Yargının Siyasallaşması Meselesinde AKP İktidarı Tecrübesi

AKP, siyasal iktidar sahnesine çıktığından bu yana, kısaca iktidar olma, iktidarda kalma ve sonrasında iktidarını korumak için devlet içindeki çeşitli güç odakları ile işbirliği içine girdiği dönemlerden geçerek şu anki var olma haline yani devletle bütünleştiği bugünkü konumuna geldi. Bu yazının konusu olmadığından ayrıntılı olarak irdelenmeyecek çeşitli nedenlerle, yine bu dönem, statüko, vesayet gibi nitelemelerle bilinen eski devlet yapısına karşı dayanışma içinde olan toplumsal kesimler için pek çok ayrışmayı, savrulmayı da içinde barındıran bir dönem oldu.

Bgst içinde faaliyet gösteren dansçı ve tiyatrocular olarak yürüttüğümüz kolektif oyunlaştırma çalışmasında, yakın Türkiye tarihinde özgürlükçü mücadele alanlarında (Kürt sorununa demokratik çözüm, başörtüsü eylemleri, askeri vesayet karşıtlığı, vs…) müşterekler etrafında biraraya gelmeyi başarabilmiş toplumsal kesimlerin, AKP’nin önce iktidarını korumaya, sonrasında ise yerini sağlamlaştırmaya çalıştığı bu dönemde, toplumsal mücadele müştereklerinin nasıl ortadan kalktığını, yan yana mücadele birliği veren kesimlerin kolay kolay bir daha biraraya gelemeyecek durumlara nasıl düştüklerini araştırıyoruz.

Çevreci ve insani olmayan kalkınma politikaları, basın ve ifade özgürlüğüne saldırılar, yargının siyasallaşması çalışmamızın merkezinde yer alan temel başlıklar. Bu bağlamda da çerçevesini “Yargının Bağımsızlığı ve Tarafsızlığı” adlı makalenin[1] oluşturduğu, yargının siyasallaşması, AKP iktidarı süresince yaşanan hukuksal alana ilişkin dönüşümler, ülke gündemine etki eden olayların yargı alanına etkisi ve araçsallaşan yargı meselelerini  ele aldık.

Çerçeveyi belirleyen makale neden seçildi?

Makale yazarının, özellikle siyasal İslam ve temsilcisi konumundaki siyasal partiler, üyeleri üzerinde baskının yoğunlaştığı, örneğin Recep Tayyip Erdoğan’ın okuduğu şiir nedeniyle cezaevine gönderildiği, AKP’ye karşı kapatma davası açıldığı, Abdullah Gül’ün aday olduğu Cumhurbaşkanlığı seçimi gibi gerilimli dönemlerde hukukun bir araç olarak siyasetin güdümünde olmaması gerektiği konusunda sisteme yönelik eleştiriler yönelten bir hukukçu olduğu tespiti yapılabilir. Hiç şüphesiz ki, makale yazarının da isabetli olarak tespit ettiği üzere yargının araçsallaşması bir sorundur; ancak yargının araçsallığı tartışmasının da belirli hedeflere giden yolda bir araç olarak kullanması da bir o kadar önemli başka bir sorundur. Tabi yazımızın konusu birinci durum yani yargının araçsallaşması olduğu için ikici durum ile ilgili bu tespiti yapmak ile yetineceğiz.

Adı geçen makalede de ifade edildiği üzere yargının temel amacı adaletin gerçekleşmesini, yani en saf tanımı ile hakkın yerini bulmasını sağlamaktır. Bunu yaparken de yetkisini “millet” adına bağımsız olarak, yani herhangi bir siyasi güce ve otoriteye bağlı, bağımlı olmaksızın yapar. Yapması gerekir. Hatta bunun için yasal güvenceyi de Anayasa’dan alır. (Anayasa m.9) Alması gerekir. Hukukun üstünlüğü, hakimlerin bağımsızlığı, tarafsızlığı ve mesleki güvencesi de Anayasal düzeyde ilke olarak benimsenmiştir. İlkesel düzeyde bağımsız olması öngörülen, temel amacı adaletin yerini bulmasını sağlamak olan yargı gücünün peki ülkemizdeki durumu nasıldır? (Yazının konusu, AKP’nin iktidar sahnesine çıktığı dönemin hemen öncesi ve sonrası olduğundan bu konuda verilen yanıtlar da bu dönemlere ilişkindir.)

AKP’nin Yargı ile Çatışması ve Bütünleşmesi

Açıkçası AKP’nin iktidar olma ve iktidarda kalma mücadelesi verdiği dönemlerde yargı ile kurduğu ilişki daha çok çatışmalı bir ilişkidir. AKP öncesi siyasal İslam’ın temsilcileri siyasi partiler olan Refah ve Fazilet Partileri’nin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılması, R.T.Erdoğan’ın okuduğu şiir nedeniyle cezaevine gönderilmesi, iktidarı seçim ile ele aldıktan sonra karşı karşıya kalınan kapatma davası, devlete hakim olan güç odakları ile iktidar olmaya aday AKP arasındaki ideolojik farklılığa, yargı seçkinlerinin devlete hakim olan ideolojik güç odağı cephesinde taraf olarak müdahil olması olarak bu çatışmalı ilişkiye örnek verilebilir.

Tabi bu dönemlerde yaşanan çatışmalar, hukuka, yargıya bakış noktalarında yaşanan çatışmalar değil hegemonya savaşından kaynaklı çatışmalardır. Hegemonik bir çatışmanın olmadığı dönemlerde devleti kontrol eden, siyaseti ve yargıyı da içine alan sisteme hakim olan iktidar seçkinleri, çoğu kez bu iki kurum arasında birbirini tamamlayıcı bir ilişki öngörmüşlerdir. AKP iktidarı bu tamamlayıcı ilişkide zaman zaman yol kazalarına uğramışsa da (Kapatma davası, 17-25 Aralık operasyonları), bu konuda önce cemaat mensubu olan yargı mensupları aracılığı ile sonrasında ise paralel devlet yapılanması adı verilen cemaat ile çatışma yaşayan, AKP öncesi devlete hakim olan siyasi ideolojinin temsilcisi olduğu varsayılan yargı mensupları ile işbirliği içerisine girdiği ve bu bütünleşmeyi sağladığı gözlenmektedir.

Yargının araç haline gelerek siyasallaşmaması ve diğer bir neticesi olarak siyasetin yargısallaşmaması için, hukuk alanının siyasileşmesinin önüne geçecek mekanizmaları kurmak ve siyaset alanını hukukileştirmek gerekir. Peki bunlar ne demektir?

Siyaset Alanının Hukukileşmesi

Yargıçlar ve yargı yerleri, yasama ve yargı organlarına ait kamu politikalarını oluşturma süreçlerinde etki sahibi olabiliyor ve hatta belli alanlarda kamu politikalarının oluşturulmalarını kendi egemenlikleri altına alıyorlarsa siyaset alanının hukukileştirilmesinden söz edilebilir. AKP iktidarı döneminde ise bu işlevi görmesi öngörülen Anayasa Mahkemesi, Danıştay, Sayıştay gibi kurumlarla çatışmalar yaşandığı herkesin malumudur. Siyaset alanının hukuki olması demek, sokağa çıkma yasaklarının, yaşam hakkının özünü kaldıracak şekilde uygulanmasına yargı makamlarının dur diyebilmesi, Danıştay’ın hükümetin ve idarenin işlemlerini etkin bir şekilde denetleyebilmesi, verilen Mahkeme kararlarının uygulanabilmesi, Sayıştay’ın kamu bütçesini, siyaset kurumundan korkmadan denetleyebilmesi demektir. Son dönemde ise bu kurumlar neredeyse tamamen siyasal iktidara teslim olmuş vaziyettedir. Dolayısı ile ülkemizde siyaset alanının hukukileştirilmesinden çok uzak bir durum söz konusudur. Hatta siyaset alanı yargı alanını kontrol etme arzusu doğrultusunda başta HSYK, Yargıtay, Danıştay, Sayıştay gibi kurumlara, kilit öneme haiz İstanbul Çağlayan, Bakırköy, İstanbul Anadolu, Ankara, İzmir, Dİyarbakır, Van gibi adliyelere atamalar yolu ile tahakküm kurmak için bir çok icraata da imza atmıştır. Siyaset alanının hukukilikten uzaklaşmasının doğal sonucu yargının siyasallaşmasıdır.

Yargının siyasallaşması

Bu yazıya esin veren makalenin yazarı bu noktada son derece isabetli bulduğum üzere aynen şu ifadeleri kullanmaktadır: “Hukukun siyasileştirilmesi, klasik yargı işlevine siyasi karar alma tarzının sokularak, kararların hukuki araçlar yerine siyasi kanaatlerle verilmesi demektir. Siyasileştirilen bir hukuk sisteminde ise kanaatler delillerin ve diğer hukuki araçların yerini alır, bireyler fiilleri ile sınırlı olarak değil, siyasi değerlendirilmeler sonucu suçlanırlar. Dolayısıyla, hukukun siyasileştirilmesi, yargıçların önlerine gelen olaylarda hukuk teknikleri ile değil siyasi gerekçelerle karar vermesini ifade eder. Hukukun siyasileştirilmesinde amaç siyasi çözümlerin hukuken meşrulaştırılmalarını sağlamak ve birey hak ve özgürlüklerinin en önemli güvencesi olan yargı organını işlevsiz bırakarak bireysel haklar konusunda son sözü söyleme yetkisini siyaset alanında tutmaktır.

Yargının bu şekilde siyasileştiği bir ortamda yargıçların misyonu da yargıçlıktan farklı bir noktaya, sistem bekçiliğine evrilir.  Çünkü, "bekçi- hakim" nosyonu hukuk adına son sözü söyleme yetkisinin kötüye kullanılması suretiyle, statükonun onaylanması uğruna özgürlüklerin tahribinin yolunu açar. Böyle bir durumda, Türkiye'de olduğu gibi, hukukun evrensel gerekleriyle ve maruf tekniğiyle ilgisi olmayan, içinde hukuktan çok politikanın yer aldığı, hatta siyasi parti bildirilerine benzeyen sözde mahkeme kararları ile bile karşılaşılabilir.”

Bu tanımlamaların ülkemizde çok açık örnekleri var. 2010 Anayasa değişikliği sonrasında, Adalet Bakanı ve müsteşarının başında olduğu HSYK eliyle, yargıda büyük bir tasfiye operasyonuna girişilmiştir. 2010 Anayasa değişikliği sonrasında, Yargıtay ve Danıştay da kontrolün siyasi iktidar lehine sağlanması için üye sayıları artırılmıştır. Bu mahkemelere siyasal çoğunluğu hükümet lehine çevirmek üzere 200’ü aşkın yeni üye atanmıştır. Anayasa değişikliğinin ardından girişilen bu tasfiye, iktidarın yargı denetimi olmaksızın yönetim arayışının açık bir göstergesidir.[3]

Sulh Ceza Hakimliği adı verilen ve doğal yargıç ilkesini[2] açıkça çiğneyen ve adı Mahkeme olmakla birlikte, aslında siyasal iktidara bağlı adli yapılanmalar kurulmuştur. Özellikle iç güvenlik yasa paketi ile geniş yetkilerle donatılmış Sulh Ceza Hakimliklerine iktidarın uygun gördüğü isimlerin atanması garanti altına alınarak, tüm ülkede muhaliflerin tutuklama tehdidiyle ve tutuklanarak kolaylıkla susturulabileceği, yönetenlerce uygun görülmeyen fikirlere, bilgilere internetten erişimin anında engellenebildiği yeni bir düzen yaratılmıştır. Bu dönemin en popüler uygulamaları ise Cumhurbaşkanı’na hakaret nedeniyle verilen tutuklama kararlarıdır. Diğer popüler örnekler ise, Kürt sorununda yeniden silahlı çözüm dönemine geçildikten sonra, siyasi faaliyetten bir çok kişinin tutuklanması, muhalefete yapılan saldırıların görmezden gelinmesi, bombalama eylemlerinde siyasal iktidarın talepleri doğrultusunda etkin soruşturma yürütülmemesi ve sıkça verilen gizlilik kararları, barış talebinde bulunmak dahil ifade özgürlüğü kapsamında olan düşünce açıklamanın terör suçu kapsamında soruşturmaya tabi tutulması gibi örneklerdir.

Makale yazarının da ifade ettiği üzere yargının siyasallaşmasının iki ciddi sonucu vardır. Birincisi, siyasallaşan yargının güvenilirliğini kaybetme tehlikesi, ikincisi ise yargının siyasete müdahalesiyle ortaya çıkan "siyasetin yargısallaşması" sorunudur. Türkiye’de adalete güvenin çok düşük oranlara sahip olduğu malum olduğundan biz burada siyasetin yargısallaşması kavramından da kısaca bahsetmek istiyoruz.

Siyasetin Yargısallaşması

Siyasetin yargısallaşması siyaseten üstesinden gelinemeyen ya da gelinmek istenmeyen işlerin yargıya havale edilmesidir. Siyasal içerikli bu işlerin yargıya havale edilmesi, zorunluluktan ve meşruluk kaygısından kaynaklanmaktadır. Makale yazarının haklı tespitine göre, yargı yoluyla siyasal muhalefetin tasfiyesinin birbiriyle ilişkili iki amacı vardır: (a) yapılan işin hukuka uygun, dolayısıyla meşru olduğu ve (b) tasfiye edilen siyasal hareketin ya da kişinin hukuku çiğnediği, dolayısıyla gayri meşru olduğu izlenimini vermektir. Siyasi sorunları yargıya havale etmek, "Uzlaşmıyoruz, savaşacağız" demektir. [4]

Buna bir çok örnek vermek mümkündür. Geçmişte siyasal İslamcı hareketlerin de muzdarip olduğu bu durumdan en çok etkilenen başta Kürt siyasi hareketidir. Hatta son dönemde devletin orantısız güç kullanarak kendi kentlerini, “dünyanın en güçlü ordu”larından biri olan TSK ve tüm güvenlik teşkilatı ile kuşattığı bu günlerde G.Orwell’ın 1984’ünü aratmayacak şekilde yargı eliyle linç operasyonları bile yapılmaktadır. İktidara muhalif olanlara saldıranlara karşı harekete geçmeyerek linç kültürüne yargı eli ile cevaz verilmesi, Tahir Elçi’nin yargının siyasal şova çevirdiği yakalama işlemi sonrası katledilmesi, Beyazıt Öztürk’ün çocuklar ölmesin sözünü alkışlatması ve sonrasında yaşananlar fazla açıklama yapmaya mahal vermeyecek çarpıcı örneklerdir.

Siyasetin yargısallaşmasına, AKP döneminde sıkça karşılaşılan iş cinayetleri ile ilgili örnekleri de vermek mümkündür. AKP iktidarı döneminde yaşanan iş katliamlarının hiçbirisinde siyasi sorumluluk üstlenilmemiş, işveren cephesinden hesap sorulmamış, meseleler yargıya havale, uzun zamana yayılan yargı süreçleri adaletin yerini bulmasını sağlayamadığı gibi, meselelerin zaman içinde sönümlenmesi ve karşılaştığı bu “yol kazalarında” siyasal iktidara zaman kazandırmayı kendisine bir görev bilmiştir. Burada da emek cephesine verilen mesaj uzlaşmıyoruz, savaşacağızdır.

Ülkede Yargının Siyasallaşmasının Aygıtları

Ülkede yargının siyasallaşmış olduğu tespiti somut olgulara dayalı bir tespittir. Devlet gücünün, yargı sistemini siyasallaştırması ve siyaseti yargısallaştırmasının aracısı doğal olmayan, olağanüstü Mahkemeler ve olağanüstü yetkili Mahkemelerde görevli savcılar eliyle olmuştur. Geçmişte bu işlevi  İstiklal Mahkemeleri, Dersim Yargılamaları, Devlet Güvenlik Mahkemeleri, Sıkı Yönetim Mahkemeleri, DGM’ler; AKP iktidarı döneminde ise bu işlevi, belirli dönemlerde, özellikler siyasi parti kapatma davalarındaki ve son dönem sokağa çıkma yasakları ile ilgili verdiği kararlardaki rolü ile Anayasa Mahkemesi, Özel Yetkili Mahkemeler, “torba davalar”, Sulh Ceza Hakimlikleri, olağanüstü yetkili Savcılar,  HSYK ve atama/disiplin mekanizması, Adalet Bakanlığı ve teftiş mekanizması, Başsavcılık mekanizması görmüştür.

Sonuç

Devletimiz plansız programsız değildir. Hukukun üstün olduğu, temel hak ve özgürlüklerin bağımsız Mahkemeler ile teminat altına alındığı, siyaset alanına bağımsız yargının etki ettiği bir devlet düzeni maalesef bu programda yer almamaktadır. Siyaset ve yargı alanında yer alan ve ideolojik olarak birbirinden nüans farkları ile ayrışan iktidar seçkinleri arasında devlet-i Ali’nin bekasına öncelik verilmesi konusunda anlayış farkı yoktur.  Buna göre şu yada bu yöntemle, ortadoğu gibi bir cenderede demokrasi ve yerelden yönetimi lüks olarak gören iktidar seçkinleri tarafından idare edilen, Türk, sünni, üniter ama üniter yapının  da yasama, yürütme, yargı ve hatta medya güçlerini yekpare olarak tek merkezden kontrol edebildiği bir yapı öngörülmektedir.

AKP iktidarından bağımsız olarak yaptığımız bu tespite, AKP’nin akıbeti de dahildir. Yargı kurum olarak devletin bekası için çalıştığı, yargıç ve savcıların sistem bekçiliği rolü üstlendiği bu anlayış, bir süre sonra bugün kontrolü elinde tuttuğunu zanneden siyasal iktidar yapısının da gayrimeşru ilan edilmesi ve siyaset alanından silinmesi için harekete geçebilecektir.

Yargının önce devlet dediği ve olağanüstüleştiği rejimlerde, siyaset alanının hukukilikten uzaklaşması, yargının siyasallaşması, faşizmin sıradanlaşması kaçınılmazdır.  Anayasa Mahkemesi başkanının, Anayasa Mahkemesi’nin kuruluş yıldönümünde son derece isabetli olarak ifade ettiği ama nedense sonrasında hatırlamadığı ifadeleri son derece çarpıcıdır: “Gücün hukukla sınırlandırılmadığı yerde temel hak ve özgürlükler tehlikededir. Montesquieu’nun dediği gibi, yasama, yürütme ve yargı güçlerinin tek elde toplanması özgürlüğün sonu olur”.

Evrenselliği uluslararası anlaşmalar, bildiriler ile kabul görmüş normların, devletin bekası gibi idealler uğruna bir kenara itilmesi temel sorundur. Yaşam hakkı, işkence görmeme hakkı, adil yargılanma hakkı, haberleşme hakkı, konut dokunulmazlığı hakkı, serbestçe ulaşım hakkı gibi hakların öncelikli ve vazgeçilmez haklar olduğu, bu hakların ortadan herhangi bir gerekçe ile kısmen yahut tamamen ortadan kaldırılamayacağı tartışmasızdır. Bu hakları yeni nesil Anayasal haklar olan çevre, barış ve gelişim hakları takip eder. Bir hukuk eyleyicisi de önüne gelen mesele ne olursa olsun, o mesele ile ilgili yazılı norm ne olursa olsun öncelikle bu haklar açısından bir değerlendirme yapmalı ve sonrasında da adaletin gereği olan hakkın yerini bulması için karar mekanizmasını işletmelidir. 

[1] Av.Kamil Uğur Yaralı, çevrimiçi, http://www.abchukuk.com/makale/makale29.html

[2] En yalın tanımı ile doğal yargıç veya doğal Mahkeme:  “tabiî mahkeme (olağan mahkeme)”, olaydan önce kurulmuş ve somut olay ile kuruluşu bakımından ilgisi olmayan mahkeme demektir. Yani olağandır, olağanüstü bir niteliği yoktur. Detay bilgi için: Çevrimiçi, http://www.anayasa.gen.tr/tabii-hakim.htm

[3] https://www.chp.org.tr/Public/1/Folder/akp-otorite-web.pdf

[4] http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ali-topuz/siyasetin-yargisallasmasi-bu-savasi-kim-istiyor-1070856/