Yaklaşık dört ay önce BGST içinde başlattığımız kollektif oyunlaştırma bağlamında minimum tiyatro çalışmasının geldiği aşamayı ve anlatı değerlendirme sürecini özetleyen Özgür Çiçek’in “Bir Anlatı Nasıl Değerlendirilir?” başlıklı yazısını sitemizde yayınlamıştık. Bu yazıda da elimizdeki anlatılar içerisinden oyunlaştırma çalışmasında kullanılacak anlatıları nasıl seçtiğimizi anlatmaya çalışacağım.

Kollektif oyunlaştırma çalışması bütün kadronun sorumlu olduğu bir anlatı oluşturma çalışması ile başladı.   Ömer F.Kurhan’ın ‘Kolektif Oyunlaştırmaya Giriş’ adlı makalesinde daha ayrıntılı ifade ettiği üzere anlatı tiyatronun ihtiyaç duyduğu hikâyeyi üretir. Bu nedenle çalışma katılımcıları oyunlaştırmaya değer bulduğu anlatıyı yazılı olarak veya anlatarak kadro ile paylaştı. Bu anlatılar yapılan değerlendirmelerin ardından revize edildi ve hepsi yazılı hale getirildi.

Bunun yanı sıra her çalışmanın başında bedensel ve zihinsel bir hazırlık yapmak için ses-beden-aksiyon çalışmaları yürütüldü. Anlatılar belli bir olgunluğa geldiğinde de, hem anlatıyı test etmek hem de oyunculuk egzersizi amaçlı fiziksel aksiyon ve doğaçlama çalışmaları yapıldı. Şubat ayı itibariyle elimizde üzerine çalışılmış anlatılardan oluşan bir anlatı havuzu vardı ve bizim hangi anlatı üzerinden bir oyunlaştırma çalışması yapacağımıza karar vermemiz gerekiyordu.

Anlatıları önceki süreçte detaylı olarak analiz etmiş ancak “Hangi anlatı üzerinden oyunlaştırma çalışması yapacağımıza nasıl karar vereceğiz?” sorusunu henüz yanıtlayamamıştık. Bu aşamada yaptığımız değerlendirmelerin sezgisel ve subjektif olmaması için yeni değerlendirme kriterleri belirleme ihtiyacı hissettik. Yürütülen tartışmalar sonucunda elimizdeki anlatı havuzundan hangi anlatının oyunlaştırma aşamasına taşınacağına karar vermek için aşağıdaki kriterleri belirledik:

  • Anlatı tematik (ayrımcılık ve toplumsal barış konusu ortak tema olarak belirlenmişti) ve dramaturjik olarak uygun mu?

  • Anlatı kadroda merak uyandırıyor mu? Sahneye konmaya değer bulunuyor mu?

  • Anlatı bir olay örgüsü ima ediyor mu?  

  • Bu olay örgüsü çalışan tiyatrocuların ritminde teatral bir sahnelemeye uygun mu?

  • Anlatı kadro yapısına uygun mu?

Tüm anlatıları yukarıdaki kriterler çerçevesinde değerlendirdik. Sonuçta tek bir anlatı üzerinden bir oyun kurmaya çalışmak yerine, farklı anlatılardaki farklı karakterleri ortak bir kurgu ve dramaturji çerçevesinde bir araya getirme yönünde bir eğilim oluştu. Bu minvalde bir “beyin fırtınası” çalışması yaptık ve Özgür Çiçek’in intikam anlatısının diğer anlatılardan vukuatlar ve tiplemeler  eklenebilecek bir çatı oluşturabileceğine karar verdik.

Bu kararın ardından hem sahne üzerinde hem de masa başında olası kurgu çalışması için hazırlıklara başladık. Kurgu oluşturma üzerine sorumluluk alan daha dar bir kadro yoğun bir masa başı hazırlık çalışması yaptı. Bu sırada kadronun geri kalanı ile pazar günü yapılan uzun çalışmalarda buluşularak kurgunun geldiği aşama üzerine tartışmalar yürütüldü. Eş zamanlı olarak da oyunda yer alacak tiplemeler ve vukuatlar üzerine sahne denemeleri yapıldı.

Gelinen aşamada bir kurgu taslağı oluşturduk ve yaptığımız sahne çalışmalarıyla taslağın olabilirliğini test ediyoruz. Sahneden çıkan malzemeler doğrultusunda da dar bir kadro masabaşı kurgu çalışmalarına devam ediyor.

Çalışmanın nasıl yürütüldüğü ve yapılan tartışmalar hakkında fikir verebileceğini düşündüğüm için birkaç anlatı değerlendirmesini daha ayrıntılı olarak paylaşmak istiyorum.

Senem’in Öğretmen Anlatısı:

Anlatının detaylı hali ekte bulunabilir ancak kısaca özetlemek gerekirse:

“Selin Hanım anaokulu çağındaki oğlu Berk’i Amerika’daki en iyi okullardan birine sokmak için öğretmenlerinden şişirilmiş bir rapor ister. Öğretmenleri gelişimi ortalamanın altında seyreden Berk için böyle bir rapor vermek istemez. Ancak Selin Hanım amacına ulaşmak istemektedir ve devreye okul idaresini sokar. Okul müdürü öğretmenler ve Selin Hanım arasında bir orta yol bulmaya çalışır ancak ilk rapor Selin Hanım’ın istediği gibi olmaz ve Berk Amerika’daki okula kabul edilmez. Durumdan memnun olmayan Selin Hanım devreye yönetim kurulunu sokar ve öğretmenler işten çıkarılır. Bu sırada Berk tüm bu kaos ve hırsların arasında iyice içine kapanmıştır.

  • Anlatı tematik ve dramaturjik olarak uygun mu?

Tematik olarak toplumsal barış ve ayrımcılık meselesi ile doğrudan bir bağ kurulmuyor.

  • Anlatı kadroda merak uyandırıyor mu? Sahneye konmaya değer bulunuyor mu?

‘Toplumsal barış ve ayrımcılık’ temasına uymadığı için bu anlatı üzerinden gidilmemesine karar verildi. Ancak başka bir çalışmada sahneye konabilinecek bir örnek olarak değerlendirildi.

  • Anlatı bir olay örgüsü ima ediyor mu?

Revize edilmiş haliyle anlatıdaki ayırt edici olayların (incident), neden sonuç ilişkisi içinde biraraya getirilmiş olduğu, genel olarak anlatının bir başı, sonu ve finali olduğu tespit edildi. Bu haliyle anlatı bir olay örgüsü ima ediyordu.

  • Bu olay örgüsü çalışan tiyatrocuların ritminde teatral bir sahnelemeye uygun mu?

Episodik anlatıma uygun olan anlatılar daha küçük gruplarla esnek çalışmalar yapmaya olanak sağlaması açısından bizim kadromuz açısında önemli bir yerde duruyor. Bu hali ile episodik bir anlatıma ve çalışan ritminde bir sahnelemeye uygun bir öneriydi.

  • Anlatı kadro yapısına uygun mu?

Anlatıda iki öğretmen, iki idareci ve bir anne olmak üzere beş karakter bulunuyor. Sayı açısından beş oyuncu bulunan kadromuza uygun. Ancak anlatıdaki tiplemelerin çoğu kadın olmasına rağmen kadroda sadece bir kadın oyuncu var. Bu durumda anlatı sahnelenmek istenirse erkek tiplemelere göre akord edilmesi gerekiyor.

Sonuç olarak anlatının, toplumsal barış ve ayrımcılık temasına uygun olmadığı, kadroda yeterli heyecan uyandırmadığı ve kadın tiplemeler üzerine kurulu olduğu için oyunlaştırma aşamasına taşınmamasına karar verildi. Öğretmen tiplemesi başka anlatılar içerisinde kullanılabilir ancak şu anda tek yönlü ve derinleştirilmesi gerekiyor.

Ömer Özdinç’in Nehir anlatısı;

“Karlı bir İstanbul gününde Meral’in doğum sancıları başlar. Meral evde tek başınadır ve kocası kar yüzünden kilitlenen İstanbul trafiğinde mahsur kalmıştır. Apartmanda bütün zillere basar ama mesai saatinde yaşlı bir çiftten başka kimse apartmanda değildir. Yardımına sadece evlerinin önünde kağıt toplayan ve aslında doktor olan Suryeli bir göçmen koşar. Adam kar nedeniyle ulaşım felç olduğu için kadını orada doğurtmak zorunda kalır. Bir süre sonra bebeğin hediyesini getirmek için kapıyı çaldığında ise çocuğun kırkı için toplanılmıştır ve kapı nazikçe yüzüne kapanır.”

  • Anlatı tematik ve dramaturjik olarak uygun mu?

Anlatı orta sınıfın göçmenlere yaptığı ayrımcılığı konu alması bağlamında tematik ve dramaturjik olarak uygun bir hale getirilebilirdi. Ancak bu anlatıda orta sınıfın göçmenlere olan tavrı üzerinden bir tartışma yaptık. Anlatıda kadının kocasının Suriyeli adama olan tavrı çok sert çizilmiş ve orta sınıfın iflah olmazlığını vurgulanmak istenmişti. Ancak bunun fazlasıyla karamsar ve bir ölçüde insanlık dışı bir tavır olduğu tartışıldı. Böyle bir durumda seyircinin tipleme ile herhangi bir empati ilişkisi kurması imkansızlaşıyordu. Ancak Ömer bu tür tiplerle gerçek hayatta sık sık karşılaşabileceğimizi belirtti. Bunu bir tartışma noktası olarak not ettik.

  • Anlatı kadroda merak uyandırıyor mu? Sahneye konmaya değer bulunuyor mu?

Anlatı kadroda genel bir merak uyandırdı ancak nasıl sahneye konacağı ile ilgili bir kaygı oluştu. Ayrıca anlatının bilimselliği üzerine uzun bir tartışma yürütüldü.  

  • Anlatı bir olay örgüsü ima ediyor mu?

Anlatı anlaşılır bir olay örgüsü ima ediyordu ancak sahnelenmek istenirse olay örgüsünün detaylandırılması ve eklemeler yapılması gerekiyordu.

  • Bu olay örgüsü çalışan tiyatrocuların ritminde teatral bir sahnelemeye uygun mu?

Bu anlatıdan bir oyunlaştırma çalışmasına gidilirse, bu haliyle oyunun episodlarından biri olabilir. Sadece bu anlatı kullanılmak istenirse de hikayenin başı, sonu daha detaylı kurularak genişletilmeliydi.

  • Anlatı kadro yapısına uygun mu?

Anlatıda çöpçü, hamile kadın ve kocası olmak üzere üç temel karakter var. Ancak başka tiplemeler eklemeye de uygundu. Bu bağlamda kadro yapısına uygun bir anlatıydı.

Sonuç olarak anlatının seçilen temaya ve kadro yapısına uygun olduğu, bir olay örgüsü ima ettiği, kadroda belli ölçüde bir heyecan uyandırdığı için bir kurgu çerçevesinde faydalanılabilecek bir anlatı olarak değerlendirildi. Ancak sahneye konulacaksa özellikle hamile kadın ve kocası tiplemelerini derinleştirmek ve onların göçmen olan çöpçüye olan tavırlarını inceltmek gerektiği konuşuldu.

Özgür Çiçek’in İntikam anlatısı

Bir balıkçının soğuk mezecisi olan Ali Mutfak artıklarıyla beslediği tekirini, bir üst sokakta oturan gangster bozmasının köpekleri parçalar. Ali kedisini intikamını almak için köpeklere vermek üzere zehirli bir meze hazırlar. Aynı balıkçıda şef garson olan Selahaddin Ali’yi intikam planından vazgeçirmeye çalışırken o gece restauranta gelen emekli asker Koray bey ile karşılaşır. Koray’ın köylerini bombalayan komutan olduğunu anlar ve Ali’nin köpekler için hazırladığı mezeyi servis edip etmeme arasında kalır. Gecenin sonunda Koray ambulansla hastaneye kaldırılır. Sabah olduğunda köpekler restaurant’ın önünde boylu boyunca yatmaktadırlar...

  • Anlatı önceden belirlenen  ‘toplumsal barış ve ayrımcılık’ temasına uygun mu?

Anlatı bu tema ve yapılmak istenen dramaturji ile bağlantılıydı ancak ayrımcılık teması ile doğrudan tematik bir bağ içermiyordu. Yine de hakikatlerle yüzleşmeden toplumsal barış mümkün mü sorusunu gündeme getirdiği için grubun ilgisini çekmişti. Burada özellikle ana öykünün içinde ayrımcılık temasına yönelik eklemeler yapılması da mümkündü. Bu nedenle anlatı üzerine çalışılmaya devam edildi.

  • Anlatı kadroda merak uyandırıyor mu? Sahneye konmaya değer bulunuyor mu?

Diğer anlatıların içinde kadroda en çok heyecan uyandıran ve sahnelenmek istenen anlatı bu oldu. Bunda anlatı boyunca bir merak öğesinin canlı olması ve paralel iki intikam hikayesini konu almasının etkili olabileceği konuşuldu.

  • Anlatı bir olay örgüsü ima ediyor mu?

Anlatı bir olay örgüsü ima ediyordu ancak geçmiş ve geleceği biraz daha detaylandırmak gerekiyordu.

  • Bu olay örgüsü çalışan tiyatrocuların ritminde teatral bir sahnelemeye uygun mu?

Olay öldürme ve intikam alma üzerine olduğu için suç ve ceza tartışmasını gündeme getiriyor ve bu ‘ağır’ bir konu olarak kalabilir endişesi oluşmuştu. Böyle bir anlatıda mizahi bir ton yakalanabilir mi üzerine tartışıldı. Daha gerçeküstü bir üslup yakalanırsa böyle bir sorun oluşmayacağı görüşüne varıldı. Ayrıca anlatı okunduğunda filmografik bir etki yarattığı konuşuldu. Anlatı oyunlaştırma açısından uygun bir yatak sunsa da sahneleme aşamasında yan unsurlara ihtiyaç duyulacağı tartışıldı.

Öykünün bir ana karakter üzerinden ilerliyor oluşunun çalışan tiyatrosu açısından zor olabileceği çekincesi bulunuyor.

  • Anlatı kadro yapısına uygun mu?

Anlatı tipleme eklemeye ve çıkarmaya çok uygun, dolayısıyla her şekilde kadroya uygun hale getirilebilirdi.

EKLER: 

EK 1 Senem’in Öğretmen Anlatısı

Berk görünmez bir çocuktu sınıfta...Onun için kabus gibi geçen bahçeye çıkma hazırlıkları olmasa ögretmenin onu farketmesi neredeyse imkansızdı. Pek konuşmazdı, bir şey sorulduğunda da “bilmiyorum” derdi çoğunlukla. Öğretmeni bahçeye çıkarken montunu giymesini söylediğinde yapamayacağını düşünüp ağlamaya başlardı. Çocuklar yemek yemek için masalara koşturduğunda onca boş sandalyenin içinde Berk yine ağlamaya başlardı: “Peki ben nereye oturacağım?”...Arkadaşlarını izlerdi oyun zamanında. En sevdiği arkadaşlarının yanına sessizce sokulur, onları takip ederdi. Bazen de sınıfta bir kum saatini alır dakikalarca kumların aşağı kayışını izlerdi bir köşede.

İlk veli toplantısında öğretmenleri Berk’le ilgili endişelerini annesi Selin Hanım’a oldukça açık bir şekilde anlatmaya çalışmıştı aslında. Allah için kibar davranmıştı Selin Hanım. Ögretmenlerin söylediklerine hiç olumsuz bir tepki göstermemişti. Hatta hiç tepki göstermemişti, sanki duymamıştı öğretmenlerin söylemek istediklerini.

Selin Hanım: Berk meraklı, gözlem yapmayı çok seven bir çocuk. Konsantrasyonu da çok iyi. Mesela çamaşır makinelerine bayılıyor. En son Ingiltere’den oyuncak bir çamaşır makinesi getirdim ona inanır mısınız karşısına geçip saatlerce izledi onu. Makinenin nasıl çalıştığını çözmeye çalışıyordu kendi zihninde?

Selin Hanım Berk’ın çamaşır makinesinin nasıl çalıştığını çözmek için saatlerce seyrettiğini anlatırken öğretmenin aklından gelişim bozukluğu olan çocukların mekanik aletlere olan takıntısı geçiyordu.

Selin Hanım: Sonra çok sosyal bir çocuk Berk, yeni bir ortama girildiğinde hemen adapte olur. Geçen yaz Amerika’da yaz okuluna gittiğimizde öğretmenler gözlerine inanamadı. Daha ilk gün Berk Amerikalı bir çocuğun elinden tutup “Lets play together” dedi ve beni bırakıp sınıfa koşturdu.

İngilizce Öğretmeni: Şey aslında okulda arkadaşlık kurmakta biraz zorlanıyor. Bizim gözlemlediğimiz kadarıyla şimdilik sadece arkadaşlarının oyunlarını izliyor, aktif olarak katılmıyor ya da arkadaşlarıyla diyalog kurmuyor.

Selin Hanım: Dedim ya çok gözlemci bir çocuktur Berk, çok iyi gözlem yapar. O şimdi gözlemliyor herkesi, size ondan öyle gelmiş. Bakın mesela geçen gün roketlerle ilgili bir belgesel izlemiştik, ertesi gün aynısını çizip getirdi. Nasıl güzel, detaylı çizmiş anlatamam, bunlar hep gözlem yeteneği sayesinde.

İngilizce Öğretmeni: Gerçekten bunu duymak bizi şaşırttı. Çünkü Berk henüz sınıfta tanınabilir bir şekil çizmedi. Genelde tek bir renk kalem kullanıyor ve onunla sayfada gelişi güzel karalamalar yapıyor. Siz evde yaptığı çizimleri bizimle paylaşır mısınız?

Selin Hanım: Tabii paylaşırım, onun sevmediği bir şeyi çizdirmişsinizdir de ondan öyle yapmıştır o. Berk bir süredir özel bir öğretmenle de çalışıyor evde. 20 yıllık çok deneyimli, tecrübeli bir öğretmen. O da Berk’ın çizimlerinden, zekasından çok etkilendiğini söylüyor. Ama çocuklarla nasıl çalışılacağını çok iyi bilen biri, yılların deneyimi tabii, Berkdeki potansiyeli hemen ortaya çıkarıyor.

Türkçe Öğretmeni: Mutlaka birebir çalışmak farklıdır bir çocukla, ama bir çocuğun sınıf topluluğunda neler yaptığı da bize çok şey anlatır. Berk’in özel bir öğretmenden çok oyun oynamaya, sosyal olarak gelişmeye ihtiyacı var aslında. Siz dışarıda çok farklı olduğundan bahsediyorsunuz ama sonuçta biz sınıfta ne görüyorsak onu sizinle paylaşıyoruz.

Ve ağzındaki baklayı çıkardı Selin Hanım:

Selin Hanım: Ben de tam bu konuda sizinle konuşmak istiyordum. Biz önümüzdeki yıl Amerika’ya taşınma kararı aldık. Ve hem Berk hem de büyük kızım için New York’ta Top 10‘deki okullara başvurmaya başladık. Tabii ki bu çok zorlu bir süreç. Çocukları gözlemleyecekler, bazı testler yapacaklar, ve sizin de bazı raporlar doldurmanızı isteyecekler. Siz Berk’i henüz 2-3 aydır tanıyorsunuz tabii ama eminim raporlarını çok güzel dolduracaksınız. Yani bilirsiniz biraz süslü cümleler, daha politik bir dil ve tabii Berk’in henüz bütün potansiyelini kullanmadığını da düşünürsek biraz daha pozitif bir yaklaşım bekliyorum sizden.

Türkçe Öğretmeni: Elimizden geleni yaparız Selin Hanım. Gözlemlediğimiz herşeyi bütün detaylarıyla yazarız hiç merak etmeyin. Ancak görmediğimiz bir şeyi ‘potansiyelini henüz kullanmadığını’ düşünerek yazmamız çok doğru olmaz.

Selin Hanım: Neyse zaten daha vaktimiz var. Ben müdürünüz Nurşen Hanım’la da konuşacağım durumu, o da size bilgi verir zaten.

Pek hoşnut kalmamıştı Selin Hanım toplantıdan. Ne Türkçe konuşan sınıf öğretmeni, ne de Amerikalı İngilizce öğretmeni istediği gibi bir rapor yazmayacak gibiydiler. Tutturmuşlardı  “gözlemlerimiz” diye, niye bu kadar zordu ki onun istediklerini yazmak. Hem çuvalla para ödüyordu o bu okula, bu kadarcık bir şey istemek çok muydu yani. Selin Hanım işini şansa bırakacak bir kadın değildi. Bahsettiği özel öğretmen hergün geliyor, okuldan sonra Berk’la 2-3 saat çalışıyordu, üstelik Ingilizce. O gittikten sonra da bilgisayarda birkaç online test yaptırıyordu çocuğa. Berk’ın dört yaşındaki bedeni çoktan yorgun düşmüştü. Okula uykusuz geliyor, zaten normalde bile oyunlara katılmazken şimdi hepten bir köşede oturup kalıyordu. Üstelik bu “akademik” çalışmalar onun üzerindeki baskıyı hepten arttırmıştı. Hata yapmaktan çok korkuyor ve karşılaştığı en ufak bir meselede hüngür hüngür ağlıyordu. Ögretmenleri birkaç kez annesini arayıp durumdan bahsetseler de Selin Hanım pek oralı olmadı. Onun aklı raporlardaydı. O işi de şansa bırakamazdı. Hemen okul müdüründen bir randevu aldı ve görüşmeye gitti.

Toplantının ardından Müdür Nurşen Hanım öğretmenlerin yanına giderek Berk’ın annesi ile görüştüğünü ve Selin Hanım’ın Berk ile ilgili raporları öğretmenlerin doldurmasını istemediğini, bu nedenle raporları rehberlik öğretmeni ve müdür olarak kendisinin dolduracağını söylediğini. Tabii ki öğretmenlerin görüşünü de alacaktı ama veliden böyle bir istek geldiyse de kırmak olmazdı. Gerçi biraz kızmıştı Nurşen Hanım çünkü öğretmenlere dolaylı olarak söylediği ‘raporu düzeltin’ mesajını Nurşen Hanım’a çok daha açık bir şekilde vermişti. Üstelik Selin Hanım toplantı boyunca okul yönetim kurulu başkanı Reha bey ile yakın ilişkisinden bahsetmiş, Berk iyi bir okula giremezse onun da çok üzüleceğini söyleyerek Nurşen Hanım’a aba altından sopa göstermişti. Nurşen Hanım ögretmenlere böyle bir şeyi asla kabul edemeyeceğini söylese de veliye açıkça “olmaz” dememişti. Üzerinde büyük harflerle “CONFIDENTIAL” yazan rapoları da direk okula postalamak ve veliye açıktan vermek konusunda kararsızdı. Çünkü kendi oğlu da önümüzdeki yıl aynı okulun lise bölümüne başvuracaktı. Bu yüzden vereceği yanlış bir referans oğlunun oraya kabul edilmesine engel olabilirdi. Müdür Nurşen Hanım Berk’in öğretmenleriyle konuşurken:

“Aslında bizden istediğini yapmamız mümkün değil. Düşünsenize biz çocuğa çok iyi referans olacağız sonra çocuğu bir görecekler ki bambaşka. Böyle bir şeyin altına nasıl imzamı atarım. Ya birgün benim çocuğum da o okula başvurursa ne olacak? Ben yanlış referans verirsem benim çocuğumu kabul ederler mi hiç?”

Öğretmenleri bu yorumu çok şaşırmadı, bundan sonra olanlara da. Ne de olsa özel bir şirketti burası, bu da meslek etiğinin modern bir yorumlaması...Öğretmenlerin görüşlerini alsa da, hafiften de şişirmişti raporları Nurşen. Özellikle de okula bu yıl başlayan Amerikalı İngilizce öğretmeninin nasıl bir tepki vereceğini tam kestiremiyor, o yüzden iyileştirmeleri çaktırmadan yapmaya çalışıyordu. Ne de olsa kadın Amerikalıydı ve kendisi de Amerikalı olan okul direktörü ile çok sıkı fıkı bir ilişkisi vardı. Ama çok da iyi bir rapor yazmaya cesaret edemedi. Sonuçta kendi oğlunun geleceği Berk’in geleceğinden daha önemliydi. Gerçekleri yansıtmayan bir raporla kendi repütasyonunu ve dolayısıyla oğlunun başvurusunu riske atamazdı. Raporları çok olumlu yazamadığı için kapalı zarfta okula postalamak istiyordu. Ancak o gün yönetim kurulu başkanı Reha Bey’in telefonun ardından zarfı açık şekilde Selin Hanım’a teslim etmekten başka çaresi olmadığını anladı.  Yine de bir orta yol bulmuştu kendince, daha doğrusu bulmak zorunda kalmıştı, e ne yapsın pozisyonu gereği...Başarısının sırrı da biraz bu değil miydi zaten…İçinde raporları tam olarak şişirememenin verdiği bir huzursuzluk da olsa bu iş bittiği için rahatlamıştı Nurşen. Müdür odasındaki koltuğuna yaslanıp şöyle derin bir nefes aldı.

Öğretmenleri Berk’in günden güne daha da yorulduğunu, yoruldukça okulda yapılanlardan koptuğunu, ve her geçen gün daha çok ağladığını gözlemliyorlardı. Arkadaşlarından da gittikçe uzaklaşan Berk bu yarışın içinde çok yorulmuş ve yorgunluktan yine hastalanmıştı. Annesi okulu arayıp önümüzdeki haftaya kadar okula gelemeyeceğini haber verdi. Çünkü önümüzdeki hafta yine Amerika’ya gideceklerdi. Bu defa başka bir okulun görüşmesine katılacaklardı. Berk’e de çok önemli bir test yapacaklardı. O zamana kadar kendini toparlaması lazımdı. Onun için evde kalacak ve  bu süre içinde özel öğretmeni ile bire bir çalışacaktı.

Selin Hanım Nurşen Hanım’dan aldığı raporlarla başvuru sürecini tamamladı. Ancak o raporlar okulun çocukla yaptığı görüşmelerle birleşince Berk’in iyi bir okula kabul edilmesi imkansız hale gelmişti. Kabul edilmedi de…Onca emek çaba, ayda bir yapılan Amerika seyahatleri hepsi boşa gitti. Üstelik bu başvuru sürecinden herkesi haberi vardı, Berk gibi “zeki” bir çocuğun kabul edilmemesini insanlara nasıl açıklayacaktı Selin Hanım.

Ama Selin Hanım başarısızlığı öylece kabul edecek değildi. Okulun hazırladığı raporun olduğu dosyanın arkasına kendi özel öğretmenlerinin son derece “tarafsız” olarak yazdığı raporu ekledi ve okulun yönetim kurulu ile bir toplantıya katıldı. Yönetim Kurulu Başkanı Reha bey arkadaşı Selin Hanım’ın bu kadar üzülmesine çok sinirlendi. Üstelik Reha Bey Selin Hanım’ın aile şirketinde de yönetim kurulundaydı ve bu ilişkinin bozulmasını istemiyordu.

Reha Bey okul müdüresi Nurşen Hanım’ı acil toplantıya çağırdı. Nurşen Hanım Selin Hanım’ın Reha Bey için bu kadar önemli olduğunu kestirememişti. Toplantı da konuyu nasıl kıvıracağını şaşırdı. Sonunda çareyi Berk’in öğretmenlerinin kendisini yanılttığını söylemek de buldu…

Ertesi gün Berk’in öğretmenleri Nurşen Hanım’dan bir önceki gece geç saatlerde gönderilen toplantı isteğini görünce ters bir şeyler olduğunu anladı. Üstelik toplantı okul çıkış saatinde planlanmıştı. Genelde Cuma mesai bitiminde yapılan toplantılar pek hayr-ı alamet olmazdı.

Toplantı çıkışında iki öğretmen de şok olmuş şekilde ellerinde iş sözleşmelerinin dönem sonu itibariyle fesh edildiği belgesiyle öylece kalakaldılar.

EK 2 Ömer’in Nehir Anlatısı

Soğuk bir Şubat hafta sonuydu. Kar birkaç gün önce gelmişti İstanbul’a. Hafta sonu da kalacak gibiydi. Hava muhalefetine rağmen, ablası Esra’nın müthiş organizasyon kabiliyeti sayesinde bir araya gelinmişti. Kimler mi? Meral’in sevdikleri, kuzenleri, akranları, arkadaşları... Meral’e de sürpriz olmuştu, bu babyshower partisi. Yeni anne adayına moral partisi. Her ne kadar aile içinde bu nedir, nedendir diye mırın kırın edenler de olsa, birlikte olmak her şeyi unutturmuştu anlaşılan. Artık bu kutlamayı herkes yapıyordu, herkesler. Yakın çevredeki herkes. Babyshower. Velhasıl, yakındaki doğuma büyük moral olmuştu. Kekler, börekler, kısır, kurabiyeler... Tatlılar, tuzlular... Rengarenk şekerlemeler, sürpriz kutularda hediyeler... Oyunlar oynandı; küçük Nehir için kilo tahmini, boy tahmini, doğacağı saat tahmini... Burcu, yükseleni. Göz rengi ne olur, baskın, çekinik genler. Anneye mi çekecek, babaya mı çekecekler. Hangi hastanede hangi doktor? Süit oda var mı? Falanlar filanlar. Bol bol fotoğraf çekildi, anında sosyal medyada paylaşıldı, aynı poz için like yarışması bile yapıldı, çok çok like alındı. Karın iyiden iyiye bastırmasıyla evi uzakta olan bir grup uğurlandı. Ardından ikinci bir grup daha, daha yaşlılar. En son, yakın, evleri de yakın arkadaşlar biraz daha kalalım dediler. Sohbet alttan ısıtmalı balkonda devam etti. İkinci kattaki balkon, Mecidiyeköy’ün dar sokaklarındaki nadir parklardan birine bakıyordu. Park, yazın gündüz keyifli bir yerken hava kararmaya başlayınca biraz ürkütücü olabiliyordu. Kışın ise, hele ki bu soğukta ve de akşama doğru ise kimsecikleri göremezdiniz. Bir kişi hariç. Çöp tenekelerinden kağıt toplayan yaşı geçkin esmer bir adam. Belli ki, işini gayet titiz yapıyordu. Uzun bir süre donmuş karton kutuları eğip bükmekle uğraştı. Sıraladı, ayrıştırdı. Katladı, büyükçe tekerlekli hasır çuvalına koydu. Sığmadı, tekrar koydu. Meral fark etmişti; Irmak için alınan mobilyaların dün akşam atılan karton kutularıydı uğraştığı. Balkondakiler, laf kalabalığı içinde adamı seyre dalmışlardı. Uğraşmasına değecek diye düşündü, Meral. - Epey bir kutu var. Sessizliği bozan Meral oldu, devamını diğerleri getirdi. - Sahi bebekten sonra burada mı oturacaksınız? - Buralar bizler için merkezi de çocuklar için zor arkadaşım. - E, karşın park işte. - Kız akşamları bonzai çekiyorlarmış orada. - Deme, bizim orada da alt mahalleden gençler geliyor, ben bu halimle çıkmaya korkuyorum. - Kız siz siteye geçmediniz mi Ümraniye’de? - Site içi güvenlikli, kameralı, 24 saat izleniyor. Gözler hala adamın üzerinde. - Bu adam buraya mı bakıyor - Yok abla, her akşam çöp arabası gelmeden gelir bu adam, kartonları falan toplar. - Aman ne bileyim, it kopuk eksik olmuyor sokaklarda. Muhabbet uzadı gitti. Laf yeni yeni projelerden açıldı. Güvenlikli siteler, 24 saat gözlenen kameralı daireler, çocuklar için güvenli parklar, alınacak krediler… Aldı mı herkesi bir gelecek kaygısı. Daha fazla çalışmamız gerek, diye diye herkes sabırsızlanmaya başlamıştı çoktan. Kar da iyice bastırdı, tipiye döndü. Göz gözü görmüyor. Yollar da kapanırsa korkusu herkesi bir anda çil yavrusu gibi dağıttı. Meral pencereden arkadaşlarını uğurlarken, gözü kağıt toplayan adama takıldı. Pencereyi sıkıca kapadı, perdeleri çekti. Kapının sürgüsünü bir kere daha kontrol etti. Saate baktı. Geç olmuştu. Oğuz’dan gelen mesaj: ‘Hayatım yollar kilit, şarjım az, öptüm’. Hiç şaşırmadım diye düşündü. Derken kasığına bir sancı girdi. Bir tane daha. Derken bir tane daha. Meral hemen saatini yanına aldı. 10 dakika içinde 3 kez girip 45 saniye devam eden sancılardan değilse bu, yalancı sancılardı. Yoo, bunlar basbayağı gerçek doğum sancıları. Kalbi daha hızlı atmaya başladı. Sırasıyla yapacaklarını düşünmeye çalıştı. Ama hepsi birbirine girdi. Oğuz’u aradı. Oğuz gelmek üzere olduğunu, doktorunu aramasını söyledi. Doktorunu aradı, lanet adam açmadı. En yakın hastane. En hızlı taksi durağı. Ambulans. Ablası Esra’yı mı, annesini mi arasa. Yoo hayır, paniğe gerek yok. Rahatla, nefes al nefes ver. Rahatla. Eee sonra. Sessizlik. Sessizlik. Eyvah, suyum geldi. Bir çığlık. Bir daha. Aman ne çığlık. Hayatında ilk defa, bu kadar güçlü. Duymuş mudur ki komşuları. Taksiyi aradı. Taksi yok. 155’i aradı, polis imdat. Yanlış oldu. Hızır aciiiiil. Beklemeye başladı. Ambulans sesi geldi gelecek. Geldi gelecek. Ama ya gelmezse. Gelmezse evde mi doğuracak, nasıl olacak. Yapamazdı ki. Ağır ağır kapıya yöneldi. Ya doğum başlarsa. Bir an önce kendini dışarı atmalıydı. Attı da. Bir çığlık, bir çığlık daha. Apartmanda kimsecikler yok, zaten olmazdı ki. İki senedir, ne bir selam ne bir sabah. Kimse yaşamıyordu sanki. Alt kata kadar merdivenlerde çığlıkları koy verdi, inmeyi başardı ama. Dış kapıyı gördü, ta sonunda. Işığı gördü. En azından kendini dışarı atmalıydı. Biri görür de belki. Kapıya yapıştı. Bağırış çağırış. İstanbul’un en kalabalık orta yerinde. Dağ başı değildi ya. Bir insan gölgesi karşıda. Yolun karşısında. Aynı esnada, kağıt toplayan adam arabasına kartonları iyice istiflemiş, keyifle son bir manevra yapıyordu. Durdu. Cebine elini attı, bir sigara bir kibrit. Çaktı. Derin bi nefes çekti. Bir insan gölgesi karşıda. Yolun karşısında, apartman girişinde. Can havliyle el kol hareketleri. Allah allah. Kadın düştü. Adam koştu. Kapı kapalı. Kadın hareketsiz yere yığılmış. Zillere bastı birer birer. Suriyeliler diyen oldu. Bir şeyler söylüyordu, belli ki. Farklı bir dilde. Mırın kırın edenler. Bekledi, bekledi. Otomatiğe basan olmadı. O ha diyen de çıktı megafondan: adam, İngilizce dileniyor. Oha ki ne oha. Bizim adam dilsiz, çaresiz. Kızdıkça kızıyordu, kapıyı tekmeliyordu. Nerdeyse cam kırılacaktı. Sonunda giriş katın kapısı açıldı. İki ihtiyar. Yeter yeter diye çıkmışlardı dışarı. Birbirinden güç alarak, kızgın mı kızgın. Bizimkinin parmağı uyuşmuştu. Anladı ki parmağını basılı unuttuğu 1 numaraydı. Çekti parmağını. İhtiyar çift hamile bir kadını yerde, esmer bir adamı kapının dışında gördü. Korktular. Çok ciddi korktular. Durdular, duramadılar, tekrar eve girdiler. Sessizlik, çaresizlik. Ve bir çığlık, bir çığlık daha. Meral kendine gelir gibi oldu. Kapının düğmesine ancak basmayı başardı. Adam girdi içeri. Bir çığlık, bir ağrı, bir çığlık daha. Esmer adam, nabzını yokladı. İngilizce bir kaç kelam etti. Meral, doğuruyorum diyebildi. Tüm gücünü topladı: ‘Huzur apartmanı, nerdesin be, duyan yok mu?’ diye inletti apartmanı. Calm down! hot water! Hot water! Oh no: ı am dying. İhtiyar çift durdular duramadılar. Açtılar kapıyı. Sessizce, kafalarını kapıdan uzattılar ki ne görsünler. Adam içeri girmiş, kadının ayaklarını kaldırıyor havaya. Eyvah! Hem de hamile. Eyvah eyvah! Herhalde ecnebi. Derken ecnebi olan, kıvraklığıyla atıldı ihtiyarların kapısına, doğru mutfağa. Bakakaldılar ihtiyarlar. Adam, muslukla uğraşıyor, elini devamlı sabunluyordu. Donakalmış ihtiyarların çözülmesi sürdü biraz. Evvet, adam sıcak su hazırlıyordu, belli oldu ne yapmaya çalıştığı. Doğurtacak. Anlayan gözlerle yaşlı teyzenin, yaşlı amcayı hizaya getirmesi zor olmadı. Sancılar artıyordu. Çığlık, bir çığlık daha. Esmer adam, baktı ki apartman girişinde olmayacak, yer uygun değil. Meral’i tuttu, yaşlı çiftin evine taşıdı. Taşımaya çalıştı daha doğrusu. Kapının ağzına ancak getirebildi. İki ihtiyar yardım etmek istedi ama ellerinden bir şey gelmedi. Sancı, çığlık, bağrış, çığrış... Nehir bebek geliyor, gelecek derken en sonunda geldi. Bebek ağlaması, yanık yanık. Oğuz geldi üstüne. Yerde Meral, kucağında bebek. Başucunda esmer kağıt toplayıcısı. Gözler yaşlı, ama mutluluktan uçmakta olan iki ihtiyar. Arkadan da ambulans sesleri. *** Güneşli bir bahar günü. Soğuklar geride kalmış, mevsim bahara dönmüştü. Nehir bebeğin kırkı zamanı. Anneler, babalar, kayın anneler, kayın babalar, büyükler, küçükler, tüm akrabalar, herkesler evdeydiler. Ve artık dağılma vaktiydi. Analı babalı güzel yaşlara, dualarla, temennilerle ayrıldılar. Kalan en büyüklerdi. Kapı çalındı. Herhalde, bir şeyler unuttu birisi. Kırk esnasında kapı dışarı edilmiş, dışarda vale yapmış Oğuz, evin sahibi olduğunu hatırlatır bir özgüvenle kapıyı açtı. Karşısında bir adam. Bir yerden tanıdık gelen bir adam. -Buyrun. -Hello. I am eslam salama. Sessizlik. -Remember. At the birth time. -Yes, ı remember. What a nice surprise. How do you do? Giyimi kuşamıyla kağıt toplayıcısı adamla uzaktan yakından ilgisi yoktu. Anlaşılan bu özel gün içindi. -Fine. Mother, how is mother? Also baby. -Good, fine. Adam içeri girmek için zaten davet beklemiyordu, ama en azından anneyi görmek istiyordu. Şöyle bir içeri küçücük yöneldi, yönelimi kapının yavaşça gıcırtısına tosladı. Mesaj netti. Elindeki hediye paketini uzattı. -Congrulatations. Oğuz, şaşkınlıkla, biraz da mahcup açtı hediyeyi. El yapımı bir flüt. -This is my first flüte. I played while my daughters were sleeping. So sleeping well. -Now? -This is yours. Because... Sessizlik. -No news? I am sorry. Dedi Oğuz, ne yapacağını bilemez halde. Yutkundu. -Teşekkürler. Oğuz, elini cebine attı, para verecekti. Borçlu kalmayı hiç sevmezdi. Adam bu durumu anladığında çok net bir hayır dedi. Üstelik biraz alınmıştı da. Sanki para istemeye gelmiş gibi. Derken kapı kapandı. Elinde flütle Oğuz kalakaldı, misafirlerin ortasında. Hikayeyi bilenler de vardı, bilmeyenler de. -Aa ne güzel flüt. -Nerden çıktı şimdi bu? -Kimden geldi? -Sabunla yıka iyice, sıcak su kaynat içine koy, mikropludur o. Meral anlamıştı, gelenin esmer adam olduğunu. Flütü Oğuz’un elinden aldı ve bebeğin odasına gitti. Bilenler bilmeyenlere anlatmadılar.



EK 3 Özgür’ün İntikam Anlatısı

Zıpkın’ın soğuk mezecisi Ali. Soğuk, lanet bir adam. Konuşması, muhabbeti hak getire. Tarabyaüstün’de, kirada, yalnız... Hergün sahile kadar yürüyor, 42T ile Arvavutköy... Balıkçıya geliyor, işini görüyor; gidiyor. Evlenmemiş.  Bir yandan içiyor, bir yandan meze yapıyor. Patron biliyor iş başında içtiğini. Ama Rum işi yaptığı mezeler; sesini çıkarmıyor. Mezesi aranan, müşteri çeken adamlardan Ali.

Kimse yanına yaklaşamıyor iki gündür. Komiler, garsonlar semtine uğramıyor. Ali geliyor balıkçıya, oturuyor sadece. Patron, altı ay önce açtığı, üç aydır dikiş tutturduğu işyerinin tadını kaçırmasın diye birkaç gün izin vermek istiyor. Nafile.

Mutfak artıklarıyla beslediği tekirini, iki gün önce bir üst sokakta oturan gangster bozmasının köpekleri parçaladı. Dükkanı açmaya gelen Salahaddin eşikte can çekişirken buldu hayvanı. Köpekler hala oradaydı, pençeleri ile ağır yaraladıkları hayvanı dürtüklüyor, birbirlerine hırlıyorlardı. Salahaddin’i görünce tüydüler olay mahalinden. Ali dükkana geldiğinde daha ölmemişti tekir. O buz gibi adam, oturdu kedinin başında, saatlerce hayvanın canının çıkmasını bekledi. Kedi kendi kendine ölünce götürdü, sahildeki Arnavutköy Çocuk Parkı’na gömdü.

Sonra yine buz, ki ne buz...

İki gün sonra komiyi yanına çağırana kadar ağzını bıçak açmadı.

“Konuştu mu sonunda?”

“Konuştu Salahaddin Abi.”

“Ne dedi?”

“Git bana arsenik al, gel” dedi.

“Sen ne dedin?”

“Nerden bulucam abi arseniği” dedim.

“Eeee..”

“Kimya depolarından bulursun.” dedi.

“Eminönünde sürüyle var.”

“O da öyle söyledi. Verirler mi ki bana?”

“Tarım ilacını sorgusuz sualsiz veriyorlar. Köpekleri mi zehirleyecekmiş?”

“Aynen. Ali Abi, boşver, o adama bulaşmaya gelmez” dedim.

“İyi demişsin. Ne cevap verdi?”

“Baktı sadece. Zehir gibi baktı. Hiç bi şey demedi, Selahaddin Abi.”

*

Selahaddin...

Sahne adıyla, Selahaddin Bey... Garson. Temiz yüzlü. Bıyıklı. Güzel, koyun gözlü. Nazik bir adam. Servisi, müşteri ile ilişkisi iyi. Etliye sütlüye bulaşmaz, halim selim bir insan evladı. Şırnaklı. 33 yaşında. Bulaşıkçılık, komilik derken meslekte yükseleceği en yüksek noktanın, şef garsonluğun bir alt basamağına, garsonluğa kadar tırmandı. 20 yıldır mutfakla masalar arasında geçiyor hayatı. Antalyalı çok yakın bir arkadaşı vesile oldu balıkçılarda çalışmasına. Kebapçılardan ve çoğu hemşehrisi olan patronlarından böylece kurtardı yakayı.

Altı ay önce Selahaddin Arnavutköy sahiline yeni bir mekanın açılacağını öğrenince yeğeni Metin’i de çağırdı. Beraber çalışıyorlar. Yeğeni dediysek, Metin Selahaddin’den dört yaş küçük. Azıcık kalan yakın akrabaların bir bölümü Diyarbakır merkezde, Bağlar’da kaldı. Selahaddin ve Metin ise birbirlerine tutundu, İstanbul’un yolunu tuttu. Uzak akrabaları olan köylülerinin yanına Esenler’e sığındıklarında biri 10 diğeri 13 yaşındaydı.

“Uçaklar mı?”

“Uçaklar”

“Herşey mi?”

“Herşey!”

“Sonra?”

“Sonra gelip köyü taradılar.”

“Kim kaldı köyde?”

“Kimse!”

“Siz nasıl kurtuldunuz?”

“Tarlaları suluyorduk. Köyde değildik. Uçaklar geldi. Uçaklardan sonra asker köye girdi. Saklandık. Başlarındaki emir verdi. Taradılar… Seyrettik… Ertesi gün, gittik… Gördük herşeyi. ”

“Herşey mi?”

“Herşey!”

“Dayım?”

“Babamı sağdı uçaklardan sonra. Asker vurdu çeşmenin orda.”

“Yengem?”

“Bahçedeydi gittiğimizde. Tandırın yanında.”

“…”

“…”

“Hoş geldiniz.”

“Hoş bulduk.”

*

Metin kapıda karşıladı müşterileri.

“Hoş geldiniz.”

“Hoş bulduk. Bizim rezervasyonumuz vardı. Sunel Özdemir adına.”

“Bu taraftan buyrun.”

Sunel Hanım ve kız kardeşi için iki kişilik masa. Ardından Taki Bey geldi. Yanında Yunanistan’dan misafirleri. Rumca Türkçe karışık konuşmaya başladılar. Gelenler de buradan göçmüş belli ki. Onlar da deniz tarafında bir masaya geçtiler. Otuzlarının başında bir çift geldi sonra. El ele. Diğer ellerde akıllı telefonlar. Evlilik yıldönümleri. Çocuğu anneanneye bırakmışlar galiba. Kadın masaya otururken annesini aradı, ufaklığın uykudan önceki son öğününü hatırlattı.

Balıkçı yavaş yavaş dolmaya başlamıştı. Oturanlar, erken kalkanlar. Kaldırılan masa örtüleri.  Sigara yakanlar. Dolgun bahşiş ile gülümseyen yüzler. Teşekkürler. Anason kokusuna karışan sohbetler. Kahkahalar. Kalabalığın ortasında konuşacak konu bulamayanlar… Ve Mezeler…

Ali hayata dönmüştü sonunda. Komi arseniği getirdikten sonra köpeklerin ağzına layık bir meze hazırlamıştı. Komi vazgeçirmeye çalıştıysa da dinlemedi, mezeyi özenle raflara kaldırdı ve topik yapmak için soğan kavurmaya başladı. Eskisinden daha keyifli çalıştığı söylenebilirdi.

“Islık bile çalıyo.”

“Valla beni dinlemedi Selahaddin Abi. Bi de sen konuş istersen!”

“Mezeyi ne yaptı?”

“Rafa kaldırdı. Biraz dinlensin daha lezzetli olacak” dedi.

“İster misin, yanlışlıkla müşterilere verelim.”

Güldü komi. İşinin başına döndü.

Selahaddin’in aklından geçmedi değil Ali ile konuşmak. Mafyatik bir adamdı köpeklerin sahibi. Ama konuşmasının Ali’ye kar etmeyeceğini kestirebiliyordu. Bir yandan da hak veriyordu. Köpekler, sahiplerinin hoyratlığını taklid edercesine sahilde saldırmadık kedi, köpek bırakmamışlardı. Daha geçen hafta bir sokak köpeğini fena bezetmişlerdi. Acımıştı Selahhaddin hayvanın haline. Köşedeki bakkal hayvana sahip çıkmış, veterinere götürmüştü. Vazgeçti Ali’yle konuşmaktan. Hatta köpeklerin cavlağı çekmiş sokak ortasında yatan hali gözünün önüne geldikçe mutlu bile oluyordu. İşinin başına döndü. Taki Bey hesabı istemişti.

Mutfağa tekrar döndüğünde uzaktan Metin ilişti gözüne. Bütün koşturmacanın ortasında durmuştu. Duruyordu. Öylece. Hareket etmeden. Kıpırdamadan…

“Şişte dil, iki levrek, kalkan…”

“…”

“Alsana oğlum şunları!”

“…”

“Hooooppp!”

“…”

Selahaddin, aşçının seslenişini duymayan Metin’in kolunu sarstı.

“Metin!”

“…”

“Çawa yi?”

Yüzü, gözleri farklıydı, farklı bakıyordu.

Aşçının bir sonraki siparişi yetiştirmekten başka derdi yoktu:

“Ulan, alsanıza şu balığı!”

Selahaddin balığı aldı. Metin’i kenara çekti, kürtçe sordu:

“Ne oldu?”

Metin fısıltıyla konuştu.

“Komutan burada!”

“Ne komutanı, hangi komutan?”

“O komutan!”

*

“Emredersiniz komutanım” dedi, İrem dalga geçerek. Bardağına rakı doldurmayı bıraktı.

“Kızım bunun bi haddi, hududu var. O kadar rakı koyulur mu? Çarpar adamı. Alışkın değilsin sen.”

“Ne biliyorsun alışkın olmadığımı.”

Koray Bey, karısı Şermin Hanımla bakıştı bir an.

Eşi görevdeyken, bir iki kez eve arkadaşları tarafından zil zurna bir halde bırakılmışlığı olan İrem’in zıpırlığıyla güzelim geceyi mahvetmesine izin vermeyecekti, Şermin Hanım.

“İçmez benim kızım Koray. Damarına basıyo senin. Şimdi Almanya’ya mastera gidecek ya. Ben oralarda ne haltlar ederim kimbilir, diye içine kurt düşürmeye çalışıyo.”

Ablasının yalnız içki değil, esrar da içtiğini bilseydi, yine böyle mi davranırdı annesi? Ablasının zırvalamasını, annesinin manipülasyonunu, babasının altı kof muktedir halini keyifle seyreden Meltem, konuyu değiştirdi.

“İşte getirdiler sonunda.”

Selahaddin, sanki kendisini tanıma ihtimali varmış gibi, Koray’dan yüzünü sakınarak koydu yemeği masaya. Masadakilerin tabaklarına yerleştirdi balıkları.

İşini bitirirken, emin olmak için göz ucuyla Koraya bakıyordu ki…

“Var mıymış?” dedi, birden Koray.

Kalakaldı Selahaddin.

“Korkuttun adamcağızı, Koray” diye güldü Şermin, eşinin pederşahi haliyle övünerek.

Selahaddin’e zaman kazandırdı böylece.

“Ne varmıymış efendim?”

“Yeşil Efe!”

“…”

“Yahu bunların birbirinden haberi yok. Az önceki garsona “bu rakıyı değiştir” dedim. Söylemedi mi sana?”

“Garson arkadaş biraz rahatsızlandı, söylemeyi unuttu herhalde efendim”.

“Tamam, tamam. O zaman sen hallediver. Şu şişeyi al, Yeşif Efe getir bize.”

“Baş üstüne efendim. Başka bir isteğiniz.”

“Kızlar? Söyleyeyim mi ortaya biraz daha meze.”

“Ay Koraycığım, iyice pisboğazlığın tuttu senin de. Bize nisbet mi yapıyorsun ayol. Rejimdeyiz biz.”

“Yahu bozun şu rejimi bir günlüğüne, ne olur yani. Balığın yağından tuzuna bir araba soru sordunuz. Tutturmuşsunuz bir Karatay… Ne var bu kadında anlamıyorum. O karıda akıl olsa kendini dolandırtmazdı.”

“Ne alaka baba… Kadıncağız boş bulunmuş dolandırılmış işte. Herkesin başına gelir. Üstelik karı diye aşağılamazsan koskoca profesörü...”

“Söyle kızım söyle!”

Koray Bey kavgayı ters bir savaş manevrasıyla tatlıya bağlama hamlesi yaptı.

“Kendi de profesör olacak ya, ondan savunuyo..”

Akademisyen kızı zevkle gevşeyip yelkenleri suya indirmişti işte. Zaferin tadını çıkarmasını küçük kızı engelledi.

“Baba adamcağız seni bekliyo iki saattir. Söyleyecek misin birşey?”

Koray Bey, başında bekleyen Selahaddin’e döndü.

“Yap işte birşeyler ortaya.” dedikten sonra bir an hesabı ödeyen Koray geldi gözünün önüne.

“Tek kişilik olsun!” diye ekledi hızlıca.

*

“Odur” dedi, Selahaddin Metin’in yanına geldiğinde.

Biraz ötedeki Ali, komiye seslendi. “Git bak bakalım, salmışlar mı şu it oğlu itleri.”

Aşçı başka bir garsona seslendi: “İki porsiyon tekir.”

Metin sordu: “Ne yapacağız?”

Selahaddin acı acı güldü: “Ne gelir ki, elimizden”

Komi geldi. “Salmamışlar daha Ali Abi” dedi.

Ali, başka bi hayvan yemesin diye hazırladığı mezeyi koymak istemiyordu ortalığa.

Komi son kez şansını denedi:

“Boşver be Ali Abi, Allahtan bulsunlar. Başın derde girecek yok yere!”

“Yok yere mi! Ulan senden, benden daha değerliydi o tekir. Kime, ne zararı vardı? O it oğlu itler gelip beni parçalasaydı, ikisini de öldürmezmiydin? Kediyi parçalayınca niye Allah’a havale ediyosun peki!”

“Abicim, alt tarafı bi sokak tekiri” diyemedi komi. “Affetmek büyüklüktendir.” diye bi cümle yumurtladı.

“Nerden öğreniyorsunuz bu lafları. Hangi cami imamı kulağınıza üfürüyo… “Sağ yanağına vurana sol yanağını çevir” de dersin sen. Bak benden sana öğüt. Öç alma fırsatı varsa elinde, mutlaka al. Allah bu puştların cezasını verecek olsaydı, çoktan verirdi.”

“Tövbe de, abi.”

“Ne tövbesi lan. Meyhanede çalışıyosun oğlum sen. Kerhaneden bi farkı yok buranın dinen. Hala bana tövbe mi diyosun?”

“Yeşil Efe!” dedi, dolaptan çıkardığı rakı şişesini Selahaddin’e uzatan bir çalışan.

Selahaddin, “Şunu bırakayım, geliyorum” diyerek gitti.

*

Koray Bey, hafiften neşesini bulmuş şarkı söylüyordu.

“Seni ben unutmak istemedim kiiiiiii”

Selahaddin rakıyı masaya koydu. Koray Bey’in neşesi iyiden iyiye yerine gelmişti.

“Seneler geçse de, seven unutmaz… Seni unutsaydım, bekler miydim hiç? Bir derdime bin dert ekler miyidim hiç? Bu sonsuz hasreti kalbime koyup, bir ömür boyu ahhhhh bekler miydim hiç?”

Selahaddin bardaklara rakı koyarken Koray, azıcık çakırkeyfliğinde etkisiyle sordu:

“Yahu, ben seni bir yerden tanıyor muyum?”

“Yok efendim.”

“Valla çok tanıdık geliyorsun.”

“Benzetmiş olacaksınız.”

“Belki de.. Askerliği nerede yapmıştın?”

“Kastamonu’da”

“Hımmm. Bu kadar memleket dolaştım, hiç Kastamonu’ya yolum düşmedi. Nerelisin?”

“…”

“Dur söyleme. Doğulusun!”

“Evet efendim”

“Koray, bıraksana adamcağızın yakasını. İşi gücü var insanların.”

“Sohbet ediyoruz şurda, Şermin. Demek doğulusun. Hakkari?”

“Hayır.”

“Diyarbakır”

“Değil.”

“Batman?”

“Vanlıyım ben.” diyerek yalan söyledi, Selahaddin.

“Vallahi dilimin ucundaydı. Çok bulundum ben doğuda. Van’a da bir iki sefer gelmişliğim var. Vanlıyam, şanlıyam, kılıcı kanlıyam”

“Doğrudur efendim.”

“Bak Şermin, biliyoruz da konuşuyoruz. Zor bir dönemde oradaydım. Neler yaşadık neler. Tabii üzücü şeyler de oldu.”

Bu konu hakkında pek konuşmayan Koray’ın çakırkeyf halinden faydalanmak istedi İrem.

“Ne gibi baba?”

“Canım siyaseten yanlış kararlardan bahsediyorum. Şimdi biz kalkmış, bunun dilini yasaklamışsız. Olmaz tabii. Hangi çağda yaşıyoruz. Ama inan bana cansiperhane bir mücadele verdik doğuda.”

“Biliyoruz efendim” dedi, Selahaddin.

Şermin Hanım, yaklaşan tehlikeyi gördü; kocasının sınıfsal pozisyonunu unutup garsonla asker anılarına doğru yelken açacak olma ihtimalini bir çırpıda bertaraf etti.

“Koray Bey’in mezeleri nerede kaldı? Adamcağız sade rakı içiyor. Bir an evvel getirir misiniz?” Cümlenin sonuna “Teşekkürler” eklemeyi de ihmal etmedi.

*

Selahaddin mutfağa döndüğünde Metin bir parça kendine gelmişti.

“Ne konuştunuz?”

“Cansiperhane bir mücadele vermişler.”

“Biliyoruz” dedi, Metin.

“Adam için meze istediler” dedi, Selahaddin.

O sırada komi dışarıdan dönüp Ali’ye rapor verdi.

“Hala salmamışlar abi köpekleri.”

“Yazık olacak diye korkuyorum güzelim mezeye” dedi Ali.

Metin yavaşça yaklaşıp Selahaddine “Ali’nin yaptığı mezeyi verelim.”

Selahaddin irkildi.

“Çoluğu çocuğu da var masada.”

“Köyde kaç kişi vardı peki?”

“Bulurlar bizi.”

“Bulamazlar. Ali anlattı. Anlaşılmıyormuş bu zehir. Bulamıyorlarmış. İnternetten bakmış.”

“Delirdin mi sen! Karısıyla çocuklarının ne günahı var?”

“Annenle babanın ne günahı vardı? Uçaklar bombaladı köyü? Ne günahımız vardı?”

“Adam emir kulu!”

“Babayı o vurdu çeşme başında. Sen de gördün!”

“…”

“Sen söyledin. Mezeyi adam için istiyorlarmış.”

“Ya uzanıp tadına bakarsa çoluğu çocuğu. Bulurlar bizim yaptığımızı.”

“Bulsalar ne olur. Yanlışlıkla götürdük mezeyi deriz.”

“İnanmazlar!”

“İnanırlar! Nerden bilecekler bizim neden yaptığımızı? Bizi suçlarlarsa onların suçu açığa çıkar.”

“Onların suçu açığa çıkmaz Metin!”

“Ben de onu diyorum. Onların suçu hiç açığa çıkmayacak! Bir daha bulamayız böyle fırsatı.”

*

Görevliler Koray Bey’i ambulansa bindirken, Şermin Hanım’ın beti benzi artmıştı. Meltem, en ufakları olmasına rağmen ablası ve annesini sakinleştirmeye çalışıyordu. Zıpkın neredeyse boşalmış, kapıya çıkmıştı. Salahaddin ve Metin bir az ilerde olan biteni seyrediyordu.

*

Sabaha karşıydı.

Kaldırıldığı hastanede yoğun bakım odasından çıkan doktor, Şermin Hanım’ı teselli ediyordu.

“Geçmiş olsun. Durumu stabil.”

Şermin Hanım, sonunda rahat bir nefes aldı. Kalp krizi geçiren kimi kimseleri de yoktu halbuki.

Aynı anda, Arnavutköy sahilinde;

İki doberman kaldırımda boylu boyunca uzanmış yatıyordu.

Ali gün doğumundan önceki serin havayı ciğerlerine çekerek Bebek’e doğru yürüyordu.

Yanından İstinye Dereiçi’nin ilk otobüsüne binmiş Selahaddin ile Metin geçiyordu.

Biri erken kalkmış bisiklete biniyordu.

Güneş yavaş yavaş doğuyordu.