2000’li yıllarda Türkiye’de siyasi kültür ve ayrıca yürütme ve yargı pratiğine zemin oluşturan yasal arka plan önemli değişimler yaşadı. Siyasetin üzerinde demoklesin kılıcı gibi sallanan askeri darbe tehdidi ortadan kalktı, askeri darbeleri meşru gören kamuoyu daraldı. Hükümet, darbe tehditlerine ve olası bir darbenin toplumsal tabanını tesis etmeye çalışan Cumhuriyet Mitingleri’ne, Ergenekon ve Balyoz davalarıyla yanıt verdi. 12 Eylül 2010 anayasa değişikliğiyle, “kapalı devre” çalışan Kemalist, laikçi yüksek yargı sistemi bir şekilde lağvedildi; yine aynı değişikliğin sağladığı yasal ve siyasi imkanlarla bugün, 12 Eylül 1980 askeri darbesinin failleri ve 28 Şubat 1997 askeri darbe süreci yargılanıyor. Hükümet’e göre Türkiye, asker ve yargı vesayeti altındaki militer bir demokrasiden “ileri” bir demokrasiye tam geçiş sağladı ve böylelikle ülke kalkınmasının ve refahının da önü açılmış oldu. Şimdi, yeni anayasayla birlikte, kuvvetli ve hızlı bir “sivil” icraata imkân vereceği iddia edilen başkanlık sistemi konuşuluyor.
2000’lerin sonunda hız kazanan bu değişim ciddi bir toplumsal kutuplaşma da yaratmıştı. Muhafazakar Kemalist kesimler hükümeti ülkenin kuruluş prensiplerini ortadan kaldırmakla ve ülkeyi bölmekle suçlarken, dindar muhafazakar çoğunluk ve hatırı sayılır bir liberal aydın kesimi, hükümetin reformcu uygulamalarına açık çek vermişti. 12 Eylül 2010 referandumu bu kutuplaşmanın üzerinde sahneye konan bir propaganda süreciydi. AKP reformculuğunun kendi taleplerine yanıt vermediğine kanaat getiren Kürtler, referandumu boykot kararı aldılar. Kendilerini özgürlükçü veya liberal sol olarak tarif eden marjinal, fakat medyadaki görünürlüğü itibariyle o gün için bugüne kıyasla çok daha etkili olan bir kesim ise “yetmez ama evet” çizgisinde AKP’ye destek verdi. Sonuç itibariyle süreçten en karlı çıkan, gelenekselci dindar muhafazakar çoğunluğun yanısıra “sol liberalleri” de yanına katmayı başaran AKP oldu çünkü böylelikle, etkili bir toplumsal muhalefet imkanını da ortadan kaldırmayı başarmıştı.
2010’dan beri AKP seçim başarılarına yenilerini ekledi ve iddia o ki darbeler yargılanıyor, Türkiye ileri demokrasiye geçiyor. AKP’nin siyasi ve ekonomik projesinin arkasında, seçim sandığındaki gözle görürünür potansiyelinin çok daha ötesinde muazzam bir destek var. Diğer bir deyişle AKP bugün, kendisine oy vermeyen P’nin büyük bir kısmını ve sözde muhalefeti de kendi projesine angaje etmeyi başarmış vaziyette. Muhalif yapılar cılız ve parçalı. Kürt hareketi, kendisine sivil siyaseti ve şiddet dışı mücadele kanallarını zehir eden KCK soruşturmalarına yanıt geliştirmekte güçlük çekiyor. Sol ve kimlik siyasetiyle alakalı çeşitli gruplar renkli bir görüntü sergileseler de ülke siyasetinin hakim doğrultusunu etkileyebilecek entelektüel, moral veya örgütsel güce sahip değiller. Büyük iddialarla kurulan Halkların Demokratik Kongresi’ni demokrasi ve hukuk mücadelesinin hiçbir alanında göremiyoruz. Aydın kesim, yoğun seyreden gazeteci-öğrenci-akademisyen tutuklamaları karşısında ancak çok cılız bir ses çıkartabiliyor.
Oysa artık Türkiye’nin temel siyasi meselelerini, terörle mücadelede özel savaş aygıtı mı yoksa nizami güvenlik aygıtı mı; ülke yönetiminde akseri darbelerin mi yoksa seçilmişlerin egemenliği mi; vb. kadim sorular etrafında tartışmanın hiçbir önemi kalmadı. Bu sorulara verilecek yanıtların bundan böyle ikinci seçenekler doğrultusunda şekilleneceği çok açık. Bugün esas yapılması gereken, ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda demokrasinin hakiki bir tanımını yapıp bunu kazanmaya çalışmak. Bu değerlendirme ışığında, son on yıldır Türkiye’de yaşananların aşağıdan yukarıya doğru hakiki bir demokratikleşmeden ziyade, yukarıda toplum mühendisliğine soyunanlar arasında şiddetli bir güç kayması, otoriter devlet iktidarının bir elden diğerine devredilmesi olduğunu iyi kavramak.
Bir ülkenin gerçekten demokratikleştiğini nasıl anlarız? En başta yargıyı, kimlik, ifade ve örgütlenme haklarını, iş ve çalışma koşullarını kuşatan yasal çerçeveye dokunmadan (ve bu çerçeveyi yer yer daha da daraltarak) bir demokratikleşme sağlanabilir mi? Bunların hepsi bir tarafa, sadece yargı pratiğini kuşatan yasal çerçeveye, örneğin 2005-2006 ceza kanunu değişikliklerine ve ayrıca son HSYK süreçleriyle birlikte hakim-savcılık mesleğinin siyasal/ kültürel dokusunda gelinen noktaya odaklandığımızda, Türkiye’nin bugün demokratik bir hukuk devleti olduğunu söyleyebilir miyiz? Türkiye’de bugünkü yargı pratiğine baktığımızda, tribünlere oynayan taktik bir anlayışla ilerleyen Ergenekon-Balyoz-12 Eylül-28 Şubat dava süreçlerinin Türkiye’de hukukun üstünlüğüne ve demokratikleşmeye dair herhangi bir umut vermesi mümkün mü?
Türkiye’nin genel siyasi manzarasından bahsedilirken, 2000’lerin ortalarında Türk ceza sistemi üzerinde AKP’nin iradesiyle yapılan değişiklikler sanki önemsiz birer ayrıntıymış gibi ihmal ediliyor. Oysa ki 2005 tarihli yeni TCK ve CMK ve ayrıca 2006’da TMK’da yapılan değişiklikler yeni bir baskı rejiminin çok açık habercileriydi. Ne yazık ki bu değişiklikler yapıldığı tarihlerde ancak sınırlı bir eleştirinin konusu olabildi. Sonrasında, askeri darbecilerle hükümet arasında yaşanan bilek güreşi esnasındaysa tümüyle tali bir konu haline dönüştürüldü. Oysa hazırlanmakta olan, Türkiye’de iktidar el değiştirirken, bir taraftan da ülkeyi “özel hukuk” marifetiyle kapalı bir cezaevine dönüştürecek olan hukuk içtihatının altyapısıydı.
İktidarın el değiştirdiği Türkiye’de faili meçhul cinayetlere, gözaltında kayıplara, karakolda işkence ve kötü muameleye son verildi –ki, otoriter bir devlet yapısı altında bunların yeniden hortlamayacağının hiçbir garantisi olamaz. Fakat AKP’nin tek millet-tek dil-tek bayrak siyasetine ve bunun ötesinde, toplumsal/ ekolojik talan mantığı üzerine kurulu ekonomik büyüme stratejisine muhalefet etmeye niyetlenen hemen her kesimin çok ağır cezalandırılacağı bir yargı sistemi kuruldu. Muhtemelen esas hazırlık, Kürt özgürlük hareketi ve hareketin İmralı’daki lideri tarafından savunulan anti-kapitalizan, öz-yönetimci muhalefet çizgisi içindi. AKP Kürt illerinde, Özgürlük Hareketi’yle sıkı bir kapışma yaşadı, hereketin otonomi taleplerini dizginlemekte başarısız olunca KCK operasyonlarını geliştirdi. Şimdi Kürt Özgürlük Hareketi tarafından “siyasi soykırım” olarak adlandırılan ve sayıları neredeyse 10 bine varan Kürt’ü cezaevlerine kapatan bu operasyon, yeni TCK-CMK-TMK çizgisiyle, yeni HSYK’nın yaptığı hakim-savcı atamalarıyla, ileri-tekonolojik polis ve hapishane sistemiyle mümkün olabildi.
Yeni Türkiye’nin nimetlerinden gazeteciler ve öğrenciler de nasiplerini aldılar. Bugün sayıları tam olarak bilinmemekle birlikte 100 kadar gazeteci ve 600 kadar öğrencinin cezaevlerinde bulunduğu tahmin ediliyor. Bu insanların cezaevlerinde çürütülmesini mümkün kılan da yine 2005-2006 tarihli ceza yasası değişiklikleri ve bu enstrümanı pervasızca kullanan savcılar ve hakimlerdir.
Burada bir örnek olarak, öğrenci tutuklama ve yargılamalarına karşı mücadelede sembolleşen Galatasaray Üniversitesi öğrencisi Cihan Kırmızıgül’ün 25 ay tutuklu kalmasına (üniversite yaşamının tamı tamına iki yılını F tipi bir hücrede geçirmesine) ve ardından da 11 yıl 3 ay mahkumiyet cezasına çarptırılmasına imkan veren birkaç ceza yasası maddesine değinelim. Bilindiği gibi Cihan Kırmızıgül, 2010 yılında İstanbul Kağıthane’de molotof kokteyliyle yapılan maddi hasarlı bir saldırıdan iki saat sonra, hakkında boynunda bulunan puşiden başka hiçbir somut delil gösterilmeden tutuklanmıştı ve geçen hafta, yargılandığı özel yetkili mahkemenin kararıyla 11 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırıldı. 1 Nisan 2005’te, 5237 sayılı yasayla yürürlüğe giren TCK’nın 220. maddesiyle başlayalım: Bu maddenin çeşitli fıkraları “örgüt suçlarına” verilecek cezaları belirliyor. Buna göre sadece “suç örgütleri” adına suç işleyenler değil, “suç örgütünün” amacının propagandasını yapanlar da örgüt suçuyla yargılanıyorlar. Tabii bir de TCK’ya paralel ve oldukça keyfi bir şekilde işletilen ikinci bir ceza kanunu daha var: 2006’da, 5532 sayılın yasayla değiştirilen TMK. 7. maddesinin fıkraları şöyle diyor:
(a) Terör örgütünün propagandasına dönüştürülen toplantı ve gösteri yürüyüşlerinde, kimliklerin gizlenmesi amacıyla yüzün tamamen veya kısmen kapatılması;
(b) Terör örgütünün üyesi veya destekçisi olduğunu belli edecek şekilde, örgüte ait amblem ve işaretlerin taşınması, slogan atılması veya ses cihazları ile yayın yapılması ya da terör örgütüne ait amblem ve işaretlerin üzerinde bulunduğu üniformanın giyilmesi halinde ... terör suçuyla cezalandırılırsın.
Ve bununla da yetinmiyor:
Aynı fıkrada belirtilen suçların dernek, vakıf, siyasî parti, işçi ve meslek kuruluşlarına veya bunların yan kuruluşlarına ait bina, lokal, büro veya eklentilerinde veya öğretim kurumlarında veya öğrenci yurtlarında veya bunların eklentilerinde işlenmesi halinde bu fıkradaki cezanın iki katı hükmolunur.
Haziran 2005’te 5271 sayılı yasayla yürürlüğe giren CMK’nın 100, 102 ve 250. maddeleri ise tutuklama tasarrufunu, süresini ve özel yetkili mahkemelerin görev alanını düzenliyor. Tüm bu düzenlemelere göre puşi bağlayarak, dernek faturası ödeyerek, toplantı ve gösteri yürüyüşlerine katılarak, gazetecilik stajı yapmak üzere muhalif basınla iletişim kurarak ve buna benzer pekçok delilden hareketle 3 yıla kadar tutuklanabilir, terör suçuyla yargılanabilir ve özel yetkili mahkemelerin içtihatına tabi kılınabilirsiniz.
Cihan Kırmızıgül’ün, hakkında hiçbir delil olmaksızın (bir terör eyleminden iki saat sonra boynunda puşiyle bir durakta otobüs bekliyor olmak dışında) 25 ay F tipi hücrede tutuklu kalmasına ve ardından 11 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırılmasına hakimlerin ceza tekniği açısından tam olarak nasıl hükmettiklerini bilmiyorum. Fakat, yargılama ve ceza sistemi üzerinde yapılan ve yukarıda sadece küçük bir örneğini sunduğum değişikliklerin yarattığı siyasi iklimin, fanatik savcı ve hakimlere bu tür hukuk garabetlerinin altına imza atma cüretini verdiğini iddia ediyorum.
Hükümetin “yeni” Türkiye’sinin öncekinden farkı, çok genel bir ifadeyle, otoriter devletin el değiştirmiş olması. AKP toplumun çok büyük bir kesimini ve bu arada kendi muhaliflerini de bu yeni Türkiye projesine angaje etmeyi başardı -ki bunun nedenlerinin iyi araştırılması ve anlaşılması gerekiyor. Herşeye rağmen, 2010’ların Türkiyesi’nde hukukun üstünlüğü ve demokrasi için mücadeleye ihtiyaç var. Ne yazık ki muhalif siyasal yapılar bu sorun karşısında ilgisiz ve kayıtsız –tabii bunun nedenlerinin de iyi araştırılması ve anlaşılması gerekiyor.