Türkiye’de 2007-2010 dönemini karakterize eden en önemli gelişme, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana gücünü koruyan “askeri vesayet rejiminin” belirli ölçüde geriletilmesi ve sivil güç odaklarının iktidardan daha fazla pay almaya başlaması oldu.

AKP Hükümeti askeri vesayeti geriletirken hiç kuşkusuz dış koşulların kendi lehine olmasından yararlandı: Özellikle 2007’lerde Avrupa Birliği (AB) üyelik süreci hâlâ gündemdeydi ve Türkiye’yi Ortadoğu’ya “Müslüman, demokratik ve laik” bir ülke modeli olarak sunmaya çalışan ABD, Türkiye’de artık darbe istemiyordu. İç kamuoyunun demokratikleşme özlemleri, özellikle Kürtler ve İslami kesimlerin askeri darbelere açık muhalefeti, AKP ve Gülen Cemaati’nin askerlere karşı peş peşe açtığı davalara güçlü bir meşruiyet sağladı.

Bununla birlikte, bugünden bakıldığında asıl üzerinde durulması gereken noktanın şu olduğu görülüyor: Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk gibi davalar –askeri vesayeti geriletmekle birlikte– gerçek bir demokratikleşme sağlamadı. Aksine, polis ve yargı merkezli yeni ve bu kez “sivil” güç odaklarının daha fazla pay sahibi olduğu farklı bir vesayet rejiminin kurulmasına yol açtı.

Biz bu yazıda 2007-2010 döneminde askeri vesayetin göreli olarak geriletilmesinden doğan boşluğun yine otoriter, alabildiğine anti-demokratik, kişi hak ve özgürlüklerini hiçe sayan ve her türlü toplumsal muhalefeti bastırmak üzere kurgulanmış “yeni bir vesayet” rejimi tarafından doldurulduğunu öne süreceğiz. Ayrıca çoğu kez dillendirildiği gibi ordunun iktidar ortağı olmaktan çıkmadığını, bir başka ifadeyle “teslim alınmadığını”, özellikle Kürt sorunu gibi rejimin “kırmızı çizgileri” söz konusu olduğunda karar alma süreçleri üzerindeki etkinliğini sürdürdüğüne dikkat çekeceğiz.

Fakat şu noktanın altını çizmek önem taşıyor: Bütün bu gelişmeler bir boşlukta meydana gelmedi. 2007-2010 dönemini önceleyen süreçte Kürt sorunu ve AB başlıklarında önemli gelişmeler meydana geldi.

Yazının devamı için tıklayınız.