1990'lar, Brezilya dizilerinin rüzgâr gibi estiği dönemler. Bir arkadaşım, çok sevdiği dizisini kaçıran annesinin, işten eli boşalır boşalmaz komşusuna telefon edip, sabırsızlıkla şu soruyu sorduğunu anlatıyor: "Ne oldu, Birigit gerçeği öğrenince sarsıldı mı?"

Sarsılmak sözcüğü köyden yenice göç etmiş kadının söz ve duygu dağarına hangi hızla ve ne zaman girmiş olmalı?! Düşünüyor ama cevabı bulamıyoruz.  Oysa şimdi yerli dizilerimizin ucuz yapım duygu hezeyanları karşısında toplumca, üstelik kendinden en emin edalarla sarsılıyoruz.

Bir süredir televizyon dizilerinin kadınları merkezine alan saldırısını açıkça kimliksel okumaktan ve üzerime alınmaktan kurtulamıyorum.

Muktedirlerin bizleri (ezilenlerin tamamını) sağduyulu ve serinkanlı olmaya çağıran seslerini kendilerine iade ederek devam etmek istiyorum.

Muhafazakâr zihni yapılar inşa etmek adına devreye sokulan topyekûn hamlelerin içinden sadece biri olarak televizyon dizilerini mesele edinen bu yazının bir kızgınlık yazısı olduğunu söylemek isterim.

Adı geçen diziler belleğimin ilk anda çağırdığı dizilerdir, arada unuttuğum ve hatta hiç bilmediklerim mutlaka vardır. Ama dedim ya, bu bilimsel olmaktan ziyade duygusal bir gözlem yazısı; kızgınım.

Daha yakınlarda, 1990'lar sonu 2000'ler başında, kampus ve üniversite temalı gençlik dizilerinde hasbelkader aileden uzaklaşan, aile ile kavgalaşan ve kendi seçimlerini yapmaya çalışan gençlik hikayeleri konu ediliyordu (Kampus, Kavak Yelleri).

Fakat artık televizyon dizilerinde aile içine sıkışmış, bir dizi 'hata yapmak' suretiyle dizi çarklarını döndürmek yükümlülüğünü omuzlamış bir gençliğe geçiş yapmış görünüyoruz.

Bu geçmişin yeni uyarlaması dizilerde, özellikle genç kadınlar, yedikleri tokatlarla, döktükleri gözyaşlarıyla ve dehşete yakın bakışlarıyla, şiddetin televizüel estetiğine bolca katkı sunuyorlar.

Bakıyorum da, televizyon dizilerindeki genç kızların daha ilk sevişmelerinde (Al Yazmalım, İffet, Bir Çocuk Sevdim) doğacıl bir kusuru serimlercesine derhal hamile kalıvermeleri tarifsizce şaşırtıyor beni.

Bir defa korunmak diye bir şey var, hem de bir tek değil birçok yolu var bunun. Görünen o ki, bu karakterlerin, ibretlik hayatları sahnelemek adına bir tür "cehaletle" tesis olması dizilerin pragmatiğinin bir gereği; boşuna değil onların Havva'nın "fesat" merakındaki muhabbetin yanından dahi geçmemiş olmaları. Ama safdillik de değil aradığımız tanımlayıcı sıfat...

Biz bunu biliyorduk; "korunmayı" diyorum, bütün kadınlar bilir. Ve gündelik hayatımızda tıkır tıkır da işletiyorduk.

Dahası biz hayatımızı kuruşu kuruşuna ailelerimizin eline saymak zorunda kalacak kadar yapayalnız da değildik. Arkadaşlarımızla aramızda yardımlaşma ağlarımız, dayanışmacı sırlarımız vardı bizim.

"Hamilelik" diyordum,  teorik olarak korunmalara rağmen ihtimal dâhildir de, bakmayın siz, bu genç kadınlar biraz da televizyonların artık ikona dönüşmüş kürtaj masasını gösterme iştahı uğruna sabırsızca hamile kalıyorlar.

Dizilerde şu ana kadar kaç kadın kürtaj odasından ruhuna monte edilmiş annelik güdüleriyle, hıçkırıklarla, saçıla saçıla uzaklaştı!

Velhasıl, ne kürtajlar vardı ki zaten yoktular ve o kadınlar ki başta evlilik yoklamasında yoktular bir kere. Oysaki kürtajı dramatize ve doğumu romantize etme konusunda alabildiğine savurgan bu diziler de iyi bilirler, kadınların birçoğunun gerçekleşmiş kürtaj hikâyeleri vardır ve olacaktır.

Bu sır değil, sırra kadem basmış bir hikâye hiç değil ama anlaşılan o ki televizyon başka türlü şeylere obur...

Hikâye burada da bitmiyor. Evlilik ile taçlanmamış bu ilk cinsellik, dizilerdeki kadınları her ne hikmetse bir takım orta yaşlı, sevecen, varsıl ve güçlü adamların eline tutuşturuveriyor (Hanımın Çiftliği, İffet, Bir Çocuk Sevdim, Al Yazmalım); kurtarır gibi öldürmek, ödüllendirir gibi cezalandırmak, şaka gibi ciddiyet, aile gibi cezaevi... Dizilerin aşkla yola çıkmış kadınları ağrı sızı geçirmez ailenin içinden sessizleşerek ve olgunlaşarak geçiyorlar.

Aktif katılımlı dizi izleyicilerinin gözetimine teslim edilmiş bu kadınlar bir yana, dizinin gittikçe afacanlaşan ve sevimlileşen erkekleri bir diğer yana. Filmlerdeki o ilk göz ağrısı ergen aşklar da (Bir Çocuk Sevdim, Al Yazmalım, İffet), kadınları döven babalar ve kocalar da (İffet, Hanımın Çiftliği, Öyle Bir Geçer Zaman ki, Alemin Kralı) ve hatta fazla çamurlaşmadıkça tecavüzcüler dahi (İffet, Fatmagül'ün Suçu Ne, Öyle Bir Geçer Zaman ki) özünde iyi insanlar, diziler ilerledikçe sürekli kollanarak büyüyorlar, sempatiyle donanıyorlar...

Öyle ki siz bir de onları ilerde bir çocukları olduğunu öğrendiklerinde görün!

Sonuç olarak medya temsilleri, özellikle kadınlığı ve kadın bedenini düzenleme konusunda cüretkâr bir iştaha kapılmış görünüyor. Fakat kadınları en az "üç Müslüman Türkçük" doğurmakla mükellef mekanizmalar olarak gören, Kürt annelere arkaik bir annelik miti üzerinden hiçbir politik etiğe ve sorumluluğa sığmayan bir dille saldırabilen, sık sık anne ayağının altını öpmek gibi tuhaf bir sevgi ediminden laf açan başbakan bu resmi örgütlemede asıl önder sayılmalı.

Devletin diğer kurumları, yargı ve kolluk kuvvetleri ise aynı yolda ilerlediklerini bizlere sürekli gösteriyorlar.

Bunlar boşuna değil; bir kere ailenin muhafazakâr toplum inşasında sorun soğurmak gibi somut bir işlevi var. Zira aile kabuğu her türlü taşmayı önler; kadın ve diğer cinsel kimlikler taşmasını, eleştiri ve isyan, gençlik ve yeni meraklar, işsizlik... en önemlisi de aile sokağın taşmasını önler. Nitekim hükümet bu susturuculu silahı, kırılan bütün kolları yenin içine tıkıştırmak adına geri çağırmış görünüyor.

Sonuç olarak, bizim şiddetin durması yönündeki politik talebimizin, içinde bulunduğumuz siyaset ve toplum tahayyülünde gerçek bir muhatabı yok.

Çünkü onlar şiddete değil, muhalefete ve eleştiriye karşılar; bugün kadınları aileye tıkmaya çalışan hükümetin, Kürtleri, solcuları ve diğer tüm gerçek ve potansiyel muhalifleri de hapishaneye kapatma uğraşı aşikârdır.

Ben bu yazıyı, yaşadığımız şiddeti durduracak olanın muktedirler değil, kendi politik gücümüz olacağına dönük inançla, birbirimizi yalnız bırakmayacağımıza güvenle sonlandırmak istiyorum.

Medya ve siyasetin söyleminden fışkıran suskunlaştırıcı, muhafazakâr, milliyetçi, cinsiyetçi her tür dili ifşa etmeye, bedenim benimdir demekten asla vazgeçmemeye, sevişmekten, doğurmaktan, gerektiği durumda kürtajdan korkmamaya, bu toplumsal tahayyülün heyulası olan evlilikten ve aileden ise her daim şüphe duymaya devam edelim diliyorum. 

Yazar Hakkında

 Gülsüm Depeli, Yard. Doç. Dr., Hacettepe Üniversitesi İletişim Bilimleri Bölümü Kültürlerarası İletişim Ana Bilim Dalı