( 15-16 Temmuz 2016 tarihleri arasında Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde kendilerini Yurtta Sulh Konseyi olarak tanımlayan bir grup asker tarafından  bir silahlı kalkışma girişimi sonrasında "15 Temmuz İsyanı" adlı yazısında özelllikle muhalefetin durumunu irdeleyen Ömer F.Kurhan'ın bu konuda yazmış olduğu ikinci yazı olan "Yandaş Muhalaefet" başlıklı yazıyı paylaşıyoruz.) 

15 Temmuz'da isyan eden ve AKP hükümetini devirme girişiminde bulunan subayların eylemi karşısında meclis muhalefetinin tavrı, yandaş muhalefet haline geldiğini gösterir nitelikteydi. HDP'nin bu tablonun dışında kalmamış olması manidardır. Düne kadar sivil darbeden, diktatörlükten, fiili başkanlıktan vs. söz edenler, eğer mantıkları izlenecek olursa, tercihlerini askeri darbeden değil de sivil darbeden yana yapmış oldular.

 

Bir noktayı vurgulamak lazım: Türkiye'de liberal ideologların pompaladığı, yüksek siyaset düzeyinde yaygın kabul gören "darbelerin her türlüsüne karşıyız, ama askeri darbelere sivil darbelerden daha fazla karşıyız" absürtlüğü, 15 Temmuz isyanını akılcı ve ahlaki bir değerlendirmeye tabi tutmaktan alıkoyan başlıca unsur. Devlet düzeyinde bir darbeden söz ediliyorsa, mutlaka bunun askeri, polisiye, para militer vs. dayanağı olur.

 

Türkiye'de bu absürtlüğün arkasında gizlenmek istenen şöyle bir gerçek var: Türk tipi liberalizm toplumu yukarıdan aşağıya demokratikleştirme hedefiyle hareket eder ve bu nedenle devletin zor aygıtlarının kullanılmasında bir hayli iştahlıdır. Geçmişte, askeri darbe olasılığını ortadan kaldırmak için AKP ve Gülen Cemaati ile geliştirilen işbirliği, bu tespiti doğrulayacak verilerle dolup taşmaktadır. Devlet iktidarını paylaşma kavgasında yargının araçsallaştırıldığını görmezden gelmek, "kullanışlı aptallıkla" açıklanamayacak bir motivasyonun sonucudur.

 

Bu anlamda, yayınladıkları bildiri ciddiye alındığında, 27 Mayıs 1960 darbesinin liberal demokratikleşme programını güncelleme iddiasına sahip 15 Temmuz isyancılarının "sivil" liberal ideologlardan daha samimi ve dürüst oldukları kolaylıkla iddia edilebilir.

 

Yandaş muhalefet adına yaşanmakta olan, aynı zamanda ahlaki bir çöküştür: Düşene (isyancılara) bir tekme de benden anlayışıyla "Acaba sivil darbecilerden bir şeyler koparabilir ve iktidar alanımızı genişletebilir miyiz?" fırsatçılığı bariz bir şekilde sırıtıyor. Sordukları sorunun yanıtını kısa zamanda aldılar: Askeri isyanı ezmek için "sivil" darbecilerin önderliğinde gerçekleştirdikleri "direniş", üç vakte kadar bitebileceği duyurulan OHAL ilanıyla sonuçlanmış bulunuyor. Yani iktidara dilenci olmaktan başka bir seçeneğin sahibi değiller.

 

Yüksek siyasetin sefaleti bir kenara bırakılıp sokaklara inildiğinde her şey çok net. Emniyet güçleri, silahlı para militer unsurlar ve onların peşine takılan (aslında çoğunluğu sınıfsal olarak toplumun "ezilenler" kesiminde yer alan) Türk-İslamcı gruplar, subay lojmanları dahil, seküler toplumun yoğunlaştığı bölge ve yerleşimleri taciz etmekte, bu şekilde olası bir yeni darbe girişimine karşı "demokrasi bayramı" yapmaktalar. Gülen Cemaati'ne karşı geliştirilen tavır ise, zamanında Nazilerin Alman Yahudi toplumuna yaklaşımına benzer özellikler arz ediyor.

 

Pazar günü CHP'nin İstanbul'da düzenlemeyi tasarladığı "Cumhuriyet ve Demokrasi" mitingi, olası bir askeri darbeye destek vermesinden şiddetle şüphe duyulan seküler Türk toplumunun kendisini darbe severlik suçlamasından kurtarması ve üzerinde oluşan Türk-İslam baskısını hafifletmesi için bir şans veriyor. Çünkü şu sıralar sadece darbe girişimine açık destek vermek değil, "Askeri darbeye karşıyım!" yemini etmemek de suç.

 

Erdoğan liderliğinde hayatına devam eden MGK'nin CHP yönetimine verdiği görevde bir yenilik yok: Seküler Türk toplumu ile Türk-İslam toplumu arasındaki gerilim ve kutuplaşmayı ortak düşman algısı yaratarak uzlaşmaya çevirmek. Bu oyunda ortak düşman rolü PKK'ye ve "FETÖ'ye" verilmiş durumda.

 

CHP yönetiminin MGK'ye bağlılık içinde seküler Türk toplumunu manipüle etmesi anlaşılır bir şey ve misyonu gereğidir. Bu, yasalcı Türk solu adına 12 Eylül 1980 darbesinden beri aşılamayan ve Soğuk Savaş sonrasında kemikleşen bir durum. Proleterya ve ezilenler edebiyatına sıkı sıkıya sarılanlar dahi, orta sınıf fraksiyonları olmanın ötesine geçip özellikle Türk-islam toplumu içinde çoğalıp duran ezilen toplum kesimleriyle buluşmayı başarmış değiller.

 

Peki HDP'ye ne oluyor?

 

Bu sorunun yanıtı kabaca şöyle verilebilir: Kürt Hareketi içinde HDP'ye verilen görev, hem Kürt toplumu  hem de Türk toplumunda örgütlü sivil dayanakların inşasını teşvik eden bir halk hareketi haline gelmek ve aynı zamanda bu hareketin yasal yüksek siyaset düzeyinde temsilini sağlamak değil. HDP, başından beri, liberal ideolojinin eksen alındığı tepkisel muhalif bir yığılmanın temsilcisi olarak iş görmektedir.

 

Seleflerine göre HDP'yi daha başarılı kılan iki olgu var: Birincisi, uluslararası güçlerin örtülü bir NATO operasyonuyla Suirye'ye müdahale etmesinden sonra yaşanan Rojava devriminin Türkiye'deki Kürt toplumunun Kürt hareketine akışını hızlandırması; ikincisi, Türkiye'de siyasal İslam'ın cihatçı faşizan bir evrim geçirip seküler Türk toplumunu karşısına almasıyla, Kürt hareketinin bölgede laikliğin de güvencesi haline gelmeye başlaması, böylece Türk kamuoyunda Kürt karşıtlığına dayalı ırkçılığın aşınmaya başlaması.

 

Peki böylesi avantajlı bir konumdayken HDP nasıl bir çizgi izledi?

 

Türk devleti içinde meydana gelene iktidar çatışması ile arasına mesafe koymak yerine, moda bir deyişle "üst aklın" önerdiği müdahaleci ve faşizm karşıtlığını AKP karşıtlığına indirgeyen bir rol icra etmeye başladı. Barış görüşmelerinin en kritik evresinde, Erdoğan ve AKP'yi iktidardan düşürmeyi, olmadı zayıflatmayı hedefleyen Batı destekli seçkinler cephesine dahil oldu. 7 Haziran 2015 genel seçiminde ancak bir ölçüde başarı kazanan bu siyaset, MGK'nin Erdoğan liderliğinde ve AKP ile yola devam etme kararı almasıyla, 1 Kasım genel seçiminde ağır bir yenilgi yaşadı.

 

Kürt hareketi fiili özyönetim ilanları eşliğinde silahlı şehir direnişi konseptini hayata geçrirken (bir bakıma Rojava devrimini Türkiye Kürdistanı'na ithal etmeye çalışırken), "Bizim savaşımız esas olarak TSK değil, AKP polisiyle, ama üstümüze gelinirse ..." şeklinde demeçlerle hâlâ bu siyaseti sürdürme gayreti içindeydi. Sonuç olarak şehir direnişleri, Türkiye ve Batı kamuoyunun tepkisizliği eşliğinde, PKK cemaatinin en güçlü olduğu Kürt yerleşim bölgelerinin harabeye çevrilmesiyle sonuçlandı. Öyle ki, PKK'li yetkililer "Bu kadarını beklemiyorduk" demek zorunda kaldılar.

 

Bu arada HDP, tamamen paralize olmuş halde, CHP ya da Doğan medya grubuna "Biz böyle mi konuşmuştuk?" şeklinde sitemlerde bulunuyordu. Oysa genel seçimler sürecinde en azından Erdoğan ve AKP'nin gücünü zayıflatmayı hedefleyen cephenin sermaye bileşenleri, çark edip yalvar yakar Erdoğan'ı yumuşatma çizgisine çoktan yerleşmişti. Çünkü MGK, söz konusu Kürt hareketini silip süpürmekse, "Bu iş en iyi Erdoğan ile olacak" kararını çoktan (7 Haziran 2015 genel seçiminden hemen sonra) vermişti.

 

15 Temmuz isyanının bastırılmasının ardından HDP'nin yandaş muhalefete eklemlenmeye karar vermesi, bastırılan askeri isyanı fırsata çevirme arayışından başka bir şey değil. Mecliste izolasyon ve tasfiye baskısı altında paralize olmuş haldeyken, "sivil darbe" iktidarının meşrulaştırılması kampanyasına dahil olma pahasına muhatap alınmayı bir kazanım olarak gördü. Bununla birlikte, MHP ve CHP'den farklı olarak HDP'nin yandaş muhalefet pozisyonu sürdürülebilir değildir ve bir siyasi skandal olarak tarihe geçecektir.