Hanefi Avcı’nın kitabı kendisine kurulan bayat komplodan sonra bir kat daha popüler hale geldi. Neler olup bittiğini yorumlamak çok zor, ancak son operasyon son derece kötü planlanmış, çocukların bile inanmayacağı bir tezgâh gibi görünüyor. Hatta Ergenekon davasının altını oymak ve bu davanın baştan sona bir komplo olduğunu iddia eden ulusalcı çevrelerin iddialarını haklı çıkarmak için daha iyi bir tezgah kurulamazdı denebilir.
Ulusalcı-Kemalist çevrelerce kitabın cemaatle ilgili alelacele yazıldığı her halinden belli olan ikinci bölümü ön plana çıkartılıp cemaatin devleti ele geçirmeye çalıştığının bir diğer kanıtı olarak sunulması bir anlam kaymasına sebep oluyor. Bu nedenle kitabın bütününün değerlendirilmesi ve devletin işlevine ilişkin olarak tartışılması gerekir; çünkü kitap devlet içinden gelen bir kişinin itiraflarını içeriyor ve T.C. devletinin nasıl işlediğine ilişkin önemli ipuçları veriyor.
Kitabı oldukça şizofrenik buldum, bu da aslında bir ölçüde devlet aklının günümüzde içinden geçtiği şizofrenik durumu yansıtıyor diye düşünüyorum. Bir yandan işkence ve baskı dolu geçmiş ile hesaplaşmaya çalışıyor ama işkencenin devletin tüm baskı aygıtları -ordu ve polis-tarafından yürütülen sistematik bir yöntem olduğunu kabul etmiyor. Bir yandan devleti eleştiriyor devletin teknik bir hizmet aygıtı olarak sınırlandırılması gerektiğini söylüyor, ama bir yandan da devlet aygıtının ehil ellerde olması gerektiğini savunuyor. Kürt sorunu ile ilgili olarak açılım rüzgârını arkasına alıp “açılım” çerçevesini aşan daha ileri şeyler bile söylüyor, ama bir yandan da Kürtlerin hak talepleri konusunda tek bir söz söylemiyor. Bir yandan devletin bazı birimlerinin halkı birbirine karşı kışkırtmak için psikolojik harekât yaptıklarını ve faili meçhul cinayetler işlediğini söylüyor, bir yandan da Danıştay Saldırısı ve Hrant Dink cinayetinin faillerinin ortada olduğunu ve bunların arkasında daha derin bir yapının aranmaması gerektiğini iddia ediyor.
Kitapta devletin kirli geçmişi ile dürüst bir yüzleşme yerine bu geçmişi inkar etmeden hesabını kapatma eğilimi göze çarpıyor. Devletin psikolojik harekat-işkence-yargısız infaz üçgeninde biçimlenen kirli geçmişini deşerken kendisini hep dışarıda tutuyor. Örneğin, 1984’de Diyarbakır’da İstihbarat Şube Müdürlüğü görevini sürdürürken her nedense Emniyet’te tanık olduğu işkencelerden söz etmiyor ama “cezaevinden çıkan herkesten Oktay Yıldıran hakkında dinlediği hikâyeleri” aktardığını söylüyor. Dev-Sol’a karşı kendisinin istihbarat ayağını üstlendiği 1991-1992 yıllarında yürütülen operasyonlarda yapılan yargısız infazları “polis de öldürülen meslektaşlarının intikamını alma gayesiyle sağ teslim almaya çok çaba göstermemesine” bağlıyor.
Geçmişte “devletin, vatandaşlarını rejime muhalefet edenlere karşı kışkırttığını, bizzat kendi vatandaşlarını yine kendi vatandaşları olan rejim muhaliflerine karşı fiili saldırılarda bulunması için kullandığını” söylüyor. Devletin teröristlerle kendi yöntemleri ile savaşmak üzere illegal yapılanmalara gittiğini, JİTEM’in bölgede mafya ve itirafçılarla yargısız infazlar gerçekleştirdiğini daha sonra bu unsurların kontrolden çıktığını söylüyor.
Ancak Avcı’ya göre devlet Susurluk sürecinde bu geçmişi ile hesaplaşıyor:
"Susurluk süreciyle başlayan araştırmalar ve bu olayın kamuoyunda basın yoluyla duyulması üzerine açılan soruşturmalar belki kamuoyunu tatmin etmedi, belki bu olaya katılan herkesi cezalandıramadı, hemen hemen hiçbir eylemden dolayı hiç kimseye ceza verilemedi, birçok olay -hâlâ- faili meçhul kaldı ama çok önemli bir şey gerçekleştirildi: Devletin hukuk sistemi, bu işi soruşturan müfettişler ve en önemlisi de mahkemeler, bu yöntemi, bu anlayışın yanlış olduğunu kabul etti, teröristlere ve terör örgütlerine karşı kanunları çiğneyerek, illegal yöntemler kullanarak mücadele edilmesini de kanunsuzluk ve terör eylemi sayarak bu anlayışı mahkum etti. Belki bahsi geçen olaylarda fiilen görev alan binlerce insan olmasına rağmen sadece on, on iki kişi ceza aldı. Ama şu çok önemliydi, hukuk sistemi rejim ve sistem muhaliflerine karşı İllegal faaliyetleri, bu kişileri susturmak için kullanılan hukuk dışı yol ve yöntemleri kabul etmedi. Bu durum, devlet sisteminde bu tutumun artık meşru olarak kabul edilemeyeceğini ve bir gün, daha ağır hesapların verileceğini ilan etmesi açısından çok önemliydi."
Avcı anlaşıldığı kadarıyla bu süreç içinde bir zihinsel dönüşüm geçirip devletin rolünün ne olması gerektiği üzerinde düşünmeye başlıyor. Susurluk sürecinde televizyonlarda kendisini görüp teşhis eden, işkencecisi olduğu mağdurlarla bir araya gelip onlardan özür diliyor. Son operasyonda bağlantısı olduğu iddia edilen Necdet Kılıç ile de bu seanslardan birinde bir araya geliyor ve belli ki o günden beri de bu ikilinin ilişkileri devam etmiş.
Avcı devlet üzerinde düşünme sürecinde devletin aslında “kendisine vatandaşlık bağı ile bağlı olan vatandaşların huzur ve güven içinde yaşamalarını sağlayan bir organizasyon” olması gerektiğini, “devletin ve kurumlarının, toplumu oluşturan birey ve grupların kişisel dünyalarına müdahale etmesinin, belirli bir hayat tarzını ve davranış biçimini dayatmasının, bu alanda söz hakkı iddiasının hiçbir meşru dayanağı olmadığı” ve devletin bir ideolojisi olamayacağı, Aklın Devleti olması gerektiği sonucuna varıyor. Devlet erkini temsil edenlerin aslında demokratik değerleri içselleştirmediğini, halkı güdülecek koyun gibi gördüklerini, çoğunun kişisel çıkar peşinde olduğunu, üst makamlarda bulunanların ilahlaştırıldığını, bunun en tepe noktasının Atatürk’ün ilahlaştırılması olduğunu söylüyor.
Kürt sorunun çözümü konusunda da şimdiye kadar sivil otoritenin hiçbir sorumluluk almadığını, Silahlı Kuvvetlerin doğruyu tayin ettiğini, pek çok fırsatın bu nedenle heba edildiğini, Kürt davasının Öcalan’ın ve örgütün şahsında somutlaştığını, onlarla görüşülmeden hiçbir sorunun halledilemeyeceğini dile getiriyor. Açılım sürecine kuvvetli bir destek veriyor ve ülkenin birliği için bu sürecin belki de son şans olduğunu hissettiğini söylüyor.
Kitabın bu bölümünü okuyan herkes eminim ki uzun yıllar devletin kirli işlerinin hizmetinde bulunmuş birisinden bu liberal fikirleri duyunca şaşkınlığını gizleyemez. Ancak yine de her zaman devleti koruma refleksi ağır basıyor ve Devletin Aklı Avcıya şunları söyletiyor: “Ergenekon örgütünün eylemleri olarak söylenebilecek hiçbir şey yoktur, çünkü Türkiye'deki faili meçhul olayların Ergenekon veya başka örgütlerle irtibatını gösterecek delil ve emareler bulunmamaktadır.”
Burada şaşkınlık yerini itidale bırakıyor. Avcı aslında devletin restore edilmesi ve teknik bir hizmet birimine indirgenmesi gerektiğini iddia ediyor. Ancak geçmişi de çok fazla kurcalamaya gerek yok, çünkü deştikçe altından çıkacakları devlet kaldıramaz. Önümüzdeki günlerde Arif Doğan’ın ifadeleri basına dökülür ve neler söylediğini okuruz. Aslında devlet de Susurluk sürecinde kendisi ile hesaplaşmadı mı? Dolayısıyla şimdi bunları daha fazla deşmeye ne gerek var? Nitekim “JİTEM’in Karakutusu” olduğu söylenen emekli albay Arif Doğan da “söyleyeceklerimi kaldırabilir misiniz” tehdidinde bulunmadı mı?
Bu durum aslında Türkiye’de bir Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu’nun ne kadar gerekli olduğunu gösteriyor. Devletin kirli işlerini görenlerin bazı itiraflarda bulunma ve gerçekleri ortaya dökme eğilimleri artıyor. Ancak bu itiraflar sınırlı kalıyor ve samimi bir yüzleşme yaşanmıyor. Çünkü süreçte mağdurlar yok ve yapıcı eylem yok. İtiraflar havada uçuşup kalıyor.
Türkiye’nin geçmişi ile yüzleşememesi geçmişte devlet adına girişilen ve kapalı kapılar ardında kalan eylemlerin de bir şantaj unsuru olarak kullanılmasına neden oluyor. Şu bir gerçek ki devlet içinde, yani yargı ve emniyette bir güç mücadelesi sürüyor. Bu mücadele çok çetin geçiyor, çünkü hem devletin kasasında şantaj malzemesi bol hem de sonuçta elde edilecek ödül büyük, çünkü devlet çok güçlü ve belli aygıtlarını ele geçirenler her alanda ciddi kontrol elde ediyorlar.
Hanefi Avcı kitabında İstanbul ve Ankara’da İstihbarat Şubesi Müdürlükleri sırasında süper bir dinleme teknolojisi kurduğunu, yasal zeminde gerekli izinler alınarak herkesin dinlenebileceğini, ama şimdi bu aygıtın cemaatin eline geçtiğini, onların da bu aygıtı kendilerine karşı olanlara karşı kullandıklarını söylüyor. Bu aygıt tekrar devletin eline geçmeli diyor. Kitapta anlatılan bazı detaylar George Orwell'in 1984 romanındakine benziyor. Ancak, orada insanlar sürekli izlendiklerini bildikleri için dikkatli davranıyorlar, burada onu bile bilmedikleri için faka basıyorlar, hatta günün birinde kendisinin bile dinlendiğini fark ettiğinde şaşkınlığını saklayamıyor Avcı.
Özgürlükçü bir bakış açısından olay değerlendirildiğinde, devletin kurumlarını ya da aygıtlarını ele geçiren şu ya da bu kesimin, görüşün ya da cemaatin başka bireylerin, ya da görüşlerin üzerinde tahakküm kurabilecek güce erişememesinin tek yolu devleti küçültmekten ve sınırlandırmaktan geçiyor.