Yayımlanma tarihi: 9 Ocak 2015

Halk İstiyor (2013), Kaynayan Orta Doğu (2004) ve Barbarlıklar Çatışması (2002/2006) kitaplarının yazarı, Lübnanlı Marksist entelektüel Gilbert Achcar, Mısır’ın uzun vadeli devrim sürecinde tarihi ve son derece önemli bir kavşakta bulunduğunu belirterek değişim için liderlik inşasının ve stratejinin önemini vurguluyor. Achcar ayrıca, eli kulağında bir felaketin ancak, eski rejimden ve dinsel radikalizmden eşit derecede uzak üçüncü ve devrimci bir aşamayı inşa etmeye çalışan örgütlü politik güçlerin büyümesiyle önlenebileceğini söylüyor.

Geçtiğimiz dört yıl içinde isyanların yaşandığı ülkelerde tekrarlanan başarısızlık ve yenilgilerin ardından, Halk İstiyor adlı kitabınızda ana hatlarını çizdiğiniz “uzun vadeli devrimci süreç” kavramını yeniden düşünme ihtiyacı duydunuz mu?

Elbette bu süreçte başarısızlıklar ve aksaklıklar yaşandı. Fakat devrimci sürecin bütünüyle tasfiyesi anlamına gelen “yenilgi” kelimesini kullanmak bana hatalı geliyor. 2011’den beri o gün başlayan şeyin uzun vadeli devrimci bir süreç olduğunu, henüz önünde uzun yıllar hatta belki on yıllar bulunduğunu ve pek çok aşamadan geçeceğini söylüyorum. Bu süreç pek çok ülkede, karşıdevrimin çeşitli saldırılarıyla karşı karşıya kaldı ve başlangıçtaki büyümenin ardından şimdi geri çekilme aşamasından geçiyor.

Bu bizi önderlik sorununa getiriyor. İlk defa 2010’da Tunus’ta patlayan ve etkilenmemiş tek bir Arap ülkesi dahi bırakmayan büyük devrimci dalga, objektif sosyal ve ekonomik gerçeklikler ve her an tutuşmaya hazır politik atmosfer gibi, elle tutulur koşulların bir ürünüydü. Ama devrimlerin seyrini bu objektif koşullarla devrime yön veren potansiyel önderlerin koşul ve eylemleri arasındaki etkileşim belirledi.

Asıl zayıf nokta da burası: Devrimci koşullarla karşı karşıyayız ama değişim sürecini ileriye taşıma kapasitesine sahip, devrimci strateji geliştiren örgütlü güçler ortada yok. Bu durum tüm Arap ülkeleri için geçerli. Tunus’a, Mısır’a ve Suriye’ye bakarsak ilerici güçlerin kendilerinden beklenen görevi yerine getiremediklerini, benim ifademle, karşıdevrimin “iki kutbu”ndan bağımsız bir devrimci cephe kuramadıklarını görürüz.

Karşı devrimin iki kutbu derken tam olarak ne kastediyorsunuz?

Eski rejim tarafından temsil edilen bir karşıdevrim var. Bir de eski rejime karşı, dini ideoloji ile paslaşan gerici güçler var. Bizim ülkelerimizdeki ilerici önderlik sorunu, ilerici kimliklerini iki kutbada eşit mesafede üçüncü bir yol inşa ederek değil, bir karşıdevrimci kutba karşı diğer karşı devrimci kutupla birleşerek inşa etmelerinden kaynaklanıyor. Veya biriyle ittifaktan diğerine atlıyorlar.

Bu sorunun üstesinden gelip devrim yoluna dönme umudu var mı?

Umudun varlığı, devrimin uzun vadeli, on yıllar sürebilecek bir süreç olduğunu hatırlamamıza bağlı. Fransız, İngiliz ya da Çin devrimlerini düşünelim: Olayların ilk patlamasından sonra bu toplumların istikrara kavuşmaları onlarca yıl sürdü.

Bizim devrimci sürecimiz, objektif koşullar kriz ve patlamalara yol açtığı sürece devam edecektir. Rantiyer patrimonyal devlete bağlı bir sosyal sitemden kaynaklanan ekonomik kalkınma ve yüksek işsizlik sorunu devam ettiği sürece objektif koşullar varlığını koruyacaktır.

Devrim süreci düz bir çizgide ilerlemez; yollar dönemeçlidir. Bu süreçte devrim ve karşıdevrimin etkileşiminden kaynaklanan gelgitler olacaktır. Bunu yok sayarsak öngörüsüzlük tuzağına düşeriz, tıpkı 2011 “Arap Baharı” sarhoşluğunda “barışçıl” başkaldırının demokrasinin daha hızlı yayılmasını ve toplumsal koşulların geliştirilmesini sağlayabileceği yanılgısına düştüğümüz gibi. Bu tavır, toplumlarımızın karşı karşıya kaldığı ve yıkmak için ağır bedeller ödememiz gereken engellerin ciddiyetini görmemizi engeller. Devrimsel patlamalardan kaçış yok: Yakın zamanda olmasa bile orta vadede daha nice patlamalar göreceğiz.

Yani gelecekte bu sorunların üstesinden gelmek mümkün olacak mı?

Bizim bölgemizdeki bazı ülkelerde ilerici güçler devrimci sürece önderlik edebilecek siyasi ağırlığa sahip. Mesela Tunus’ta topluma önderlik edebilecek objektif kapasiteye sahip bir işçi hareketi var. Mısır’da, üstünlük kurabilecek örgütlü bir güç olmasa da, özellikle genç insanlar arasında muazzam bir devrimci enerji var ve bu güç devrimci ilerici kuvvetlerin bir koalisyonu tarafından bir araya getirilebilir. Bu enerji, 2012 cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda Hamdeen Sabahi’ye verdiği destekle kendisini gösterdi: Beş milyon insan eski rejimi temsil eden Şefik’i ve onun gerici rakibi Mursi’yi reddetti.

Fakat buradaki sorun uygun strateji üretilememesi. Mısır’da Hamdeen Sabahi ne yazık ki şaşırtıcı bir politik yol izlendi. 2011 parlamento seçimlerinde Müslüman Kardeşler’le yaptığı ittifaktan sonra 30 Haziran/3 Temmuz 2013’te eski rejimle ittifak kurdu, Mareşal El Sisi’ye övgüler düzdü. Hamdeen bu kararının bedelini ağır ödedi. Çünkü üçüncü bir kutup oluşturup ilerici devrimci değişimi ortaya koymayı arzulayan herkesi ve gençlik hareketini hayal kırıklığına uğrattı. Ve 2012’de kendini Şefik ve Mursi’den farklı bir yere koyduğunda zirve noktasına ulaşan popülaritesiyle birlikte kazandığı güvenin neredeyse tamamını kaybetti.

Uygun bir stratejiden yoksunluk geniş çaplı bir yozlaşma tehdidi oluşturur. Devrimsel değişimi ileriye taşıyabilecek önderlik geri çekildiğinde gerici tehlike iki misli artar. Eski rejim ile dinden faydalanan gerici kuvvetlerin iki kutbu arasında sıkışıp kaldığımız sürece, önceki bir kitabımda adlandırdığım “barbarlıklar çatışması”na yuvarlanma ihtimali daha da güçlenir.

Mutlak iyimserliği ve kötümserliği bir kenara bırakıp uzun vadeli devrimsel sürecin gelişiminde tarihi ve çok önemli bir dönüm noktasında bulunduğumuzun farkında olmamız gerekiyor. Bu farkındalık, olası bir felaketi önlemek istiyorsak, değişim için gereken önderliği inşa etmemiz ve strateji oluşturmamız konusunda kararlı olmamızı sağlayacaktır.

İslam Devleti’nin (IŞİD) ve diğer cihatçı hareketlerin kendilerini Suriye’de alternatif önderlik olarak sunmalarını sağlayan şey ilerici bir önderliğin yokluğu mudur?

Suriye’de olanlar bizim karşılaştığımız tarihsel problemlerin en şiddetlisi. 2011’in ilk aylarında Suriye başkaldırısı, bölgedeki diğer başkaldırılara neden olan sosyal, ekonomik, politik problemlerin benzerleri üzerinde duruyordu. İlk başlarda sosyal medyayı kullanıp hareketi koordine eden ve örgütleyen gençlerin liderliği altındaydı. Bu gençler, demokratik, sekter olmayan ve 2011 başkaldırısının büyük ilerici arzusunu net şekilde dile getiren bir politik program etrafında “yerel koordinasyon komiteleri” kurmuşlardı.

Suriye’deki problem, Mısır’dakine kıyasla çok daha derin bir şekilde, örgütlü ilerici öncü kuvvetlerin uzun vadeli devrimsel sürece liderlik etme kapasitesinin yokluğunda yatıyor. Koordinasyon komiteleri on-line olmayan, sahada ve örgütlü bir önderlik kurmaya teşebbüs dahi etmediler.

Onların yokluğunda yurtdışından belli politik güçler kendilerini lider olarak atadılar ve belli ilerici unsurları Müslüman Kardeşler’in yönetimi altına sokan son derece yanlış bir ittifak kuruldu. Koordinasyon komiteleri Türkiye, Katar ve Amerika’nın kölesi olan bu liderliği tanıyarak çok ciddi bir hata yaptılar. 25 Ocak-11 Şubat tarihleri arasında Mısır’da gerçekleşen senaryoyu Suriye’de tekrarlamanın imkansız olacağını kabul etmeyerek ikinci bir büyük hata daha yaptılar. Başar Esad’ın Hüsnü Mübarek gibi devrilmesinin imkansız olduğunu göremediler.

Silahlı kuvvetlerin, hükümran ailenin özel korumalarının kontrolü altında olduğu Suriye gibi “kraliyet cumhuriyeti” olan ülkelerde, “derin devlet” dahil tüm rejimi devirmeden rejimin başındakileri indirmenin bir yolu yoktur. Bu yüzden başkaldırının zafere “barışçıl bir şekilde” ulaşma şansı hiç yoktu. Ama başkaldırının silahlı bir çatışmaya dönüşmesi ordunun halk üzerindeki baskısını eleştirerek ordudan kaçan subay ve askerlerin inisiyatifinde, kademe kademe ve düzensiz bir şekilde gerçekleşti.

Görünen o ki, ilerici önderliğin yokluğu ve ilericilerin kendilerini Müslüman Kardeşler’in ve Katar’ın kollarına atmaları, rejime karşı daha radikal düşmanlık besleyen kuvvetlerin önünü açtı ve bu düşmanlık gerici, dinci ve mezhepçi bir yönelime sahipti. Eş zamanlı olarak, Esad rejimi demokratlara karşı bu dinci grupları güçlendirmek için elinden gelen her şeyi yaptı. Böylelikle muhalifleri dinci aşırılıkla suçlayabilecek, şeytanlaştıracak ve batılı ülkelerin onlara yardım yollama tehlikesinin önüne geçebilecekti. Böylece Suriye muhalefeti, Irak Şam İslam Devleti’nin (IŞİD) kurulmasına yol açan dinci aşırılığının yozlaştırıcı diyalektiği içinde boğulmuş oldu.

IŞİD’nin yükselişi ve askeri açıdan genişlemesi şaşırtıcı bir hızda oldu. Dağılmasının da aynı derecede hızlı olması bekleniyordu. Orta ve uzun vadede 2011’den beri parlayan ilerici devrimci ateşi temsil edebilecek bir ittifakın şekillenebileceğine dair umutlar hala mevcut. Ve savaş bittikten sonra bu enerji layık olduğu yere geri dönebilir. Fakat bu umut, suçlu rejim ve fanatik çetelerden eşit mesafede alternatif bir kutup yaratabilecek devrimci değişimden taraf olanlara bağlıdır.

Var olan rejimlerin eski düzeni korumaya çalışmalarının ve kitleleri hoşnut edecek küçük imtiyazlar sunmaktan kaçınmalarının ihtiyatsızlık olduğunu mu düşünüyorsunuz?

Suriye örneği gayet açık: Tüm Arap rejimleri gibi bu rejim de sahneden gönüllü bir şekilde inmeyecek. Gönüllü olacağını düşünenler bunu anca rüyalarında görürler. Bu rejimler kamuya ait kaynakların, hükmeden sınıflar tarafından diktatörlüğe ihtiyaç duyacak derecede aşırı sömürülmesi üzerine kurulmuşlardır. Bu hükümdarlar ayrıcalıklarını son askerine kadar koruyacaklardır. O halde anlamlı herhangi bir stratejinin çıkış noktası şu olmalıdır: Bu rejimler silahlı servisleri ve silahlı ajanları kontrol edebildiği müddetçe, kendi çıkarlarını her ne pahasına olursa olsun koruyacaklardır. Suriye’deki gibi bir iç savaş yoluyla veya Mısır’da görüldüğü şekilde bir diktatörlük marifetiyle.

Bu, mevcut sosyo-politik rejimlerin baskıcı kapasitesini sekteye uğratmadan, radikal devrimsel değişimin asla gerçekleştirilemeyeceği anlamına gelir. Bu, Libya’da olduğu şekilde bir iç savaştan zaferle çıkarak başarılabilir –ki bunun Suriye’deki maliyetinin çok ağır olacağını görüyoruz, ya da devrimci güçlerin silahlı güçleri kendi saflarına kazanmasıyla olabilir. Ordular kendini tamamen rejime adamış az sayıda elitten ve çok sayıda sıradan vatandaştan meydana gelir. Suriye devrimcilerinin yaşadığı facia Suriye ordusunu yeterince büyük ölçekte bölememelerinden kaynaklanıyor: Doğrusunu söylemek gerekirse, devrimciler başkaldırının ilk aşamalarında bunu yapma girişiminde dahi bulunmamışlardı.

Bu bizi kökten bir değişim için gerekli temel koşula getiriyor yeniden: önderlik. Silahlı kuvvetlere hizmet eden sıradan insanların “kalplerini ve akıllarını” kazanma ve onları halk devrimi için ikna etme kabiliyeti olan politik bir önderlik olmadan silahlı unsurları ve askerleri etkilemek mümkün değildir.

Arap başkaldırısının karşısındaki temel engel böyle bir önderlikten yoksun olması ya da önderliğin var olduğu durumda stratejik vizyona sahip olmamasıdır. İhtiyacımız olan şey, karşıdevrimin iki kutbu olan eski rejim ve cihatçı radikalizme eşit mesafede, üçüncü ve devrimci bir kutup kurabilecek bir stratejiye sahip örgütlü güçlerdir.