Bu yazı daha önce ZNet Türkiye sitesinde yayınlanmıştır.

Ebeveynlerin baskıcı olmayan bir şekilde davranmasının yolu nedir?

Ebeveynlerin çocukların üzerinde çok fazla iktidara sahip olduğu gerçeğinden kurtulmak pek mümkün değil –zaten bu şart da değil. Dünyaya çocuk getirme veya evlatlık edinme durumlarında olduğu gibi, ailemize bir çocuk kazandırma kararlarıyla birlikte, olası en büyük iktidarı kullanmış oluruz. Aileme bir çocuk kattığım anda ise iktidarımı çocuk üzerinde çok yoğun bir şekilde kullanmaya devam ederim. Onun nerede yaşayacağına, adının ne olacağına, kiminle yaşayacağına, kardeşi olup olmayacağına, hangi topluluk altkültürlerini deneyimleyeceğine, hangi dili konuşacağına, ne yiyeceğine, hangi sıklıkta banyo yapacağına ve ne kadar denetleneceğine karar veririm. Bu iktidarın tamamı direkt olarak benden kaynaklanmaz. Toplumdaki diğer kurumların etkisi altında kalırım. Aldığım ücret, yaşayacağım yer ve dolayısıyla da örneğin çocuğumu hangi topluluk içinde yetiştireceğim konusunda belirleyici bir faktördür. Benim nasıl yetiştirilmiş olduğum, kendi çocuğumu nasıl yetiştireceğimi etkileyecektir. Ayrıcalık edinme koşullarım veya çocuğumun dünyadan ne bekleyebileceğine dair hissiyatım, beklentilerinin ne olması gerektiği konusunda onunla kurduğum ilişkiye etki edecektir, vb. Dolayısıyla bir ebeveyn olarak çocuğuma sunabileceğim seçenekleri, çocuğumun fırsatlarını ve değerlerini ciddi ölçüde etkileyen birçok toplumsal, ekonomik ve kültürel baskıya maruz kalırım. Ebeveynleri çocuklarına karşı daha az baskıcı davranmaya teşvik etmek için yapabileceğimiz en önemli şey muhtemelen bu kurumların daha az baskıcı olmasını sağlamaktır.

Örneğin, yoksulluk ve tüketim değerlerini vurgulayan bir kültürde yaşama stresini ortadan kaldırmak, ebeveynleri ve çocukları parasal kaygılarla belirlenen sınırların dışında aileler yaratmaları konusunda özgürleştirecektir. Kızım kolunu kırdığı zaman, altına gireceğim masrafın dehşetine kapılmak ve doktor randevularına gidişimi ayarlamak için işten nasıl izin alacağım diye endişe duymak yerine öncelikle onun sağlığına kavuşmasını dert etmeliyim. Disney ürünleri satın alma baskısıyla baş etmek için harcadığımız zamanı, Disney değerlerine itaat etmeyi ve anlık zevklerin çeşitli biçimlerini tüketmeyi önemli ölçüde azaltabilseydik, bu, ebeveynler ve çocuklar için hoş olurdu. Ebeveynler, şiddete açık mahallelerde, zehirli çöplüklerin yakınında ve bir toplum yaratmaktan daha ziyade kalabalıklaşma ve/ya tecrit yaratan, altyapısı eksik şehirlerde ve varoşlarda yaşamalarından kaynaklı baskıcı davranışlarla yüzleşmek zorunda kalmamış olsalardı, çocuklarıyla ilişkilerinde de daha az baskıcı olurlardı.

Cinsiyetçiliği azaltmak ailenin, toplumsal cinsiyet rollerinin yeniden üretildiği alanın dışına –ve bunun yerine, insanların toplumsal cinsiyet temelli olmayan biçimlerde dostluk, huzur, bakım ve danışmanlık bulabilecekleri bir yere- yönelmesine neden olacaktır. Irkçılık, cinsiyetçilik, sınıfçılık, vb.’nin ebeveynler üzerinde oluşturduğu binlerce baskı biçimini azaltmak, yetişkinlerin çalışma yerlerinde, toplumlarında ve örgütlenme alanlarında kendi insani kapasitelerini tam olarak hayata geçirmeleri için yüreklendirilmelerini, desteklenmelerini ve geliştirilmelerini olanaklı kılacaktır –gençleşmek ve insaniyeti bir nebze olsun yeniden kazanma şansı elde etmek için “aile yuvasına” geri dönme ihtiyacını büyük ölçüde azaltacak veya ortadan kaldıracak bir senaryo. İnsanların paylaşma, besleyip yetiştirme ve karşılıksız olarak bir şeyler verme gibi değerlere bağlı kalarak hareket edebileceği tek yer özel alan olduğunda, o alanda feci ölçüde stres birikir.

Diyelim ki baskıcı kurumları değiştirmek ve böylece ebeveynlerin baskıcı olmayan davranış biçimleri geliştirme şansını artırmak için çalışıyoruz. Bu arada, aileler yaratmak ve ebeveynler olarak iyi davranışlarda bulunmak istiyoruz. Bunu nasıl yapabiliriz?

Bence en önemlisi, kullandığımız iktidarın farkında olmak ve bunun sorumluluğunu almaktır. Bu durumu görmezlikten gelemeyiz, ama iktidarı kullanış biçimimizi sağduyulu bir biçimde değerlendirebiliriz; iktidarı, büyümeleri esnasında çocuklarımızı güçlendirecek bir şekilde kullanabiliriz. Ebevenler, çocuklarının tüm duygusal gereksinimleri için tamamen ve büsbütün kendilerine bağımlı olmayacağı aileler kurmaya gayret edebilirler. Ailede oluşturulan ilişkiler, diğer insanlarla nasıl ilişkilenmemiz gerektiğine dair düşüncelerimizi fazlasıyla belirler. Çocuklarımızın biraz farklı ilişkileri tanımalarına olanak vermek onların önlerine kapılar açar ve ailelerinde modellenenden farklı ilişkilenme biçimlerini en azından birazcık keşfetmek onları güçlendirir. Ebeveynler, çocuklarını incitmemek -ruhsal veya fiziksel olarak- için yapmaları gerekeni yapmaya muktedirdirler.

Ebeveynler olarak çocuklarımıza kendi uzantılarımız, arzularımızın veya doyurulmamış isteklerimizin ifadeleri ya da kendi çocukluk meselelerimizle uğraşmamızı sağlayacak küçük insan stratejileri muamelesinde bulunmamak için dikkatli olabiliriz. Diğer taraftan, onlara dair beklentilerimizi bilmeleri gerekir. Kurallar, davranış ölçütleri ve dünyayla etkileşimimizin nasıl olacağıyla ilgili beklentilerimizi açık olarak önermek zorundayız. Böylece, rahatlık ve üretkenlik içinde birlikte yaşayabildiğimiz ve sevdiğimiz bir çocuk yetiştirir, bunun sonucunda da bir tür işlevsel aileye sahip oluruz.

Çocuklarımızla ilişkilerimizi korku değil, karşılıklı saygı temelinde geliştirmeye öncelik verebiliriz. Yetkimizin kaynağı, çocuğumuz için en iyi olanı dürüst bir şekilde yapmaya çalışmak olmalı. Çocuğunuza, “elbette sokakta oynayabilirsin, ama caddenin karşısına geçme lütfen” dediğiniz zaman, elinizdeki gücü keyfi bir şekilde kullanmış olmazsınız. Çocuğunuzun çıkarını en iyi gözetecek tercihi, caddenin karşısına geçmesi veya geçmemesi koşullarını elinizden geldiğince en doğru şekilde muhakeme ederek belirlersiniz. İdeal olarak düşünürsek, siciliniz uzun süredir çocuğunuza iyi baktığınızı göstermektedir ve çocuğunuz da cin gibi bunu farkındadır; dolayısıyla bu kararınızı temel olarak anlar ve doğruluğundan şüphe duymaz. Dolayısıyla çocuk, bahçede oynamak denen ciddi işine gömülebilir artık. Fakat bunun yerine, dengesiz iktidar kullanımı, keyfi davranışlar ve çocuğunuzu önemseme derecenize dair karışık sinyaller içeren bir sicile sahipseniz, aklı selim kurallarınız bile çocuğunuz tarafından dikkate alınmaz. Çünkü, yine cin gibi farkındadır ki çocuğunuzdan ziyade kontrolü elinizde tutmaya önem vermişsinizdir. Ebeveynler çocuklarını dinleyebilirler. 20 dakikamızı şeker alıp almamak için pazarlık yapmaya veya çocuğun çamaşıra yardım etmemek için sızlanmasına harcamamız gerektiğini söylemiyorum. Her aile şeker satın alınması ve çamaşır görevleri için ortak olarak kabul edilen kurallar belirlemeli ve ebeveynler de temel olarak bu kurallara uyulmasına veya gerektiğinde ailenin ihtiyaçları için en uygun bulduğu seçeneğe göre kuralların yeniden düzenlemesine yardımcı olmalıdır. Unutulmamalıdır ki bunlar ciddi işler değildir. Çamaşır haftada ister bir, ister iki kez yıkansın; dünyaya büyük bir etkide bulunmaz. Bir çocukla şeker konusunda pazarlık yapmak, çocuğu daha güçlü kılmaz. Sağlayabileceği kazanç, olsa olsa şekerdir. Daha ciddi olan şey, çocuklarımız dünyayı keşfeder ve çevrelerinde gördüklerini özümserken, onların yanlarında bulunmamızdır. Talimat vermek yerine dinlemeliyiz. Ve anlatmak yerine göstermeliyiz. Anlamaları, olguları özümsemeleri, çözümleme yapmaları, iyi düşünmeleri, meraklarının peşinden gitmeleri, sonuçlarını sınamaları, yanlış yapmaları, doğru yapmaları, kafa karışıklığı yaşamaları, yetki kazanmaları ve bir özne olarak dünyada varlık göstermeleri için onları desteklediğimiz zaman baskıcı olmayan bir şekilde davranıyoruzdur. Çocuklarımıza sunduğumuz rol modeli, dünyayla sorumlu bir şekilde etkileşime geçmenin, yani yetişkin olmanın ciddi görevini yerine getirmenin –dünyamızı etkilemeye gayret etmek; onu daha adil, daha yaşanılır kılmak- anlamı üzerinden kurulduğunda, çocuklarımıza baskıcı olmayan bir şekilde davranıyoruzdur.

Kişisel problemlerimizin ve gerilimlerimizin ebeveyn rolümüze taşınması meselesinde daha dikkatli olsaydık, muhtemelen çocuklarımıza daha az baskıcı davranırdık. Kendimizin farkında olmak, ne zaman öfkemizi boşaltmak için bir odaya kapanmamız ve/ya çocuk yetiştirme bağlamında doğru bulduğumuz şeyi yapmamızı zorlaştıran bir zayıflığımız için destek talep etmemiz gerektiği konusunda bize yardımcı olur. Dikkatsiz davranmak acı verici olabilir. Çünkü yetersiz kaldığımız noktaları kendimiz henüz keşfedememiş olabiliriz, ama ebeveynler olarak bizim eksiklerimizin sonuçları başka insanlar –kendi ebeveynlerini, daha az kusurlu bir anne-babayla değiştirme yeteneğinden mahrum küçük insanlar- tarafından hissedilir. Dolayısıyla, eksiklerimizi teslim etmek ve onlarla mücadeleye girişmek, yerine getirmemiz gereken ek bir görevdir.

Çocuklarınızı okula göndermek yerine onlara evde eğitim verdiğinizi biliyorum. Bunu yapmanızın nedeni nedir? Okul eğitimine kıyasla evde eğitim hakkında ne düşünüyorsunuz?

Başlangıçta evde eğitimi denemeyi kişisel nedenlerle tercih ettik. En büyük kızımız –sınıf gibi- geniş gruplar içinde mutsuz gibiydi. Anaokulunda, “olan bitene karşı kayıtsızlaşma” becerilerini geliştiriyor gibi görünüyordu ve bu elbette geliştirmesini özellikle istediğimiz bir beceri değildi. Sonunda biz de onu birinci sınıfa göndermemeye karar verdik.

Okulu terk etmek tam bir şoktu. Günlerimizin, haftalarımızın ve yıllarımızın görüntüsünü ve bize hissettirdiklerini büyük ölçüde şekillendiren bir kurumdan kendimizi ayrıştırmamızın ne anlama geleceğini kesinlikle tam olarak tahayyül etmemiştim. Yavaş yavaş, okulun yerine evde geliştirdiğimiz yapıları yerleştirdik. Çocuklar, kendilerini farklı yollarla eğiten yetişkinlerle önemli dostluklar kuruyorlar; komşuların ve çevredeki kişilerin birçoğunu tanıyorlar; MSPCA** işleri için gönüllü oluyorlar; en büyüğü şehrin geri dönüşüm programında bloğun takım kaptanlığını yapıyor. Benimle toplantılara gelip babalarıyla işe gidiyorlar. Her Salı, günlerini organik bir çiftlikte çalışarak geçiriyorlar. Oyun oynamaya ciddi zaman ayırıyorlar. Zaman zaman matematik ve okumayı öğreten el kitaplarıyla çalışıyorlar; dergileri biriktiriyor ve okuyorlar. Fakat, “bildiklerinin” çoğunu, deneyim yoluyla ediniyorlar. Onlar, “okulsuz” olarak bilinenlerden.

Okul gibi geniş bir kurumda çocuklar, ortalama aralığın pek fazla dışına çıkamıyorlar –akademik anlamda veya davranış biçimleri anlamında. Kurallar, ölçütler, iyileştirme programları, ödüller, beklentiler ve hatta tıbbi ilaçlar, çocukları mümkün olduğunca ortalamaya doğru yaklaştırmaya çalışıyor. Milyonlarca çocuğa öğrenme yetersizliği teşhisi konuyor, Ritalin reçetesi yazılıyor, rüşvet veriliyor, ceza uygulanıyor veya bu çocuklar programa bağlı kalmaları için kibarca ikna ediliyorlar. Eğer çocuklar önceden belirlenen kuralların dışına çıkıyorlarsa, 30 kişilik bir sınıf veya yüzlerce ve belki de binlerce kişilik okul nasıl işleyecek? Dahası, sıkıcılığa müsamaha göstermeyi; kurallara, beklentilere ve anlamsız hiyerarşilere kolayca (uyuşmuşçasına) uyum sağlamayı; organik isteklerini bastırıp bunların yerine dışsal olarak üretilenleri koymayı; başardıkları bir görev için verilen notları, sertifikaları ve diğer ödülleri özümsemeyi; bu arada insafsızca çevremizi kurutan, ruhsuz ve sıkıcı şeylerin tümü için “kabullenilmesi zorunlu olan çok tatsız” açıklamalara rıza göstermeyi öğrenmediyseler, bu çocuklar eğitim dünyasından iş dünyasına nasıl geçiş yapacaklar?

Bu çocuklar monotonluğu reddetmek, içsel güdülerini geliştirmek, otoriteyi sorgulamak ve kararsız ve yüzeysel davranmak yerine kendilerini harekete geçiren konularda derin ve tam düşünme becerilerini saflaştırmak konularında güçlendirilmiş olsaydı, bunun sonuçları ne olurdu diye bir düşünün. Sıkıcı ve ezbere işlerin ve patronların gerekliliğini gerçekten sorgulayabilirlerdi. Üretkenlikleri anlamında kendilerinden çekip alınacak şeylerle –örneğin, (öğrenci olarak) düzgün oval şeklin içini 2 numaralı kurşun kalemle boyamak, (işçi olarak) müşteriler için küçük ve yararlı araçlar yapmak ve (kıt boş zamanında) onları satın almak ile- karşılaştırıldığında, kendilerinin topluma sunabilecek daha fazla şeyleri olduğunu fikrine vardıklarında isyan edebilirlerdi.

Çocuklara ve okula sıkıntı veren şeylerin tümü düşünüldüğünde, evde eğitimin politik olarak her derde deva olduğunu söylemiyorum. Okullar, daha çok sayıda insan için daha iyi işleyebilir ve işlemelidir. Toplumsal değişim konusunda ilerici düşüncelere sahip olanlar, okulların entelektüel özgürlüğü ve eleştirel düşünmeyi teşvik etmesi için uğraşmalıdır. Öğrenme biçimlerinde çeşitlilik olmasına sadece izin vermek yerine bu çeşitliliği coşkuyla kucaklamalıyız. Standartlaştırılmış sınavlardan vazgeçmeli, ödül ve cezayı bir kenara atmalı, dışsal güdüler yerine içsel disiplini geliştirmeli, öğrenme yetersizliğinin anlamını yeniden düşünmeli ve okulların çocukları tam olarak neye hazırladığını daha iyi tasavvur etmeliyiz.

Son olarak, çocuklar bütün gün ortalıkta olmayınca ne kaybettiğimizi dikkate almalıyız. Bazı eleştirmenler, evde eğitimin gerçek dünya karşısında çocuklar için bir siper görevi görmesinden endişe duyuyorlar. Fakat, bunun tersinin doğru olduğunu söyleyebilirim: çocuklar, direkt olarak dünyanın içine yerleşiyorlar. Sonuç olarak, iki tarafın da –çocuklar ve toplum- kârlı çıktığına inanıyorum. Uzun okul gününü, okul sonrası programlarını ve müfredat dışı etkinlikleri yeniden tasavvur edelim. Çocukları “gerçek” gerçek dünyanın parçası haline getirecek yollar bulalım. Bu çabalarımız birçok şeye meydan okuma anlamına gelecektir; çünkü, çalışma haftalarını azaltmak, çocuklarla evde olmanın sadece zenginlerin yaşayabileceği bir lüks olmaması için ücret ayrımcılığını ortadan kaldırmak, insanların ailede nasıl bulunacakları hakkında gerçek seçimler yapabilmeleri için aileye sağlanan destekleri artırmak ve aileyi idame ettirme sorumluluğunu kadına yükleyen toplumsal cinsiyet ayrımcılığına işaret etmek gibi amaçları içermektedir. Bunun olmayacak birşey olduğunu mu söylüyorsunuz? Doğru; fakat daha fazlayı amaçlamak kötü birşey yapmak anlamına gelmez ve muhtemelen çocuklarımıza model oluşturmak için yararlı bir uygulamadır.