Çeşitli üniversitelerde ve okullarda çalışan BGST'li eğitimciler olarak eğitiminin güncel sorunlarına ilişkin tartışmalar yapmak, çalıştığımız kurumlarda karşılaştığımız sorunları paylaşmak ve çözümler üretmek, ve gerçekten demokratik ve eşitlikçi bir eğitimin nasıl olabileceği üzerine alternatifler geliştirmek için bir araya geldik ve tartışmalarımıza bir zemin oluşturabilmesi için Noam Chomsky'nin Demokrasi ve Eğitim (bgst YAYINLARI, 2007) adlı kitabından ve Michael Albert'ın Umudu Gerçeğe Dönüştürmek (bgst YAYINLARI, 2007) adlı kitabından belli bölümler okumaya karar verdik. Bu metin Michael Albert'ın Umudu Gerçeğe Dönüştürmek (bgst YAYINLARI, 2007) adlı kitabının eğitim ile ilgili bölümüdür ve demokratik-katılımcı bir toplumda eğtimin nasıl olabileceğine ilişkin bir tartışma açmaktadır.

Eğitim hakkında düşünmek iki geniş referans çerçevesi gerektirir; ki bu da sırasıyla iki araştırma yaklaşımına yol açar.

Eğitimin bir kısmı bireye has ve ona yöneliktir. Öğrenciden başlayarak eğitim hakkında düşündüğümüzde, bilgi ve beceriler iletme ile öğrencide yeteneklerin geliştirilmesini inceleriz. Öğretilen şeyin gereklilikleri, öğrencilerin özellikleri ve öğretmenlerin yetenekleri gözönüne alındığında, öğrencileri eğitmenin en iyi yolunun ne olduğunu sorarız.

Fakat eğitim bir kısmı da bağlamsal ve toplumsaldır. Toplumdan hareket ederek eğitim hakkında düşünmeye başladığımızda, toplumun ihtiyaçlarını göz önüne alarak bilgi ve beceri iletimi ile yeteneklerin geliştirilmesi sürecini inceleriz. Öğrencileri toplumun hedeflediği şeylere uygun olarak eğitmenin en iyi yolunun ne olduğunu sorarız.

İdeal olarak bu bakış açılarının her ikisinden de aynı yanıtı alacağız. İdeal durumda, toplumun çıkarları ile her bir öğrenci kuşağının çıkarları uyuşacaktır. Eğer böyleyse, açık bir programımız olacak. Eğer değilse, öğrencilerin buyrukları ile toplumun buyruklarına hizmet etmek arasında bir seçim yapmamız gerekecek. 

Bu denemenin okuyucularının çoğu, üretici varlıkların özel mülkiyeti, şirket-içi iş bölümü, otoriter karar alma ve pazar tahsisatının olduğu kapitalist ekonomilere sahip toplumlarda yaşıyor.

Bu kurumlar nedeniyle, kapitalizmde servet ile gelir arasında muazzam farklılıklar vardır. Nüfusun yüzde ikisine yakın bir kesimi – ki bunlara kapitalistler deriz – üretici mülke sahiptir ve faydaları biriktirir. Benim koordinatör sınıf dediğim güçlü kılınmış avukatlar, doktorlar, mühendisler, yöneticiler vs. nüfusun yaklaşık yüzde 20’sini oluşturur ve güçlendirici işleri ve kendi ekonomik yaşamları ile başkalarının ekonomik yaşamları üzerindeki günlük kontrol kaldıraçlarını büyük ölçüde tekellerinde tutarlar. Koordinatörler yüksek gelirlerden, ekonomik neticeler üzerinde kişi ve grup olarak büyük bir etkiye sahip olmaktan ve yüksek statüden yararlanırlar. Son olarak, en alttaki yüzde 80’lik kesim büyük ölçüde rutin işleri yapar, yukarıdakilerden emirler alır, ekonomik neticeleri pek etkileyemez ve düşük bir gelir alırlar. Bu, işçi sınıfıdır.

Bu üç ayaklı sınıf bölünmesi, kapitalizmin kilit kurumları tarafından meydana getirilmiştir. İlk olarak, üretici varlıkların özel mülkiyeti egemen kapitalist sınıfın sınırlarını belirler. Pazarlar, mülkiyet sahiplerine kârları biriktirme ihtiyacı dayatırlar. Şirket-içi karar alma yapısı, mülk sahiplerine mülklerini nasıl kullanacakları konusunda nihai gücü verir. 

İkinci olarak, mülk sahiplerinin sayısının azlığı ve büyük kontrol ihtiyacı, arada konumlanan bir koordinatör sınıfın oluşturulmasını teşvik eder. Hiyerarşik iş bölümü koordinatör sınıfı, güçlendirici işleri ve günlük karar alma kaldıraçlarına erişimi tekelleştiren bir sınıf olarak tanımlar. Meşruiyet gereksinmesi, bu sınıfın eğitimi, yetenekleri ve bilgiyi – ve bunlara eşlik eden güveni – tekelleştirmesini güvence altına alır. 

Üçüncüsü, bütün bu özellikler yurttaşların en büyük bölümünün, düşük ücretlerle rutin, usandırıcı ve itaat gerektiren işlerde çalıştığı için çok az veya hiçbir pazarlık gücüne sahip olmamasını güvenceye alır. 

Üç sınıfın nispi pazarlık gücüne bağlı olarak, bu özellikler dayattıkları acı çekme derecesi ve imkan tanıdıkları seçenekler açısından değişiklik gösterecektir. Fakat kapitalizmin her örneğinde, ekonominin tanımlayıcı kurumlarının geniş iskeleti aynı olacaktır. Peki bunun eğitim açısından içerimleri nelerdir?

Eğer bir ekonominin yüzde 2’si hakim, yaklaşık yüzde 18-20’si yönetici konumda ve kabaca yüzde 80’i de itaat eden konumdaysa, her yıl eğitim sisteminden mezun olup yeni işe girenlerin kendileri için tanımlanmış mevkileri işgal etmesi, toplum tarafından sıcak bir onayla kabul görmelidir. Her yeni mezun kuşak kendi işlevlerini yerine getirecek, sorumluluklarına dikkat gösterecek ve dikkatini başka yönlere çeken şeyleri görmezden gelecek şekilde hazırlanmalıdır. Bu, egemen olacaklar için, egemen olacaklara nispeten daha az olmakla birlikte büyük bir güce sahip olacaklar için ve büyük çoğunlukla itaat edecekler için aynı şekilde doğrudur. 

Bütün bunlar için kullanışlı bir sözcük, kanalize etmektir. Her yeni kuşak kendine özgü istikametine kanalize edilir. Eğitim sistemi, okula başlayan nüfusu alır, işlemden geçirir; öyle ki bu nüfusun üyelerinin yüzde 80’inin olayları eğilimi neredeyse sıfıra indirgenmiştir, öz-güven neredeyse ortadan kaldırılmıştır, bilgi minimum düzeyde ve dar tutulmuştur ve öğrenilen başlıca yetenekler itaat etme ve bıkkınlığa katlanmaktır. Eğitim sistemine giren nüfusun diğer yüzde 20’lik bölümü, bir söz hakkına, öz-güvene ve çeşitli yetenekler ve kavrayışlar üzerinde bir tekele vs. sahip olma beklentisi olacak şekilde kanalize edilirler. Elit kesim ise, Harvard ve Oxford gibi belli başlı toplumsal “mükemmelleştirme okullarında”, birlikte akşam yemeğini nasıl yemeleri ve kibirli toplumsal konumlarına uygun olarak nasıl davranmaları gerektiğini öğrenir.

Buradaki esas fikir basittir. Eğer bir toplum kendi nüfusunun ana hatlarıyla üç umut, beklenti ve kapasite kalıbına sahip olmasını gerektiriyorsa, eğitim sistemin de kendi nüfusunu buna göre bölümlere ayıraca ve tam da bu farklılaşmış neticeleri sağlayacaktır. Bu bağlamda, eğitime her bireyin azami düzeyde kendi potansiyellerini geliştirmesi ve kendi çıkarlarını kollaması perspektifinden bakma çabası ya retorik olmaktan öteye geçmeyecektir; veya insanların çoğunluğunun ciddi bir potansiyele veya çıkarlara sahip olmadığı şeklindeki ön-varsayımlarla sınırlandırılmış olacaktır; ya da ekonominin ihtiyaçlarına aykırı neticeler elde etmeye çalışacaktır. Gerçekte, bunlar tam da eğitime ilişkin olarak toplumlarımızda takınılan tutumlardır. 

Peki bir alternatif var mı? Toplumdaki hiyerarşiler her zaman, her öğrencinin potansiyelleri ve özlemlerinin gelişmesini amaçlayan pedagojiye üstün mü gelecek? Öğrenciler açısından önemli kazanımlar ancak bir mücadelenin sonucunda mı meydana gelecek ve öğrenciler uyanık olmayı bıraktıklarında dönemsel olarak ortadan kalkacak mı? 

Eğitim üzerine Carnegie Komisyonu, hükümetin 1960’larla neyin “yolunda gitmediğini” anlamak üzere gösterdiği gayretin bir parçası olarak ABD’de eğitimin durumunu ele aldığında, şu sonuca varmıştı: sorun, çok fazla eğitim olmasıydı. Komisyonun raporuna göre, öğrenciler toplumda çok fazla söz hakları, çok fazla gelirleri olacağını, çok fazla iş tatmini yaşayacaklarını, çok fazla haysiyet sahibi olacaklarını ve saygı göreceklerini ummuşlardı ve ekonomik yaşama katılmaya hazır hale geldiklerinde, öğrencilerin çoğu beklentilerinin mahvolduğunu gördü ve isyan etti. Yine komisyonun raporuna göre, çözüm, toplumun çoğunluğunda yüksek beklentilere neden olan eğitime dönük eğilimi azaltmaktı. Yüksek eğitimi azaltmak ve daha alt düzeydeki eğitimi ise daha rutin ve mekanik hale getirmek gerekiyordu – elbette kaderleri yönetmek olanlar bu plana dahil değildi.

Eğer eğitime eğitilecek kişi açısından bakarsak, bu kitabın yazarları ve okuyucularının kesin olarak doğru metodolojiler hakkında farklı düşünceleri veya yanıtlayamadıkları soruları olabilir. Fakat geniş anlamda amaçlar açısından hemfikir olacağımızı tahmin ediyorum. 

Öğrencilere kapasiteleri ve potansiyellerini keşfetmeleri, onları araştırmaları ve geliştirmek istediklerini yaşama geçirmeleri konusunda yardımcı olunmalıdır. Aynı zamanda da, toplumsal açıdan eşit ve müşfik pek çok kişiden biri olmaları için gereken şekilde öz-güvenli ve düşünebilen, akıl yürütebilen, tartışabilen ve değerlendirebilen bireyler haline gelmeleri sağlanmalıdır. Başkaları bu görevi biraz dana farklı biçimde formüle edebilir, fakat bir nokta oldukça açıktır: bu tür bir eğitimin gerçekleşebilmesi için toplumun, toplumsal yaşama katılacak bu tür yetişkinlere ihtiyaç duyması gerekir. Örneğin, itaatkâr ve pasif ücretli köleler istememesi gerekir. 

O halde öğrencinin açısından değerli olduğu düşünülen pedagojiyle bağdaşabilmesi için, ekonominin her katılımcıdan kapasite ve eğilimlerini tam olarak kullanmasını istemesi gerekmez mi? Öyleyse, kapitalizmin yerine ne tür bir ekonomi bunu başarabilir?

Benim önerdiğim alternatif, katılımcı ekonomi olarak adlandırdığım ekonomi türüdür. Özetle, katılımcı ekonomi dört tanımlayıcı kurumsal taahhüdün kullanılması yoluyla (gereksinmelerin karşılanması ve potansiyellerin gerçekleştirilmesine ek olarak) dört kilit değerin hayata geçirilmesini hedefler. Bu değerler, dayanışma, çeşitlilik, hakkaniyet ve öz-yönetimdir. Kurumlar ise, öz-yönetime dayalı karar alma norm ve yöntemleri, dengeli iş bileşenleri, gayret ve fedakarlığın ödüllendirilmesi ve katılımcı planlamayla birlikte işçi ve tüketici konseyleridir. 

Özet olarak anlatacak olursak, ilk değer dayanışmadır. Kapitalizm, daha iyi bir konuma geçmek için insanların birbirlerini çiğneyip geçmesi gereken bir sistemdir. Geride kalanların çektikleri ıstırabı görmezden gelmeniz veya onları daha da aşağıya doğru iterek gerçek anlamda üzerlerine basıp geçmeniz gerekir. Kapitalizmde, ünlü bir beysbol hocasının dediği gibi… “iyi çocuklar sonuncu gelirler.” Katılımcı ekonomi ise, tam aksine, yapısal olarak bir dayanışma ekonomisidir. Üretim, tüketim ve tahsisat için varolan kurumları, anti-sosyal insanları bile başkalarının durumuyla ilgilenmeye yönlendirir. Katılımcı bir ekonomide daha iyi bir konuma geçebilmek için dayanışmayı temel alarak hareket etmeniz gerekir. Bu katılımcı ekonominin bu ilk değeri tamamen tartışma dışıdır. Ancak bir psikopat, diğer her şey aynı olduğunda, bir ekonominin daha iyi olabilmesi için husumet ve anti-sosyallik üretmesi gerektiğini söyleyecektir. 

İyi bir ekonomiden geliştirmesini istediğimiz ikinci değer, çeşitliliktir. Kapitalist pazarlar seçenekleri türdeşleştirir. Fırsat çığırtkanlığı yaparlar; ama gerçekte insani ve şefkat içeren her şeyin yerine ancak en ticari, en kârlı ve mevcut güç ve servet hiyerarşileri ile en fazla uyum içinde olan şeyleri geçirerek birçok tatmin ve gelişme yolunu kapatırlar. Buna karşın, katılımcı ekonominin üretim, tüketim ve tahsisat için varolan kurumları sadece çeşitliliği azaltmamakla kalmaz, sorunlara değişik çözümler bulunmasını ve bunlara uyulmasını önemserler. Katılımcı ekonomi şunu teslim eder: biz, kendimizin yapmaya zamanı olmayıp başkalarının yaptığı şeylerden yararlanarak fayda sağlayan sonlu varlıklarız; yine bütün umutlarımızı tek bir ilerleme yöntemine bağlamamamız, fakat çeşitli yolları ve seçenekleri araştırarak kendimizi güvenceye almamız gereken hata yapabilir varlıklarız. Ve bu değer de tamamen tartışma dışıdır. Sadece sapkın bir kişi, diğer her şey aynı olduğunda, bir ekonominin daha iyi olması için seçenekleri azaltması gerektiğini ileri sürecektir. 

İyi bir ekonomiden geliştirmesini beklediğimiz üçüncü değer ise hakkaniyettir. Kapitalizm, mülkü ve pazarlık gücünü haddinden fazla ödüllendirir. Üretken varlıkların tapusuna sahip olanların, sırf bu kağıt parçasına sahip oldukları için kârları hakkettiğini söyler. Ve kapitalizm aynı zamanda şu da söyler: bilgi veya yetenekleri tekelleştirmekten, daha iyi araçlar veya organizasyonel avantajlara sahip olmaya, özel yeteneklerle doğmuş olmaktan kaba kuvvete hükmedebilmeye kadar herhangi bir şeyden kaynaklanan daha büyük bir pazarlık gücü olanların alabilecekleri her şeyi almaya hakkı olduğunu söyler. Buna karşın, katılımcı ekonomi bir hakkaniyet ekonomisidir; şu anlamda ki katılımcı ekonominin üretim, tüketim ve tahsisat kurumları sadece hakkaniyeti tahrip etmemek veya engellememekle kalmaz; onu teşvik ederler. Fakat hakkaniyet derken neyi kastediyoruz?

Elbette Katılımcı Ekonomi mülk sahipliğinin ödüllendirilmesini reddeder. Ve tabii ki kudretin ödüllendirilmesine karşı çıkar. Fakat ürün için ne demeliyiz? İnsanlar toplumsal üründen, toplumsal ürünün bir parçası olarak ürettiklere şeye eşit bir miktarı geri mi almalılar? Bu hakkaniyetli görünüyor…peki gerçekten öyle mi?

Her seferinde herkesin aynı işi yaptığını ve bu işi yaparken aynı zaman süre ile aynı yoğunlukta çalıştığını farz edelim. O halde neden daha iyi araç gereçlere sahip olanlar, daha kötü araç gereçlere sahip olanlara göre daha iyi bir gelir elde etsinler? Neden değeri yüksek bir şey üretenler, daha az değerli ama toplumsal olarak arzu edilen bir şey üretenlere göre daha fazla ödüllendirilsin? Neden genetik piyangoda daha şanslı olan, belki iri yapılı olmasını veya müzik yeteneğine sahip olmasını sağlayan genleri sayesinde, genetik açıdan daha az yetenekli olanlara göre daha fazla ödüllendirilsin?

Katılımcı bir ekonomide çalışabilenler için, ödüllendirme gayret ve fedakarlık karşılığında yapılır. Eğer daha uzun çalışıyorsanız, daha fazla ödüllendirilmeniz gerekir. Eğer daha yoğun çalışıyorsanız, yine daha fazla ödüllendirilmeniz gerekir. Eğer daha kötü koşullarda ve daha zahmetli görevlerde çalışıyorsanız, daha fazla ödüllendirilirsiniz. Fakat, daha iyi araç gereçleriniz, olduğu için veya daha değerli bir şey ürettiğiniz için, hatta doğuştan gelme oldukça yüksek üretken yeteneklere sahip olduğunuz için daha yüksek ücret almazsınız.

Sadece insanların işlerinde gösterdikleri gayret ve fedakarlığı ödüllendirmek tartışmalı bir konudur. Bazı anti-kapitalistler insanların ürün temelinde ödüllendirilmesi gerektiğini düşünür. Bu durumda, mükemmel bir atletin çok büyük servetler kazanması ve nitelikli bir doktorun yoğun şekilde çalışan bir çiftçiye veya küçük bir lokantadaki aşçıya göre çok daha fazla kazanması gerekir. Katılımcı Ekonomi bu normu reddeder. Gerçekte, gayret ve fedakarlığa göre ödüllendirme yapıldığında, şu durumla karşılaşırız: eğer bir kişi hoş, rahat, zevk veren ve yüksek derecede üretken bir işe sahipse ve başka birisi zahmetli, takatini kesen ve daha az üretken bir işte çalışıyorsa, ama yaptığı iş yine de toplumsal açıdan değerliyse, o zaman saat başına ikinci kişinin daha çok kazanması gerekir; birincisinin değil.

O halde üçüncü bir değerimiz, tartışma konusu olan bir değerimiz daha var. İyi bir ekonomiden gayret ve fedakarlığı ödüllendirmesini isteriz ve insanlar çalışamadığı durumda olduğu zaman elbette ne olursa olsun tam bir gelir sağlamasını talep ederiz. 

Katılımcı Ekonominin üzerine inşa edildiği dördüncü ve son değer kararlarla ilgilidir ve öz-yönetim olarak adlandırılır. Kapitalizmde, mülk sahipleri veya kapitalistlerin devasa düzeyde bir söz hakları vardır. Avukatlar, mühendisler, finansal görevliler ve doktorlar gibi günlük karar alma manivelalarını tekellerine alan yöneticiler ve yüksek düzeydeki entelektüel işçilerin de önemli ölçüde söz hakları vardır. Ve rutin ve itaatkâr işler yapanlar – kararları etkilemek şöyle dursun – hangi kararların alındığını bile bilmezler.

Buna karşın, katılımcı bir ekonomi demokratik bir ekonomidir. İnsanlar gereken derecelerde kendi yaşamlarını kontrol ederler. Herkesin bir söz hakkı düzeyi vardır ve bu, başkalarının aynı söz hakkı düzeyine sahip olmasını etkilemez. Kararları, onlardan etkilendiğimiz oranda etkileriz. Buna öz-yönetim diyoruz. 

Bir işçi çalıştığı ofisinde, masasının üzerine kızının bir resmini koymak istediğini hayal edin. Bu kararı kim almalı? Bir mülk sahibi mi karar vermelidir? Bir yönetici mi karar vermelidir? Bütün işçiler mi karar vermelidir? Açık ki, bu saydıklarımızın karar vermesinin hiçbir anlamı yoktur. O çocuğun babası/annesi olan işçi tek başına ve tam bir yetkiyle karar vermelidir. Bu tikel durumda, onun sözcüğün gerçek anlamında bir diktatör olması gerekir. 

Şimdi bunun yerine, şu durumu hayal edelim: aynı işçi masasının üzerine bir radyo koymak istediğini ve sesini çok açarak kulak tırmalayıcı rock and roll müziği dinlemek istediğini düşünelim. Şimdi kim karar vermelidir? Hepimiz sezgisel olarak biliriz ki, cevap, radyoyu duyacak olanların söz hakkı olması gerektiğidir. Ve daha fazla rahatsız olanların – veya daha fazla hoşlananların – daha çok söz hakkı olmalıdır.

Ve bu noktada, daha şimdiden karar vermekle ilgili bir değere ulaşmış bulunuyoruz. Doktora yapmış bir felsefeciye ihtiyacımız yok. Anlaşılmaz bir dile de ihtiyacımız yok. Basitçe şunu idrak ediyoruz ki, her zaman herkesin bir oya sahip olmasını ve yüzde 50 kuralının geçerli olmasını istemeyiz. Herkese bir oy ve karar vermek için başka bir yüzdenin gerekli olduğu bir sistemi de her zaman istemeyiz. Her zaman bir kişinin bir diktatör gibi otoriter şekilde karar vermesini de istemeyiz. Her zaman konsensüsü de istemeyiz. Tek bir yaklaşım her zaman geçerli olmasını da istemeyiz. Bütün bu karar alma yöntemleri bazı durumlarda anlamlıdır; ama bazı başka durumlarda korkunç sonuçlar doğurabilir. 

Bir karar alma tarzı ve meseleleri tartışma, gündem oluşturma vs. için bir süreç seçtiğimizde gerçekleştirmeyi ümit ettiğimiz şey şudur: her bir aktörün, kararlardan etkilendiği oranda kararlar üzerinde etkisi olabilmelidir.

Katılımcı Ekonomi merkezi önem taşıyan az sayıda tanımlayıcı kurumsal tercih üzerine inşa edilmiştir. 

İşçilerin ve tüketicilerin kendi tercihlerini ifade edebilecekleri bir yere ihtiyaçları vardır. Tarihsel olarak, bunlar işçi ve tüketici konseyleriydi. Katılımcı bir ekonomide, konseylerin içinde, her aktöre her karar hakkında, etkilendiği oranda bir söz hakkı düzeyi tanıyan karar alma prosedürleri ve iletişim tarzları kullanmak gibi ek bir taahhüt daha vardır. Kararlar çoğunluk kuralına, dörtte üç kuralına, üçte iki kuralına, konsensüse veya başka olasılıklara göre alınabilir. Kararlar az ya da çok katılımcıyla farklı düzeylerde ve söz konusu kararların tikel içerimlerine bağlı olarak farklı prosedürler kullanılarak alınır. Bazen bir kararı tamamen kendi başına bir iş ekibi veya bir birey alır. Bazen de bütün bir iş yeri, hatta bir sanayi karar alma merci olabilir. Farklı kararlar için gerekli olan farklı karar alma ve hesaplama yöntemleri kullanılacaktır. 

Bir sonraki kurumsal taahhüt mülke, kudrete, hatta ürüne göre değil, gayret ve fedakarlığa göre ödüllendirmedir. Fakat ne kadar yoğun çalıştığımıza kim karar verir? Diğer kurumlar tarafından tesis edilmiş olan daha geniş ekonomik düzen bağlamında işçi konseylerimiz. Eğer daha uzun çalışırsanız, toplumsal üründen daha fazla elde etmeye hak kazanırsınız. Eğer daha yoğun çalışırsanız, yine daha fazla gelire hak kazanırsınız. Eğer daha zahmetli veya tehlikeli veya sıkıcı işlerde çalışıyorsanız, yine daha fazla gelire hak kazanırsınız. Fakat üretken mülke sahip olduğunuz için daha fazla gelir elde etme hakkınız yoktur; çünkü hiç kimse üretken mülk sahibi değildir – bütün üretken varlıklar bütün toplumun mülküdür. Ve daha iyi araç gereçlerle çalışıyorsunuz diye veya daha değerli bir şey üretiyorsunuz diye, sizi daha üretken kılan kişisel özelliklere sahip olduğunuz için daha yüksek gelire hak kazanmazsınız; çünkü bunlar şansla veya Tanrı vergisi özelliklerle ilgilidir, gayret veya fedakarlıkla değil. Tabii ki daha fazla ürün tekdir edilir… ama bunun için fazladan bir ödeme yapılmaz. Gerek ahlaki, gerekse teşvikler bakımından olsun, Katılımcı Ekonomi tam da makul olanı yapar. Aldığımız fazladan ücret ödüllendirilmeye layık olduğumuz şey içindir: işteki fedakarlığımız. Ve gerçekte daha fazlasını gerçekleştirebileceğimiz olan şeyi ortaya çıkarır: gayretimiz. 

Pekala, fakat işçi ve tüketici konseylerimiz olduğunu varsayalım. Katılıma, demokrasiye ve hatta öz-yönetime inandığımızı düşünelim. Ve aynı zamanda işyerimizde tipik bir şirket-içi iş bölümü olduğunu varsayalım. Bu durumda ne olacaktır?

Bu şirket-içi işbölümündeki pozisyonları sayesinde gündelik karar almayla ilgili konumları ve ne olup bittiği, hangi seçeneklerin var olduğu bilmek ve bunların değerlendirmek açısından elzem olan bilgiyi tekellerine alanlar gündemleri belirleyecektir. Onların söyledikleri otoriter nitelikte olacaktır. Diğer işçilerin oy verme hakkı olsa bile, bu koordinatör sınıf tarafından ortaya konulan plan ve seçenekleri oylayacaklardır. Neticelere karar veren bu sınıfın iradesi olacaktır. Zamanla bu seçkinler, kendi yüce bilgeliklerini geliştirmek için daha fazla gelire layık olduğuna karar verecektir. Dolayısıyla kendini yalnızca iktidar bakımından değil, gelirler ve statü bakımından da ayırt edeceklerdir. 

O halde alternatif nedir? 

Katılımcı Ekonomi dengeli iş bileşenlerini kullanır. Görevleri, bazı işler yüksek derecede güçlendiriciyken, diğer işler korkunç ölçüde aptallaştırıcı olacak şekilde; bazı işler bilgi iletir ve yetkili kılarken, diğer işler zihni körelten ve sadece emirlere itaat eden olacak şekilde bir araya getirmek yerine, Katılımcı Ekonomi şunu önerir: gelin her işi, yaşam kalitesi üzerindeki etkileri ve güçlendirici olmakla ilgili etkileri bakımından bütün diğerleriyle benzer kılalım. 

Herkesin bir işi vardır. Her iş pek çok görevi kapsar. Katılımcı bir ekonomide, tabii ki her iş, onu yapanın yetenekleri, kapasitesi ve enerjisine uygundur. Ama her iş bir görevler ve sorumluluklar karışımıdır; öyle ki, çalışmanın genel niteliği ve özellikle genel güçlendirici etkileri herkes için benzer olsun. 

Katılımcı bir ekonomide sadece ameliyat yapan kişiler yoktur; bunun yerine biraz ameliyat yapan, biraz hastaneyi temizleyen ve başka işler yapan kişiler vardır. Bunun sonucunda, insanların yaptıkları şeylerin toplamı adil bir görevler karışımını içerir. Katılımcı bir ekonomide yöneticiler ve işçiler yoktur. Avukatlar ve küçük lokantalarda aşçılık yapanlar yoktur. Katılımcı bir ekonomide, mühendisler ve montaj hattı işçileri yoktur. Buna karşın birbirleriyle ilişkili bütün görevler yerine getirilir. Katılımcı bir ekonomide, herkes kendi işinde bir görevler karışımını yerine getirir; öyle ki, herkesin yaptığı görevler karışımı kendi becerileriyle uyumludur. Ve ezbere yapılan, bıktırıcı koşullar ve sorumluluklar ile ilginç ve güçlendirici koşul ve sorumluluklardan herkese adil bir pay verilir. 

İşimiz, aramızdan az sayıda kişiyi yönetmeye, diğerlerini ise itaat etmeye hazırlamaz. Hepimizi öz-yönetime dayalı işçi ve tüketici konseylerine katılmaya hazırlar. İşimiz her birimizi, kendi yaşantılarımız ve kurumlarımızı makul ve üretken bir şekilde kendi kendimize yönetmeye (öz-yönetmeye) hazırlar. 

Fakat ya yeni ekonomimizde işçi ve tüketici konseyleri, öz-yönetime dayalı karar alma kuralları, gayret ve fedakarlığın ödüllendirilmesi ve dengeli iş bileşenleri olsaydı, fakat bunları bunların hepsini pazarlar veya merkezi planlamayla yapılan tahsisatla birleştirseydik? Böyle bir sistem işe yarar mıydı?

Pazarlar ödüllendirme şemasını tahrip eder ve işyerlerinin maliyetleri azaltmak ve Pazar payı peşinde koymak zorunda kaldığı rekabetçi bir bağlam yaratır. Bunu yapabilmek için işyerlerinin neredeyse tek bir seçeneği vardır: bazı insanları, maliyetleri azaltmanın yol açtığı rahatsızlığın dışında tutmak. Bu kişiler, tam da, hangi maliyetlerin azaltılacağını ve tatmin duygusunu ortadan kaldırma pahasına nasıl daha fazla ürün üretileceğini tasarlamak üzere diğerlerinden ayrılmış olanlardır. Ve böylece, işçilerin üzerinde konumlanan, tercih ettiğimiz ödüllendirme normlarını çiğneyen, güç biriktiren ve arzuladığımız öz-yönetimi yok eden koordinatör sınıf tekrar ortaya çıkar. 

Ve aynı şey merkezi planlama için de geçerlidir. Merkezi planlama da hemen planlamacıları yüksek bir konuma yükseltecektir. Ve bundan kısa süre sonra, planlamacıların her işyerindeki yönetici işlevler üstlenmiş temsilcilerini ve aynı zamanda benzer türde özellikleri paylaşan ekonomideki bütün aktörleri de imtiyazlı bir konuma yükseltecektir. Merkezi planlama da – işçileri tabi hale getirecek – koordinatör bir sınıf bölünmesi ve işçiler üzerinde koordinatör bir yönetim dayatır. 

Sorun, pazarların ve merkezi planlamanın her birinin bizim değer verdiğimiz değerleri ve bunlarla ilişkili yapıları alt üst etmesidir. Şöyle yaptığımızı farz edin: merkezi olarak planlanmış tercihlerin yukarıdan aşağıya dayatılması ve atomize olmuş alıcı ve satıcılar tarafından gerçekleştirilen rekabetçi pazar mübadelesinin yerine, iş birliğine ve bilgiye dayalı, öz yönetim ilkesine göre yürütülen tahsisat müzakerelerini tercih ediyoruz. Bu tahsisat müzakereleri, her biri, tercihlerin onları etkilemesiyle orantılı bir söz hakkına sahip olan; her biri doğru bilgi ve değerlendirmelere erişebilen ve her biri tercihlerini geliştirip iletebilecek gerekli eğitim ve öz-güvene sahip, toplumsal olarak iç içe geçmiş aktörler tarafından yürütülür. Bu, uyumlu bir şekilde konsey merkezli katılımcı öz-yönetimi, gayret ve fedakarlığın ödüllendirilmesini ve dengeli iş bileşenlerini ilerletecektir. Aynı zamanda kişisel, toplumsal ve ekolojik etkilerin doğru bir şekilde değerlendirilmesini sağlayacak, aynı zamanda sınıfsızlığı teşvik edecektir. 

Katılımcı ekonomi, işçi ve tüketici konseylerinin çalışma faaliyetleri ve tüketim tercihlerini, seçimlerinin yerel ve küresel sonuçlarının bilgisi ve bütün toplumsal fayda ve maliyetlerinin doğru bir şekilde değerlendirilmesi ışığında önerdiği bir sistemdir. Sistem, bizim gösterge fiyatlar, kolaylaştırma kurulları, yeni bilgilere uyum turları vs. olarak adlandırdığımız araçlar dahil, iletişim ve organizasyona ilişkin çeşitli, basit ilkeler ve araçlardan yararlanır – bunların hepsi aktörlere kendi isteklerini ifade etme, diğerlerinin istekleri hakkındaki geri-beslemenin ışığında, kendi isteklerini uzlaştırma ve ayrıntılandırma imkanı tanır. Sistem, bu araçlar yoluyla, karşılıklı bilgiye dayanan tercihlerin, işbirliği temelinde ileri-geri iletilmesini kullanır. Böylece, üzerinde durduğumuz değerlerin ilerletilmesiyle tutarlı, birbirleriyle bağdaşan tercihlere ulaşılır. 

Aktörler tercihlerini belirtirler. Başkalarının hangi tercihleri ortaya koyduklarını öğrenirler. Tercihlerini, uygulanabilir bir plana doğru ilerlemek çabasıyla değişikliğe uğratırlar. İşbirliği temelinde yürütülen müzakerenin her yeni aşamasında, her aktör refah ve gelişme peşinde koşar; ama her biri ancak toplumsal ilerlemeyle uyum içinde daha avantajlı bir duruma geçebilir – başkalarını sömürerek değil. Bunun gibi kısa bir makalede, bütün bu sistemi ve özelliklerinin hepsini tanımlamak ve hem uygulanabilir hem de değerli olduklarını göstermek mümkün değil. Katılımcı Ekonomi hakkında her türden malzemenin bulunduğu web sitesi http://www.parecon.org’u tavsiye ederim; burada yalnızca durumun kısa bir özetini vermekle yetinmeye çalıştım.

Katılımcı Ekonomi bir sınıfsızlık bağlamı yaratır. Daha iyi çalışma koşullarına kavuşmam, ancak eğer katılımcı bir ekonominin her alanında ortalama iş bileşeni gelişme gösterirse mümkündür. Daha fazla ücret almam, ancak çalışma arkadaşlarımla birlikte daha yoğun veya daha uzun çalışmama veya toplumun bütününde ortalama gelirin artmasıyla mümkün olur. Sadece diğer ekonomik aktörlerle dayanışma içinde yaşam düzeyimi yükselmekle kalmam; fakat ayna zamanda, bu kararların benim üzerindeki etkisiyle orantılı bir düzeyde, kendi işyerimdeki ve ekonominin geriye kalan diğer bütün alanlarındaki kararlar dahil olmak üzere, bütün ekonomik kararları da etkilerim. 

Katılımcı Ekonomi sadece servet ve gelirdeki hakkaniyetsiz farklılıkları ortadan kaldırmakla kalmaz, adil dağılıma da ulaşır. Sadece aktörleri, birbirlerinin yaşamlarını ihlal etmeye zorlamamakla kalmaz, dayanışma da üretir. Sadece neticeleri türdeşleştirmemekle kalmaz, çeşitlilik de yaratır. Sadece nüfusun çoğunluğunu güçten yoksun kılarak ezip, küçük bir yönetici sınıfa muazzam kudret vermemekle kalmaz; herkesin gereken etkiye sahip olmasını sağlar.

Ve böylelikle şimdi eğitime geri dönüyoruz.

Mevcut durumda okullarda yüzde 80’imize bıkkınlığa katlanmak ve emir almak öğretiliyor; çünkü kapitalizmin işçileri için ihtiyaç duyduğu şey bu. Basitçe gaddar hale getirilen en üstte olanlar dışında, geriye kalan yüzde 20 kendi altındakilerin koşulları karşısında duyarsız kılınıyor; üstelik kendi duyarsızlıklarından da bihaber hale getiriliyorlar. 

Katılımcı bir ekonomide, eğitimin de toplumun geniş tanımlayıcı kurumlarıyla bağdaşması gerekir. Gerçekte bu her zaman her toplumda doğru olacaktır. Fakat katılımcı bir ekonominin olduğu bir toplumda – toplumsal yaşamın diğer alanlarının da görece adil ve hakkaniyetli olduğunu farz edersek – toplum bizden olabildiğimiz ölçüde yüksek kapasiteli, yaratıcı ve üretken olmamızı ve tam birer yurttaş olarak katılım göstermemizi isteyecektir. 

Katılımcı ekonomi bir dayanışma ekonomisi, bir çeşitlilik ekonomisi, bir hakkaniyet ekonomisi ve bir öz-yönetim ekonomisidir. Sınıfsız bir ekonomidir. Bu bakımdan, onun eğitim sistemi de dayanışma, çeşitlilik, hakkaniyet ve öz-yönetime dayanacak ve bu değerleri üretecektir. Aynı zamanda da zengin ve çeşitlilik arz eden kavrayış ve yaratıcılık kapasiteleri üretecektir.

Buradaki mesele şudur ki, kapitalizmde istenir bir pedagoji hakkında konuşmanın iki olası mantığı vardır. Bir yandan, bu, toplumun hiyerarşilerinin yeniden üretilmesiyle tutarlı bir pedagojiden bahsetmek olabilir. Bu durumda, sözünü ettiğimiz, ruhsal ve zihinsel gelişme ile tatmin duygusu gibi çoğumuzun eğitimden anladığımız şeyden farklı olarak denetim altına alma ve kanalize etmektir. Diğer yandan, sözünü ettiğimiz, ruhsal ve zihinsel gelişme ile tatmin duygusu olabilir; fakat bu durumda içinde bulunduğu sistemle karşıtlık içindedir. Böyle bir eğitim, pazarın, özel mülkiyetin, mülk ve kudret için ödüllendirmenin ve şirket-içi iş bölümünün mantığına karşıt neticeler oluşturmaya çalışmaktır. 

Bu makalede benim ortaya koyduğum görüş şu: eğer nihayetinde gerçekten istediğimiz – gerçekten bir değer taşıyan sağlık hizmeti veya sanat veya spor ya da üretim veya tüketim gibi – değerli bir eğitimse, yeni bir mantığa ve yapıya sahip yeni bir ekonomiye gereksinmemiz olacaktır. Ben bu yeni ekonominin, benim Katılımcı Ekonomi olarak adlandırdığım şey olması gerektiğini ileri sürüyorum. 

Katılımcı bir ekonomide, iyi eğitim bizim kazandığımız ve daha sonra – toplumun temel kurumları onunla ters düştüğü için – sürekli olarak savunduğumuz veya kaybettiğimiz bir şey değildir. İyi eğitim, toplumun mantığının gerçek bir parçasıdır. 

Ders vermenin ve eğitimin mevcut yapısı ve prosedürleri hakkında, Katılımcı Ekonominin mantığı ve yapısında örtük olarak yer alan içerimler var mı? Sanıyorum bu sorunun yanıtı evettir: en azından – fakat bunlarla sınırlı olmamak üzere – elbette eğitimle ilgili kurumlar öz-yönetimle idare edilecek, katılımcı planlama ile karşılıklı etkileşim içinde olacak, dengeli iş bileşenlerini vs. kapsayacaktır.

Bütün bunların pedagojiyle ilgili spesifik anlamı ve mevcut eğitim, öğretim, paylaşma vs. metodolojisinin daha ayrıntılı ve spesifik konularına ilişkin diğer bağlantılı meselelere gelince, önerilerde dahi bulunabilecek kadar donanımlı değilim. Bu aşamada durmayı tercih ederim. Gerek şu anda katlandığımız haliyle, gerekse – bunu kendimden emin bir şekilde ileri sürüyorum – daha iyi bir gelecekte faydalanabileceğimiz haliyle, eğitimin ekonomik bağlamına ilişkin genel bir husus ortaya koydum. Kapitalizm, değerli bir eğitim için esinlenmeleri ortadan kaldırır. Katılımcı Ekonomi ise onları gerçek kılar.