısının tüm kırılganlığına rağmen nasıl ayakta kalmayı sürdürdüğü, mesela orta sınıf karakteri ağır basan seküler muhalefetin siyasi temsil üretme kriziyle ilgili. Mesela sınıf çelişkilerine vurgu yapan sol çevrelerin her nedense ve pratikte yoksulların Türk-İslam cephesinde birikmelerini görmezden gelip dua ve beddua niteliğinde, içi boş bir işçi sınıfı edebiyatı geliştirmeleri ile ilgili. Mesela Kürt hareketinin artık klasikleşmiş  yasalcı seçim siyaseti ve hayali devrimci halk ayaklanması döngüsüne teslim olması ile ilgili. Mesela "aydın" kimliğinin alt-kültür düzeyinde dahi örgütlü bir duruştan yoksun, yüksek siyasete bağımlı karakteri ile ilgili... 

Bu ve eklenebilecek başka belirlemelerin her biri tartışmaya değer olmakla birlikte, Türkiye'de olup bitenlerin dünyanın içine girdiği apokaliptik süreçle bağlantısı kurulamadığında, ayrıntılarda boğulmak kaçınılmaz hale gelecektir. Dünyada işlerin iyi gittiği yerler var ama Türkiye'de işler kötüye gidiyor demenin bir anlamı yok. İngiltere'deki Brexit şoku henüz atlatılmadan, beterin de beteri var misali ABD'de Trump şoku yaşandı. ABD başkanlık seçimleri öyle bir sonuç üretti ki, liberal ideologların övünerek bahsettiği resmi denge ve denetleme mekanizması fiilen işlevini yitirdi: Yasama, yargı ve yürütmenin tamamı Cumhuriyetçi Parti'nin eline geçti. Aynı dönemde Türkiye'de anayasal olarak dengesiz ve denetimsiz başkanlık sistemine geçmek için düğmeye basıldı ve meclisteki AKP-MHP koalisyonu kuvvetler ayrılığına son vermek üzere harekete geçti. 

Dünyadaki genel manzaraya bakıldığında, "Türkiye Batı'dan kopuyor, işler daha da kötüleşecek" demek absürt kaçıyor. Aslında Türk devleti Batı hegemonyasının post liberal çözülme sürecinde, Batı'yı taklit etmeyi sürdürüyor. Kendi kendisini batırmakla meşgul ve Türkiye ile mülteci pazarlığını her şeyin önüne koyan AB gemisine binmeye çalışmak ne kadar anlamlı? ABD'de Trump başkan seçilebiliyorsa, Türkiye'de Erdoğan niçin başkan seçilemesin? Batı'da siyasi rekabetin uzun süredir "sol" denilen ılımlı sağ ile aşırı sağ arasında yaşandığı biliniyordu. Türkiye'de 12 Eylül 1980 darbesinden beri durum zaten bu değil mi?

Hiç kuşkusuz Batı'nın liberal demokrasiden kopuş süreci sancılı yaşanıyor. Buna karşılık, iktidarından muhalefetine, Türk siyasi kültüründe demokrasiyi araçsallaştırmak ve altını boşaltmak zaten genel ve katılaşmış bir kültür haliydi. 2000'lerde "AB ile bütünleşeceğiz" diyerek, biraz biçimsel liberal demokrasi alıştırması yapıldı, o da dünya çapında post liberal çürüme sürecine denk geldi. Neoliberalizm, mesela proleterya diktatörlüğü ya da Kemalizm adına anti-liberal gevezelik üretenlerin katkısına ihtiyaç duymadan zaten liberal demokrasiyi tasfiye ediyordu. Sonuç gizli ya da açık, gönüllü ya da gönülsüz, dünya çapında neo liberal şarlatanlık ve çürüme oldu.

Ortadoğu'da olup bitenlere bakıp "Aslında Üçüncü Dünya Savaşı'nı yaşıyoruz" diyenler vardı. Yanlış. Olası bir Üçüncü Dünya Savaşı'na ilişkin iyimser bir yorumu Albert Einstein yapmıştı: "Üçüncü Dünya Savaşı hangi silahlarla yapılır bilmiyorum, ama Dördüncü Dünya Savaşı sopalar ve taşlarla yapılacak." İyimser bir yorum, çünkü Üçüncü Dünya Savaşı'ndan sonra hayatta kalmayı başarmış ve Dördüncü Dünya Savaşı'nı da yapabilecek bir insan topluluğundan söz ediyor.

Bugün yaşadığımız, Üçüncü Dünya Savaşı'nın çıkamıyor olması, buna karşılık gelişmelerin bir dünya savaşını dayatmaya devam etmesi. Birilerinin zaferle çıkabileceği bir dünya savaşı mümkün olsa, mesela 2008'den beri bir türlü üstesinden gelinemeyen küresel ekonomik kriz  problem olmaktan çıkardı. Savaş nedeniyle harap olmuş ve insan nüfusunun çarpıcı  bir düşüş yaşadığı bir dünyada, kalan sağlar adına sıfır noktasından büyümek gibi bir imkân yeniden doğardı. Sorun şurada ki, "Üçüncü Dünya Savaşı'nın kazananı olur ve insan türü ayakta kalmayı başarır mı?" sorusuna olumlu yanıt vermek neredeyse imkansız. Pasifik'teki ABD-Çin gerilimine bakıp savaş tam tamlarının çaldığı söylenebilir mesela, ama savaş çıksa "Tamam, nükleer, kimyasal, biyolojik kitle imha silahlarını hiç işe bulaştırmadan savaşıp galibi belirleyelim" diyebilirler mi?

Dünya savaşı ihtimali bir kenara bırakılacak olursa, insan türünün ortadan kalkmasına neden olacak bir çevre felaketinin ne kadar uzağındayız, sonuçları ne kadar yıkıcı olacak, o da belli değil. Göstergeler, şimdiden sonuçları görülen ve yaklaşmakta olan bir dizi felaketi haber veriyor. İyimser bir bakış açısıyla, ancak şu ümit edilebilir: Dünyadaki insan nüfusu ile çevre arasındaki yıkıcı ilişkinin insan türünü tehdit eden büyük bir felakete yol açmadan zirve yapması ve sonrasında gerilemeye başlaması. Türkiye'de 2000'li yıllarda yaklaşık 10 yıl süren AB'ye endeksli ve liberal demokrasi soslu ekonomik büyüme, reel karşılığı ve geleceği olmayan bir ara döneme tekabül eder. Gerçekte dünya, insan nüfusuna küçük gelmeye ve hayati kaynaklara erişim zora girmeye başlamıştır. Üstelik bu sürece servet dağılımındaki adaletsizliğin tavana vurduğu şartlarda girilmiştir. 

Kıyamet senaryoları, çoktandır gülünüp geçilebilecek meczup sayıklamalar olmanın ötesine geçmiş durumda. Bunlar bilimsel verilerle desteklenen, sanatsal alanda pek çok uyarıcı yapıtın üretilmesine neden olan, ama politik olarak hak ettiği karşılığı bulamayan bir gerçekliği ima ediyor. Eğer ABD'de Trump ya da Türkiye'de Erdoğan, aynı zamanda önemli bir işçi sınıfı desteği alarak başkan seçiliyor ya da  buna bile gerek kalmadan fiili (yani yasadışı) başkanlık yapabiliyorsa, mesela Reina katliamını ve öncesindeki Noel Baba üzerinde tepinme üzerine kurulu anti-laik kampanyayı insan türünün zaten içine sürüklendiği apokaliptik evrenin çarpıcı görünümleri olarak değerlendirmek en doğrusudur. Küresel ortam ve gidişatı gözetmeyen daraltıcı perspektif ve tek başına günü kurtarma çabasındaki yol göstermeler aldatıcı olmaktan kurtulamaz.

Doğulu ve Batılı emperyal güçlerin rekabet sahasında kendisini pazarlamaya çalışan bir Türkiye perspektifi - ki laikliği tasfiye ve Türk-İslam devletine geçiş sürecinde iktidar dalkavukluğu yapan Avrasyacı soytarılığın özü budur - amiyane bir tabirle beyinsizlikle harmanlanmış, çakal seviyesizliğinde bir siyaset üretmenin ötesine geçemiyor. Bu intihar eğilimli bir insanlıktan çıkma halidir ve ağır basan eğilim itibariyle küresel gidişata uygundur.

Zamanında Erdoğan AB ile birlikte, olmadı AB'ye rağmen demokratikleşme sözü vermişti. Öznesinin Erdoğan ve AKP olmadığı ve olmayacağı zaten belli olan, ama kim olacağı belli olmayan bu söz değerini koruyor. Türkiye'de laikliğin kaybedilmesi, bölgesel ya da Türkiye ile sınırlı bir mesele değil, insanlık denkleminde yıkıcı bir fonksiyona sahip. Laikliğe sahip çıkmak, insanlık denkleminde yapıcı bir fonksiyon edinebilmek için yeterli değil, ama gerekli bir şart. Artık akılcı analize konu olabilecek faşist bir stratejiyle de açıklanamayan, yarattığı derin bataklığa herkesi çekmeye çalışan Türk-İslam çılgınlığını sona erdirmek, sonrasında aklını başına toplama şansını yakalamak içinse gayet yeterli bir şart.