16 Şubat’ta, Amerikalı film eleştirmeni Roger Ebert tweeter’ına şöyle yazdı: “Lora Logan’a yapılan saldırı, Orta Doğu’nun kadına yönelik tavrını üzüntü veren bir noktaya taşıdı.” CBS News muhabiri Lora Logan’a yapılan saldırı [1] trajik ve üzücü bir olay olsa da, bu olayın kendi politik bağlamı içerisinde değerlendirilmesi gerekiyor. Bildik oryantalist söylemler aracılığıyla bu saldırıdan bahsetmek, sadece demokrasi için çabalayan Mısırlılar için değil Logan’ın şahsı için de kırıcı bir durum ve haksızlık olur. Her ne kadar saldırının cinsiyetçi doğası tartışmasız olsa da; Logan sadece bir kadın olduğu için değil, profesyonel bir gazeteci ve Mısır prostestosunun destekleyicisi olduğu için de saldırıya uğradı. Ben de, Logan’a saldıran zorbaların muhtemelen benzerleri tarafından saldırıya uğradım. Bu iki saldırıyı Mısır’ın politik koşulları ve Mısırlı kadınların baskıcı ve antidemokratik hükümete karşı süre giden mücadelelerindeki rolleri ışığında yorumluyorum. Bu iğrenç saldırılar “kadına yönelik tavır”dan çok daha fazlasına dikkat çekiyor. Belki de ölen bir rejimin umutsuzluğunu gösteriyor.
Tahrir Meydanı’ndaki ilk günüm, Mısır’da sokağa çıkma yasağı konulmasıyla biten “eylem günü”nü takip eden 29 Ocak Cumartesi’ydi. Takip eden hafta boyunca her gün meydana gittim, geceleri ise gazeteci bir kadın arkadaşımın dairesinde geçirdim. Nagla’nın dairesi meydana çok yakın olduğu için, benden başka sekiz kadın arkadaş ve akrabaya da yaşayacak yer temin eden bir “isyan merkezi” hâline dönüşmüştü. O Cumartesi meydana gittiğimde, ortalık hıncahınç doluydu. Slogancılar omuz omuza duruyordu ve sloganlar bir mil öteden bile duyulabiliyordu: ”İnsanlar rejimi yıkmak istiyor.” Sadece meydanın her yerine dağılmış kadınların varlığından değil, kadın slogancıların kalabalıkla bütünleşmiş olmasından ötürü de etkilenmiştim. Arada bir, kadınlar sloganlara öncülük bile ediyorlardı: “Isma’ kilmit masr el-hurra, Ya Mubarak itla’ barra.” (Özgür Mısır’ı dinle, Mübarek, defol.) Ve onların sloganları binlerce insan tarafından tekrar ediliyordu.
Bu, gerçekten “Özgür Mısır”dı. Kadınlar ve erkekler, baskıcı önlemleri ve başarısız politikalarıyla aşırıcılığı, tarikat şiddetini, cinsel taciz dalgasını teşvik eden ve Mısır’ın kamuya açık alanlarında kadınların varlığını kaçınılan bir risk hâline dönüştüren diktatörlüğü kovmaya eşit şekilde ortak oluyorlardı.
Son bir kaç yıldır, sözlü cinsel tacizin yanı sıra fiziksel tacizin de nesneleri hâline gelen başörtülü ya da baş örtüsüz kadınların haberleri Mısır medyasını, blogları ve internet sitelerini dolduruyor. Bunlardan en kötü şöhrete sahip olanı, 2006’da Eid al-Fitr (Ramazan Bayramı) kutlamaları sırasında başkent Kahire’de kadınlara yönelik çete saldırılarıydı. Kahire’deki, banliyölerdeki, metro ve otobüslerdeki kadınlar çoğu zaman cinsel hakaret ve tacizlerin hedefiydi; güpegündüz fiziksel tacize ve saldırılara maruz kalıyorlardı. İnsan Hakları Ulusal Konseyi tarafından hazırlanan bir rapora göre, Mısır’da çalışan kadınların yüzde seksen üçü, zaman zaman cinsel taciz kurbanı oluyor. Yine de 2011’de Tahrir Meydanı’nda, cinsel taciz korkusundan eser yoktu. Hatta bazen, yer bulmak mümkün olmadığında ve herkes sıkıştığında bile Tahrir’deki erkekler kadınları herhangi bir taciz ve provokasyondan uzakta ve güvende tutmak için onların yollarından çekiliyorlardı. Bu tablo üzerine bahsi geçen rapordaki Mısır sokaklarında erkeklerin kadınları taciz etmelerinin nedenlerine dair yapılan incelemeler hakkında düşündüm. “Erkeklik”lerini uygulama ve kanıtlama isteği, raporda bahsedilen sebepler arasında ilk sıradaydı. Belki de Tahrir’deki erkeklerin kanıtlayacakları hiçbir şeyleri yoktu. Gerçek silahlarla ateş eden polis güçleriyle karşı karşıya kaldı onlar. Askeri tanklarla çevrildiler, bir anlık durdular, fakat yine de öngörülemez ve tehditkâr bir güç oluşturdular.
Tahrir’e gittiğim her gün, kot pantolon, gömlek ve ceket giydim. Arkadaşlarım kot pantolon, kumaş pantolon ve etek giydiler. Hiçbirimiz başımızı örtmedik. Meydanda, hem batılı kıyafetler giyen ve başını örten kadınlarla hem de göğüs ve bellerini kapatacak kadar uzun baş örtüleri takan kadınlarla beraber oturduk. Bazıları yüzlerini tamamen kapatmıştı. Yerimizi paylaşırken yemeğimizi, içeceğimizi ve muhabbetimizi de paylaştık. Bazı arkadaşlarım sigara içti, diğerleri içmedi. Dua saatlerinde, kadınlardan kimisi dua edenlere katıldı, kimisi katılmadı. Tahrir’de, bir kadının dini –ister İslam olsun ister Hıristiyanlık- ve dindarlığı mevzu değildi. Önemli olan orada olmamız, milyonlarca kadın ve erkek Mısırlıyı fakirleştiren, ötekileştiren, yıldıran bir rejimi protesto ediyor olmamızdı. Meydanın dışında, kadınların protestoculara yemek getirmiş olduklarının doğru olup olmadığını sordular. Evet, getirdiler. Ben de meydana yemek getirdim. Başka kadın ve erkekler de bana yemek ikram ettiler. Fakat kadınlar başka şeyler de yaptılar. Kadın doktorlar yan sokakta geçici klinikte çalışmaya gönüllü oldular. Kadın avukatlar, meydanın geçici radyosunda konuşma yaptılar. Kadınlar, silahlı sabotajcıları tespit etmek ve meydana sokmamak için meydana gelenleri arayan “güvenlik” ekibinde yer aldılar. Kadınlar tankların hareket etmesini önlemek için, önlerinde oturdular. Kendimizi güçlü, güçlenmiş, bir araya gelmiş, birbirimizle ve erkek protestocularla uyum içinde hissettik. Ne pahasına olursa olsun, sokakları geri almıştık.
2 Şubat’ta, rejim çirkin yüzünü bir kez daha gösterdi ve kadınlara yönelik şiddeti de içinde barındıran eski şiddet repertuarına başvurdu. Ama artık çok geçti. Bu sadece şimdiden geriye baktığımda düşündüğüm bir şey değil, aynı zamanda sonradan “Karanlık Çarşamba” olarak adlandırılacak o günün başlangıcından beri bildiğim bir şey. O sabah, meydana erken gittim. Devlet Başkanı Mübarek’in bir gece önce yaptığı, dönemin sonunda emekli olacağına dair söz verdiği ve Mısırlılardan kendisini evinde ölmesi için bırakmalarını rica ettiği aşırı duygusal konuşması fikirleri bir şekilde bölmüştü. “Bir kaç ay nedir ki...” dedi bazıları. “ Fakat o güvenilmez biri. Bitirilmemiş bir devrim, felaketin başlangıcıdır.” dedi diğerleri. Konuşma, düzensiz küçük bir grup “Mübarek yandaşları” tarafından desteklendi ki bu telaşlandırıcı olmaktan çok absürd bir durumdu. Bu “taraftarlar”ın gecenin bir yarısı sokağa çıkma yasağını ihlâl ettikleri hâlde cezasız kaldıkları düşünülürse, Cumhurbaşkanının ya da rejimin diğer mensuplarının yönlendiriciliğinde sokaklarda oldukları şüphe götürmez. Fakat aramızdaki fikir farklılığı, “isyan merkezi”ndeki asıl gerçek ve kaygı uyandırıcı şeydi. Olayı enine boyuna tartmak istedim ve meydanın bunun için ideal bir yer olduğunu düşündüm.
Tahrir’e giderken, “Mübarek destekçileri”yle karşılaştım. Yeni tanıştığım Tahrir ruhumla, içlerinden birine yaklaştım ve “Acımasız ve yoz bir başkanı nasıl destekleyebiliyorsunuz?” diye sordum. “Reform yapacağını söyledi.” diye cevapladı sorumu adam ve devlet tarafından kontrol edilen medyanın söylediği yalanları tekrar ederek ekledi: “Bu protestoculara para ödendi.” “Ödendi ya da ödenmedi, otuz yıl boyunca uyguladığı baskıdan sonra birdenbire iyiye dönen birine sen nasıl güveniyorsun?” diye sordum, “Hiçbir garantisi yok.” Bu adamla anlaşma sağlayamayacağımı biliyordum, ama bizi izleyenlerin sempatisini kazanmayı umuyordum. Birinin sözlerimi onaylayarak başını salladığını görebildim. Fakat başkanın “destekçi”si vazgeçmeyecekti. Hemen cevap verdi: “Neden evine gitmiyorsun kaltak?” Ani bir biçimde yapılan bu cinsiyetçi hakaret karşısında şaşırdım ve sinirlendim. Neden şaşırmıştım ki? “Ne istersen yap, ben protestoya geri döneceğim.” dedim ve oradan ayrıldım.
Meydanda ilk tanıştığım insan, süregiden oturma eyleminin bir parçası olarak geceyi orada geçiren bir kadındı. Onu daha önce hiç görmemiştim ama yanına oturdum, ve ona yaşadığım olayı anlattım. Bana bir sigara verdi. “İstediklerini söylerler. Buraya bir sebeple geldik. Mübarek’in istifa etmesini istiyoruz, ve o gidene kadar vazgeçmeyeceğiz.” Kendimi daha iyi hissettim. Meydanın etrafında yürüdüm, sohbet ettim, slogan attım, birçok arkadaşım da bana katıldı. Meydanın dışındaki şiddetli kalabalığın giderek arttığına dair haberler aldık.
Democracy Now’dan Amy Goodman’a röportaj vermeye karar vermiştim, bu yüzden meydana yarım saat uzaklıktaki kayıt stüdyosuna gitmek için meydandan ayrıldım. Yabancı gazetecilerle dolu bir ofise ulaştım. Hepsi maruz kaldıkları hakaret ve saldırılardan, ekipmanlarının imha edildiğinden bahsediyordu. Öğleden sonra 15:00’te, Democracy Now’un üstdüzey yapımcısı Sharif Abdel Kouddous ile röportajı kaydettik, bittiğinde bir kameraman ve Sharif ile beraber meydana geri döndüm. İyi bir halet-i ruhiye içerisindeydik ve tehlikeye rağmen kendimizi cesur hissediyorduk. Stüdyonun yanındaki caddede ayrıldık. Tek başıma meydana dönmeye karar verdim. Mısır müzesinin yanında, meydana taş fırlatan gerçek zorbalarla karşılaştım. İçlerinden biri bana yetişip nereye gittiğimi sormadan önce birkaç adım atmıştım bile. İçeride yaralanan yeğenimi eve götürmeye gidiyorum diyerek bir hikaye uydurdum. “Hayır, burada kal,” dedi. “Biz alırız onu.” Bir dakika sonra, başka biri sordu: “Yani onunla değilsin? Bizimle kalıyorsun?” Beynim dört nala koşuyordu. Onu hileli bir cevapla sersemletebilir miydim? Laf kalabalığı ve patlayan bir şiddetin ortasında kaldım. Birkaç saniyeliğine donakaldım, ve uygun anı bulduğumda birkaç adım daha attım. Meydanın etrafındaki asker barikatlarına dört adımdan daha yakındım. Eğer barikatları geçersem, zorbaların taşlarından olmasa bile kendilerinden uzakta ve güvende olacaktım. Fakat o kadar şanslı değildim. Arka tarafta bağıran bir ses duydum, “Bu onlarla. Alın bunu, alın bunu!” Ben ne olduğunu anlayamadan, kaslı iki adam kollarımı kavradı ve beni alandan uzaklaştırdı. Kalabalık etrafımı sararken tek duyabildiğim şuydu: “O da onlardan… onlardan biri… ajanlardan… Amerikalılardan… Bradei’nin rezil destekçileri.” Kimisi tokat atıp hakaretler yağdırırken, kimisi saçlarımı çekiyordu. Saniyeler içinde gömleğim yırtılıp açıldı ve ağzım kanla doldu. Bir asker tankını geçtik ve tepede memuru gördüm. “Yardım edin!” diye bağırdım. Askerler memurun emrini bekliyordu. Görgü tanıkları ona seslendiler. “Onu öldürecekler.” dedi biri. Tüm enerjimi ayık kalmaya yoğunlaştırmıştım, başımı nefes alabilmek için yukarıda tutmaya ve daha fazla darbe almamak için de eğmeye çalışıyordum. Ceketimi ve içinde nüfus kağıdımla kameram bulunan sırt çantamı vücuduma sardım ve yardım etmesi için memura tekrar seslendim. Sonunda askerlerine kalabalığın içine dalmaları ve beni çekip almaları için emir verdi. Beni bir kaç askerin daha bulunduğu tankın içine götürdüler. Askerler başımın kanadığını söyledi. Muhtemelen atılan taşlar yüzünden kafamda oluşan yarayı henüz idrak edememiştim. Telefonumun arka cebimden çalındığını ve altın zincirimin boynumdan alındığını da fark etmemiştim. Askerlerden biri, kanı durdurmak için bana büyük bir mendil verdi, diğeri de kendi su şişesini uzattı. Dışarıdaki öfkeli kalabalığı duyabiliyordum. Sonradan biri gazeteci, iki genç adam tanka getirildi. İkisi de fena hâlde yaralıydı. İki saat kadar sonra, memur bizi yakındaki hastaneye götürmeleri için dışarısının güvenli olduğunu söylediğinde hava yeni kararıyordu. Benim yaralarım diğer iki protestocu kadar ağır değildi ve sonradan öğrendiğime göre onlardan daha kötüleri hatta ölümcül yaraları olanlar vardı. Kadınlara ve erkeklere vahşice davranılıyordu. Genç bir kadın, Sally Zahran, Tahrir’e yakın bir yerde uğradığı bir saldırı sonucu beyin kanamasından öldü. Mübarek’in adamları en çirkin yüzlerini göstermişlerdi ve üstüne üstlük kadın protestoculara karşı, tanıdık bir teknik olan cinsel taciz yöntemine de başvurmuşlardı.
O zaman farkında olunmasa da, Mübarekçilerin bu çirkinliği, rejime karşı olan son savaşlarından birini kazanmaları için protestocuların birleşmesini kolaylaştırmış olabilir. 2 Şubat 2011, başka bir “Karanlık Çarşamba” olan 25 Mayıs 2005’i hatırlatıyor. Altı yıl önce o gün, Mısır halkı anayasanın 76. Maddesinin meşhur değişikliğini protesto etmişti. Aynı şimdi olduğu gibi, polis baskıyla karşılık vermişti. Ve yine şimdi olduğu gibi, kadınlar o zaman da cinsel tacizin hedefi olmuşlardı. İnsan hakları kuruluşları kadınların cinsel saldırıya uğradığına dair sayısız rapor hazırladı. Gazetecilerin, avukatların ve tanınan diğer aktivist liderlerin kıyafetleri parçalandı ve herkes iç çamaşırlarına kadar soyuldu.
2005’in Karanlık Çarşamba’sını yine karanlık perşembeler ve pazartesiler izledi. Hileli seçim ve referandumlara karşı yapılan protestolar esnasında üniformalı polislerin ve onlara eşlik eden sivil kıyafetli zorbaların saldırıları her seferinde tekrarlandı. Aciliyet kanunu altında süresiz uzatılabilen ve resmi yasal talimat olmaksızın tutuklamaya kadar varan polis göz altıları, hükümetin aktivistlere yönelik cinsel saldırıda bulunmasının en uygun mekanı hâline geldi. Rejim zorbaları, kadın aktivistlere göz dağı vermek ve onların bir daha asla kamusal alanda yüzlerini göstermemelerini garantiye almak için bu kanunlara güvendiler. Fakat kadınlar ve protestocular tekrar ve tekrar ortaya çıktılar. 2 Şubat’ı takip eden günlerde pek çoğunu Tahrir’de gördüm. Onları orada güçlü ve enerji dolu gördüğümde kazanacağımızı biliyordum, utançtan yüzlerini saklayanların rejim üyeleri olması an meselesiydi. Ayrıca biliyordum ki, Mübarek’in diktatörlüğüne son vererek demokrasiyi getirmeye hayatlarını adamış olan Mısırlı kadın ve erkeklerin sokakları geri almanın yolunu bulmaları son iki haftada değil, uzun yıllar boyu yapılan bir mücadelenin sonucu olacaktı.
Demokrasi hâlâ istek uyandıran bir proje olarak duruyor. Fakat zorbalar utanmış ve korkmuş bir hâlde saklanırken, sokaklar artık bizim.
Notlar: Bu yazı Feminisite.netadresinden alınmıştır.
[1]“Ünlü Muhabir Lara Logan’a Tahrir Meydanı’nda Cinsel Saldırı”, Radikal, 17 Şubat 2011