Diana Scully, Cinsel Şiddeti Anlamak kitabında "O sırada orada olduğu için tecavüz erkeklerin sorunudur" der. Kadına yönelik şiddetin en yakıcı biçimi cinsel saldırı ve tecavüz son dönemde medyada ve kamuoyunda sıkça tartışıldı. 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Haftası'nda Avukat Sayın Eren Keskin'le son dönemde sonuçlanan tecavüz ve cinsel saldırı davaları, devlet kaynaklı cinsel şiddet ve bu süreçlerde kadınlara yaşatılan mağduriyetler karşısında bulabileceğimiz çıkış yolları üzerine konuştuk. Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Bürosu olarak takip ettiğiniz davalardan üçü kısa bir süre önce sonuçlandı. N.Ç. Kamile Çığcı ve Şükran Esen davalarında kadın haklarından yana bir kararın çıkmadığını görüyoruz. Eren Keskin: Konuyu ikiye ayırmak gerekiyor. Faillerinin devlet güçlerinden biri olduğu davalarda tamamen cezasızlık söz konusu. O konuda hiçbir değişiklik yok. Fail devlet güçlerinden biri olmadığında olumlu gördüğümüz kararlar alınabiliyor. Aslında yasa değişikliği şiddete maruz kalan her kadın için geçerli ama failin kimliğine göre mahkemelerin tavırları çok değişiyor. Biz de esas olarak devlet kaynaklı cinsel şiddetle uğraştığımız için bizim dosyalarımızda sonuç almamız mümkün olmuyor. Bunda hiçbir değişiklik yok. Türkiye’de 2005 yılında yazılı hukukta önemli değişiklikler oldu. Tecavüz suçunun tanımının genişletilmesi, cinsel tacizin suç tanımı olarak girmesi, namus cinayetlerinde tahrik indiriminin kalkması, bekâret kontrolünün belli kurallara bağlanması… Bunların hepsi olumlu değişiklikler ama sadece yazıda kalıyor. Fail asker, polis, korucu olduğunda hiçbir şey değişmiyor. Dediğiniz gibi son dönemde biten birkaç dosyamız oldu. Bunlardan biri Şükran Esen Dosyası. Bu dava, 440 civarında askere karşı tecavüzden açılmış belki de ilk davaydı. Aslında o kadar çok kişiye açılmış olması bile bir gösterişti. Biz sadece yüzbaşı Musa Çitil’den şikayetçiydik. O erler bizim için önemli değildi. Sonuçta o erler bile bir suç işlediyse yine komutanının yargılanması gerekiyordu. Biz, bizzat yüzbaşı Musa Çitil’in yargılanması gerektiğini söyledik. Dava yıllarca sürdü; Mardin’den sırf failleri korumak amacıyla Çorum’a alındı. Yıllarca sürdükten sonra da sonuçta beraat kararları çıktı. Dosya şu an Yargıtay’da. Yine çok bilinen N.Ç. Dosyası sonuçlandı. Burada da aslında hiç istediğimiz gibi bir karar çıkmadı. O davada 26’sı erkek 2’si kadın 28 kişi yargılanıyordu. Erkekler tecavüzden ve alıkoymaktan yargılanıyorlardı; kadınlar da fuhşa teşvikten. O dosyada da alıkoymak suçundan yargılanan bütün erkekler beraat ettiler. Daha doğrusu N.Ç’nin kendi rızası olduğu varsayıldı. Zamanaşımına uğradığı kabul edildi ve dosya alıkoymak yönünden zaman aşımı nedeniyle düşürüldü. Tecavüzden cezalar verildi. 1 yıl 4 aydan 4,5 yıla kadar hapis cezaları verildi. Ama hiçbir tutuklama yok yine tutuksuz yargılanıyorlar. Şiddeti uygulayan tecavüz edenlere bu kadar cezalar verilirken 2 kadına 9’ar buçuk yıl ceza verildi. İffetsiz oldukları gerekçesiyle. Burada da aslında mahkemenin bakış açısı son derece çarpıcı. Bu dosya da böyle bitti. Bu da Yargıtay’da. Kamile Çığcı Dosyasında da tecavüzden dava açıldı; ancak o da yıllarca sürdü. Bu süreçte kadınlar başka mağduriyetler de yaşıyorlar. Kamile Çığcı bedenen, fiziken ve ruhen harap olmuş bir kadın. Burada yaşayamadı. Önce Mardin’den göç edip İstanbul’a geldi. İstanbul’da yaşayamadı yurt dışına gitti. Yurt dışında da son derece mutsuz. Hayatı mahvoldu. Davası yıllarca sürdü. İspat edilemediğinden, yeterli delil elde edilemediğinden yine failler hakkında beraat kararı çıktı. Oysa dosyada bir dolu delil var. O dava da Yargıtay’da. Failin devlet güçlerinden biri olmaması durumunda olumlu aldığımız bir karar var. O da Sine-Sen’de yaşanan taciz olayı. Bir başka dosyada yıllardır gittiği kuaförünün cinsel saldırısına uğrayan Gizem’in dosyası. Geçtiğimiz hafta savcılığa gittiğimizde savcı Gizem’in ifadesini alırken karşı koyma olup olmadığını sordu. Erkekten yana bir bakış açısıyla bakıyorlar. O da nasıl karşı koyduğunu anlattı. Boğaziçi Üniversitesi mezunu olduğunu öğrenince savcının tavrı farklılaştı. Bu sefer de güya onu rahatlatmak için “ Boşver, burası Türkiye. Burada böyle şeyler olur” demeye başladı. Savcı söylüyor bunu düşünebiliyor musunuz! Suçluyu sorgulayacak olan savcı bunu normalleştiriyor; “Burada böyle şeyler olur takma kafana” diyor. Sonuçta bir dava açılacak. Bunlar önemli ama sonucu ne olur bilemiyorum. Burada yine faillerin yapısı son derece önemli. Faillerin devlet kaynaklı kişiler olduğu davalar uzun süreye yayılıyor ve sonunda zamanaşımına uğruyor. N.Ç. davasında ise bir çocuğun tecavüze rıza gösterdiği gibi bir kararla karşılaşıyoruz. Yasalarda çocukları koruyan maddeler yok mu? N.Ç. ‘nin rızası olduğu söylemek tamamen hâkimin kendi takdiri. Takdir yetkisi Türk Ceza Kanunu’nda çok geniş. Yeni kanunda çocukları koruma yönünde bir takım maddeler var ama olayın olduğu tarihte hangi yasa geçerliyse, daha doğrusu hangisi lehineyse onu kullanabiliyorlar; ona göre karar veriliyor. Yeni yasa lehineyse yeniyi kullanabilir. N.Ç davasında tabii ki eski yasaya göre karar verdiler. Ama hâkim “12 yaşında bir çocuğun rızası kabul edilemez. Bu, bir çocuktur ve her halükarda bir alıkoyma suçu var” diyebilirdi. Bunu demesinde hiçbir engel yok. Bana göre hukukçu olmaya bile gerek yok. N.Ç. dosyasındaki hâkimlerin hepsi erkekti, hepsi de baba. Bu olay, kendi çocuğunun da başına gelebilir. “Çocuğum kendi rızasıyla gitti tecavüze uğradı” diyebilir mi bir baba kendi çocuğu için. Genel olarak şiddete uğrayan, özellikle de devlet güçleri tarafından cinsel işkenceye uğrayan kadınların yargıya hiç güveni yok. Nurcan küçücük bir çocuktu ve başından itibaren hiç güvenmedi. Aslında N.Ç. dosyası daha çok sürecek ve zamanaşımına uğrayacaktı. Ama son dönemde tekrar medyaya yansıması etkili oldu. N.Ç.’nin çocuk olması basının ve kamuoyunun çok ilgisini çekti. Bir yerden davayı bir an önce bitirin diye talimat gelmiş olmalı çünkü bazı sanıkların hazırlıkta verdiği sorgularla yetindiler. Bir dava açıldığında cinsel saldırı suçunun ispatı için bunun belgelenmesi gerekiyor. Belgeleme süreci nasıl işliyor? Genel olarak kadınları Adli Tıp’a sevk ediyorlar. Bunun sürekli dile getiriyoruz ama hala çok önemli bir konu. Cinsel şiddetin, cinsel işkencenin belgelenmesinde Adli Tıp raporu delil olarak kabul ediliyor. Oysa Adli Tıp bir resmi bilirkişilik kurumu. Bir devlet kurumu. Oradaki hekimlerin özgür olamayacakları son derece kabul görebilecek bir durum ki bunun çok örneklerini yaşadık. Örneğin Kamile Çığcı Adli Tıp’a götürüldüğünde “Ben kendimi komutanlar karşısında hissetim” diyor. “Çünkü ben anlatırken doktorlar utanmıyor musun bizim askerimiz niye böyle bir şey yapsın? diyor”. Bir de hekimler kadına travma yaşattılar. Bütün hekimler böyledir demiyoruz ama Adli Tıp raporunun tek delil olmaması gerekiyor. Mesela biz Sine-Sen olayında bu konuda önemli bir adım da gördük mahkemeden. Başından itibaren “Adli Tıp’a dosyamız gönderilmesin” dedik. Mahkeme bunu cinsel saldırı olarak kabul etti ve dosya Adli Tıp’a gönderilmeden mahkeme davayı Ağır Ceza Mahkemesi’ne sevk etti. Resmi olarak kabul edilen tek belge de Adli Tıp raporu değil mi? Yazılı bir yasal zorunluluk yok. Yargıtay kararları var. İşkence devlet politikası olduğu için resmi bilirkişilik kurumu hala geçerli. Hâkimler ve savcılar Adli Tıp raporu istiyorlar. Kendi içlerinde yazıya dökülmemiş böyle bir kural var. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde Türkiye bu nedenle mahkûm oluyor. Buna rağmen hala değiştirmiyorlar. AİHM nasıl bir karar verdi? Yıllar önce Mardin’de tecavüze uğrayan Şükran Aydın’ın dosyasında AİHM’nin bir kararı var. Şükran Aydın Mardin’de askerlerin tecavüzüne uğramıştı. Şükran Aydın evliydi. Eğer kadın bakire değilse vücutta bir kalıntı varsa ilk 48 saat içinde tespit edilebiliyor. Onun fiziksel bir rapor alma imkânı yoktu. Bir tek imkan kalıyor. O da psikolojik rapor. Onun için Şükran Aydın, Adli Tıp’a gönderilmişti. AİHM diyor ki Adli Tıp’tan değil bağımsız bir hekimden psikolojik rapor alınması gerekirdi. Türkiye’nin mahkum olma gerekçesi Şükran Aydın’a bağımsız bir hekimden psikolojik rapor aldırılmamış olması. Bunu sürekli dile getiriyoruz. Türkiye altına imza attığı sözleşmelerin ve o mahkemenin bağlayıcılığını kabul ettiği için bunu dikkate alması gerekiyor. Bağımsız bir hekimin raporunun delil olarak kabul edilmesi gerekiyor. Bu devletin kurucusu olan Mustafa Kemal’in her lafına çok önem veriyorlar. Mustafa Kemal’in kendisi “Beni Türk hekimlerine emanet edin” demiş. Bunlar, bu söze çok önem vermiyorlar demek ki. Kendi hekimine güvenmiyorsan o zaman gidip ona tedavi olma. Öyle değil mi? Bu, kendi hekimine güvenmemek demektir. Bağımsız hekim raporunun delil kabul edilmesiyle her şey çözümlenir. Yerel mahkemeler hastane raporlarını kabul etse bile dava Yargıtay’a gittiğinde Adli Tıp raporu olmadığı için dava dosyası geri çevrilebiliyor. Mahkemeler de bu durumu bildiği için ısrarla Adli tıp raporu isteyebiliyor. Mahkemelerde hâkimlerle konuşmalarımızda bunu söylüyorlar. “Tamam” diyorlar “Bizim için sorun değil. Biz Çapa’ya gönderelim ama Yargıtay’dan dönecek.” Mahkemelerden çok yüksek mahkemeye düşüyor görev. Yüksek mahkemenin de nereye bağlı olduğu çok açık. Yasama yürütme yargı bütünüyle militarizme bağımlı. Bu değişmedikçe hiçbir şey değişmez. Adli Tıp bile buna bağlı. Onlar istemediği için değişmiyor. Adli Tıp raporu şart koşuluyorsa Adli Tıp’ın ulaşılabilirliği ne durumda? Belirli merkezlerde Adli Tıp Enstitüleri var ama esas olarak dosyaların hepsi İstanbul’a geliyor. Esas merkez İstanbul . Cinsel saldırı Van da bile olsa… Dosya İstanbul’a geliyor o nedenle çok ağır iş yükleri var. Bunu da anlayabiliyorum. Zamanaşımına uğratmak, sanıkları serbest bırakmak için de çok geçerli bir şey galiba. Yanılmıyorsam ODTÜ’de yaşana bir cinsel saldırının dosyası Adli Tıp’a gidiyor ve iki sene bakılamayacağı düşünülerek zanlı olanların bırakılmasına karar veriliyor. Resmi bilirkişilik kurumu olunca bir şey de diyemiyorsun. Zamanaşımına uğradı bitti. Zaten Adli Tıp’ta iki yıl kalıyor. Yazışmalar, prosedürler çok uzun sürüyor. Fail zaten devlet güçlerinden biriyse özellikle uzatılıyor. Mesela polisler hakkında davalar açılıyor. Onların görev yerleri on kere değişiyor. Her seferinde bir tanesini bulmak için bir yıl uğraşıyorsun. O kadar gereksiz yere uzuyor ki davalar. Bütün bunlar bir devlet politikası. Adli Tıp’ın geçtiğimiz günlerde yaptığı bir açıklama medyaya yansıdı. Cinsel suçlarda mağdurun ruh ve beden sağlığının bozulup bozulmadığının belirlenmesi için bir yıl beklenmeli deniyordu bu açıklamada. Pek çok kurum buna tepki gösterdi. Buna alternatifler de önerildi: Üniversite hastanelerinin bilirkişi statüsünde olması, raporlarının kabul edilmesi, hastanelerde tecavüz kriz merkezlerinin açılması bu öneriler arasında. Kadınları koruyan bir raporlama süreci nasıl işletilebilir? Bağımsız hekim raporunun kabul edilmesi gerekir. Bazı hekim arkadaşlar benim görüşlerimi fazla buluyorlar ama ben bu kararı verecek hekimlerin de kadın olması gerektiğini savunuyorum. Bir kadın hekimin en doğru tespiti yapabileceğini düşünüyorum. Bizim koşullarımızda bu uç bir öneri olabiliyor. Normalde hastanelerin raporları kabul edilmezken bir de kadın hekimler demek uçta görünüyor ama böyle olmalı. Biz Şahika Yüksel’in başında olduğu Çapa Tıp Fakültesi Psikososyal Travma Merkezini öneriyoruz. Orada çoğunlukla kadın hekimler çalışıyorlar. Giden kadınların da en memnun oldukları yer orası. Tedaviye giden, kontrole giden kadının kendisinin de memnun olması gerekiyor. Güvenmesi lazım konuştuğu hekime. Kadınlar için çıkışsız bir süreç oluyor. Mahkeme süreci kadınlar açısından iyi işlese bile faillerin devlet güçlerinden birileri olduğu davaları Yargıtay geri çevirebiliyor. Raporlanması için zaten başka bir devlet kurumu olan Adli Tıp’a kadınlar gönderiliyor. Bir devlet memuru hekim başka bir devlet memuru polisi tecavüzle suçlayabilecek bir rapora mı imza atacak? Alternatif olarak şu önerilebilir: Tüm hastanelerin bünyelerinde kadın hekimlerden oluşan ve cinsel saldırıya uğramış kadınlar üzerine çalışan birimler oluşturulabilir. Bu tür oluşumlar yurt dışında var mesela. Çapa’daki gibi birimler bütün hastanelerin bünyelerinde oluşturulabilir. Bu süreçte kadınların büyük dayanışmaya ihtiyacı oluyor. Takip ettiğiniz davalarda yakın çevrenin ailelerin yaklaşımları nasıldı? N.Ç davasında aileleri anlayabiliyorum. Kürdistan’da, feodal yargıların hüküm sürdüğü bir yerde yaşıyorlar. Aile “Biz rezil olduk” gözüyle bakıyor. “Gelme yanımıza” diyor. Onunla haberleşmek için bizim üzerimizden ilişki kuruyorlar. N.Ç. aile tarafından yalnız bırakıldı. Şükran Esen ve Kamile Çığcı’nın aileleri onlara engel olmadılar ama sesleri de fazla çıksın istemediler açıkçası. Dava açıldı, avukatlar davasıyla ilgileniyor. Onun dışında aileler konunun çok fazla gündemleşmesini istemediler. Genel olarak aile çok sahip çıksa bile sonuna kadar yanında olmak biçiminde olmuyor. Kızmıyorlar, bağırmıyorlar, ölümle tehdit etmiyorlar. O kadar. Bir yandan aileye de sahip çıkmak gerekebilir. Çoğu aile Kürt ailesi ve pek çok mağduriyeti yaşıyorlar. Bölgedeki örgütlü odakların, sivil toplum kurumlarının mağdurlara ve ailelerine sahip çıkması önemli bir yerde duruyor. Orada bunun gibi o kadar çok olay var ki. O kurumlarda çalışanların hepsi kendi ailelerinde çok acılı insanlar. Herkesin yaşadığı o kadar büyük acılar var ki. O nedenle ben bu taraftan verilecek desteğin hep daha önemli olduğunu düşünüyorum. En büyük desteği yine bölgedeki örgütlü oluşumlardan gördüler. Davalarını onlar takip etti. Mardin’de şöyle bir şey yaşadım. Bir duruşmaya gittim. Başka bir eylemde yan yana hareket edebileceğimiz bir erkek arkadaş yanıma gelip bana şunu dedi: “Eren Hanım biz size çok saygı duyuyoruz ama siz bizi, Mardin’i rezil ettiniz.” Mardin rezil oldu, Mardinli erkekler rezil oldu diye bakıyorlar. Burada hangi kesimden olursa olsun erkekler arasındaki fark ortadan kalkıyor. Yansımasını istemiyorlar. Kadınların dayanışma ağı geliştirmesi bu mağduriyetlerin etkisinin azaltılmasını sağlayabilir. Kadın örgütleri bu süreçte nasıl destek sunabilir? Bence bu tür davalarda kadınların kendi kendilerini de eleştirmeleri lazım. Çünkü bu konular çok çabuk unutuluyor. Bir dava başladığında herkes o davayla ilgileniyor. Belki iş çokluğundan olabilir bir süre sonra başka bir şeye ilgi yöneliyor. Diğer konu kalıyor. Bir grup o davayla diğer grup bu davayla ilgilense ama hepsi sürekli ilgilenilen davalar olsa… Kadınların, kadın kurumlarının ilgili genelde anlık ve kısa süreli oluyor ama devlet davaları uzatabildiği kadar uzatıyor. Takipçi olmak sadece mahkemelere katılmakla yeterli olmuyor. Kişinin hayatının içinde de yer alabilmek gerekiyor. N.Ç olayında yıllar geçti. Onun büyümesine siz de tanıklık ettiniz. Genelde insanlar yaşandı bitti çok acı bir olay diye bakıyor. O, yedi buçuk yıldır bizim yanımızda. Onun bütün travmalarına ortak olduk. O süreç bir dava açılmasıyla da bitmiyor. O kadının çocuğun bütün hayatına mal oluyor. O nedenle de her yönden takipçi olmak lazım. O kadar büyük sorunlar oluyor ki. Çoğu ailesinden ayrılmış durumda. Ev barınma sorunundan tut, normal hayatını devam ettirebilecek ekonomik kaynaklara kadar her şey bir sorun oluyor. Davaları takip de çok önemli. Ama kadınlar çok yalnız hissediyorlar kendilerini. Bu tür dayanışmalar çok önemli. Belki her kadın kurumunda bu tür komisyonlar oluşturulabilir. N.Ç. davasının sonuçlanmasında konunun tekrar medyaya yansımasının önemli olduğundan bahsettiniz. Kamuoyu ilgisi ve medyanın yaklaşımı son derece önemli bu tür davalarda. Bu kadar yıllık deneyimimizde bunu gördük. Diğer taraftan medya bazı olayları çok magazinleştiriyor. Olayı bambaşka bir şeye büründürüp dizi film haline getirmeye çalışıyorlar. Buna da izin vermemek lazım. Bu nedenle Nurcan konunun medyaya yansımasını istemiyor. Haklı olarak çok rahatsız oluyor. Böyle davranmayan daha ciddi yaklaşanlar da var. Davanın her aşaması belki haber olmaz ama her davanın ilgi çekici bir yanı vardır. Onların belki basına yansıması etkili olabilir. Medyanın konuyla ilgili duyarlılık geliştirilmesi, farkındalık yaratılabilmesi için yapabileceği çok fazla şey var. Diyelim ki kadınların da kabulü var ve konu medyaya yansıtılmak isteniyor. Bu medyada her zaman kabul görmüyor değil mi? Bir örnek vereyim. 10-15 gün önce yaşadığım bir şey. Beni bir programdan aradılar. Dediler ki “Biz N.Ç. davasını tartışmak istiyoruz. Konuyu biliyoruz. Ama çok fazla baskı var üzerimizde. Kürt sorunuyla bağlantı kurmadan tartışmayı istiyoruz.” “O zaman beni aramayacaksınız.” dedim. Ben bu bağlantıyı kurmadan N.Ç. dosyasını nasıl anlatabilirim? Düşünebiliyor musunuz hala bu kadar korku hakim. Programları yapanların üzerinde bile böyle bir korku var. Kürt sorunuyla bağlantı kurarsam işimden olurum diye düşünüyorlar. Doğal olarak çağrılmadım sonra tabii ki. Son dönemde medyada Fatmagül’ün Suçu Ne? dizisi üzerinden tecavüz konusu epey tartışıldı. Tartışmaları takip edebildiniz mi? Diziyi ben suçlamıyorum. Filmin senaryosu Vedat Türkali’ye ait. Vedat Türkali böyle bir soruna değinmek için bunu yazmış. O dönem bunu yazmış olması önemli bir şey ve orada tecavüz olumlu bir şey olarak anlatılmıyor. Medyanın konuyu ele alışı çok çirkin. Dizide oynayan kadınların da bu konuda suskun kalmaları kötü bir şey. Sadece feminist kadın örgütlerine düşüyor bu işleri birilerine anlatmak. O da itici geliyor topluma. Beren Saat çok konuşulan, herkesin tanıdığı bir kadın. Halbuki o dizide oynayan kadınlar buna dikkat çekebilirler. “Biz burada kadının yaşadığı bir dramı anlatıyoruz kadınlar bu şiddeti yaşıyorlar.” diye açıklamalar yapabilirler. Bu dizinin gösterilmesi kötü bir şey değil tam tersine iyi bir şey aslında. Herkes son derece cahil ve son derece erkek egemen değer yargılarıyla donatılmış. Pek çok konuda toplumun çok büyük bir bölümünün hastalıklı olduğunu düşünüyorum. Kürt sorununa, Ermeni sorununa kadına yönelik şiddet konusunda sağlıklı yaklaşımlar geliştirilmiyor. Erkek egemen tekçi resmi ideoloji o kadar başarılı olmuş ki. Bir örnek vereyim: Nazilerin soykırımını konu ala bir toplantıya katıldım. Yahudi asıllı bir aydınla birlikte konuştuk. Ben soykırımı anlattım o sadece Atatürk’ü övdü. Sonunda şunu dedim: Ne kadar başarılı bir resmi ideoloji. Bir şekilde herkesi etkilemiş. Konuşmasında “Bütün kadınlar Mustafa Kemal’e teşekkür etmeliler. Kadınlar hiç mücadele etmediler. Bütün hakları Mustafa Kemal kadınlara verdi. Herşey tepeden verildi. Türkler çok şanslı bir millet” dedi. Ben böyle kaldım. Ne diyeceksin? Tecavüz davaları üzerine konuşuyoruz ama uzun süredir gündemde olan KCK Davaları üzerine de görüşünüzü almak istiyorum. KCK davalarında çok fazla kadın gözaltına alındı ve tutuklandı. Bu davaları kadın sorunu üzerinden nasıl tartışabiliriz? Davalar devam ederken Urfa’da yeni bir KCK operasyonu yapıldı. BDP Kadın Meclisi yaptığı açıklamada Urfa’da bir fuhuş vakası üzerine yaptıkları çalışma sonrasında bu operasyonların yapıldığına dikkat çekiyor. Urfa’da ailesi yaşamını yitirmiş kimsesiz küçük yaştaki bir genç kız bir adam tarafından bu şekilde kullanılıyor. Kendisine bağımlı hale getiriliyor ve çalıştırılıyor. O kız bir ara kaçıp “Bana yardım edin” diyerek kadın hareketinden arkadaşlara sığınıyor. Yaşı çok küçük ve adam tarafından yönlendiriliyor; bir şekilde tekrar adama gidiyor. Sonra bir şekilde savcılığa gidiyor ve burada kadın arkadaşlar şikayet ettiriliyor. Kadınlar onu kaçırdılar dağa gönderecekler diye… Ama hiç ilgisi yok. Urfa’daki KCK operasyonlarında bu nedenle tutuklanıyor oradaki kadınlar. Aslında N.Ç benzeri bir olay. Kadınlar ona sahip çıktıkları için oluyor bütün bunlar. KCK davalarındaki kadın tutuklamalarına gelince… Ben Kürdistan’daki kadın örgütlenmesinin Kürt Hareketi’nin mücadelesinin, örgütlenmesinin ana bölümü olduğunu düşünüyorum. Orada kadınlar sokağa çıkmaya başladılar. Orada her kadın politik ve bu çok rahatsız edici bir şey devlet için. Hepimizi annelerimiz yetiştiriyor ve orada her evdeki anne çocuğuna bir bilinç veriyor. Bu, devleti son derece rahatsız ediyor o nedenle kadınlar üzeride böyle bir baskı kurulması çok anlaşılabilir bir şey. Tutuklu olan kadınların hepsi kendi alanlarında çok aktif olan arkadaşlar. Bu davalar, hem kadınlara yönelik bir saldırı hem de Kürt Hareketi’ne kadın üzerinden bir saldırı. Kendi açılarından çok mantıklılar yani. Sizin davalarınız ne durumda? Benim davalarım sürüncemede gidiyor. Ceza da veremiyorlar beraat de veremiyorlar; öylece gidiyor. Fakat eskisi gibi her konuşmaya dava açmıyorlar artık. Her yazıya dava açmıyorlar o konuda bir azalma olduğunu söyleyebilirim. Bir de takip ettiğiniz Fatma Tokmak davası var. Evet, bildiğiniz gibi Fatma Tokmak ağır kalp hastası ve hakikaten işlemediği bir suçtan dolayı müebbet hapis cezası almış durumda. Fatma Tokmak’ın infazının ertelenmesi için başvuruda bulunduk. Bunun için de Adli Tıp raporu gerekiyor. Adli Tıp “cezaevinde yatamayacak kadar hasta” derse cezası ertelenecek. Dosyası daha Adli Tıp’a gitmedi; şu an hastane raporları toplanıyor. O kadar çok hasta mahpus var ki cezaevlerinde. Aslında siyasi bir af gerekiyor. Son olarak 25 Kasımla ilgili söylemek istediğiniz bir şey var mı? Ben devletin kadınlara bir şey vereceğine inanmıyorum. 2005 yılında yasal alanda çok önemli değişiklikler oldu TCK’da. Fiiliyata geçmese bile yazılı hukukta değişikliklerin olması çok önemlidir. Ben bunların sadece kadınların çabalarıyla olduğunu düşünüyorum. Kadınların örgütlü mücadeleleriyle. Ve kadınlar artık erkekleri ve devleti çok daha rahatsız etmeye başladılar. Her geçen gün daha çok rahatsız etmemiz gerekiyor. Kriz çıkartmamız gerekiyor. Bunda da giderek yol alıyoruz diye düşünüyorum o nedenle geçmişe göre daha umutlu bir durum söz konusu. |
Cinsel Saldırı, Tecavüz Davaları Üzerine Eren Keskin’le Söyleşi
Yazar : Esra Aşan
Söyleşiyi Yapan : Esra Aşan - 01.11.2010
Söyleşiyi Yapan : Esra Aşan - 01.11.2010