Bu makale, içimize işleyen (hetero)seksist Batılı normlarımızı ve davranışlarımızı yeniden üretmeye ve pekiştirmeye yarayan her türlü günümüz geçici heveslerini betimlemek üzere hemen hemen her yerden başlayabilirdi. Girls Gone Wild [Çılgın Kızlar] videoları. Toddlers in Tiaras[[dipnot1]]. Playboy tavşanlı– dövmeli kayaklar ve cep telefonu kılıfları. (Kaçınılmaz surette kadın) kullanıcıların icra etmek istediği cinsel  eylemleri işaret eden seks bilezikleri. Çocuk kırbaçları. Kırbaçlar.

Kişisel olan -yani içtenlikle kişisel olan- hiçbir zaman bu kadar kamusal olmamıştı. Ve eskiden beri bilinen aksi yöndeki feminist ısrara rağmen, inatla apolitik kalmaya hâlâ devam ediyor.

Bazı yönlerden, Batı dünyası, ikinci dalga feministlerin kürtaja erişim ve kadın sığınaklarından tutun da doğum izni, çocuk bakımı ve eşit ücrete kadar her şey için savaştığı yarım yüzyıl öncesinde olduğundan daha kadın-dostu bir yer. Fakat bugün, genç kızların hokey ve futbol oynamaya, fen ve matematik dersleri almaya, doktor ve mühendis olmaya cesaretlendirildiği şu dönemde, daha mahrem yaşam alanları daralıyor ve hepimizi geçmişteki bir döneme geri fırlatıyor gibi gözüküyor: erkeklerin erkek olduğu, kadınlarınsa...? Tabii, kadınlar kadınsılaştırılmış; bedenleri, davranışları ve cazibeleri cinselleştirilmişti.

Örneğin, Glamour dergisinin Huffington Post tarafından yeniden yayımlanmış "Bir kadının 30 yaşına geldiğinde sahip olması ve bilmesi gereken 30 şey" makalesini bir düşünün. "Sahip olması gerekenler" sütunundaki 11. numarada şu yazıyor: "Bir tornavida seti, kablosuz bir matkap ve dantelli siyah bir sutyen". "Bilmesi gerekenler" sütunundaki beşinci madde ise şu: "Bir sonraki adımda ne olmasını istediğini ya da istemediğini mükemmel bir şekilde karşı tarafa hissettirecek şekilde nasıl öpüşüleceği". Ve bir de Toronto'da yayımlanan Globe and Mail'in Mart sayısındaki sokaklarda göz süzen kadınları kandırdığında aldığı zevki savunan ve yaklaşık 20 arzu nesnesinin, kendisinin kötü niyetinden nasıl paçayı sıyırdığını anlatan orta yaşlı beyaz bir adama adanmış 1600 kelimelik bir haberi!

Tabii ki böyle aptalca ve saldırgan yorumlara nadiren göz yumuluyor. Feministler ve diğerleri için itirazda bulunmak ve alternatif vizyonlar sunmak adına medya çemberinde bir kaç marjinal alan hâlâ mevcut. Ve bazen genç bir kadının kişisel yaşantısının abartısız, cana yakın anlatıları azımsanmayacak bir oranda seyircinin ilgisini çekebilir. (Burada Sex in the City'nin yere göğe sığdırılamayan antidotu olan HBO’nun Girls adlı dizisini düşünüyorum –o da beyaz, varlıklı şehirliler hakkında olsa da). Fakat bu alanlar –gerçek toplumsal cinsiyet ilişkilerini karakterize eden oldukça karmaşık, çeşitli ve sıklıkla çelişkili dürtülere rağmen– popüler hayal gücüne güçlü bir şekilde hitap ediyor gibi gözükse de, toplumsal cinsiyet-gelenekçisi, cinsiyetçi imgelem ve pratiklerle doğru düzgün rekabet edemiyor.

Toplumsal cinsiyet ilişkilerinin mevcut güç alanlarını açıklamak kolay bir iş değil ve konu hakkında yazılmış tek bir makalenin kapasitesinin çok çok üzerinde. Bir kaç isim vermek gerekirse, gelişen aile yapılarını, işyeri dinamiklerini, iletişimsel ve siyasal görünümleri incelemeyi gözden geçirmeyi gerektirir. 1960’lardan beri olan, bir zamanların canlı, kitle-tabanlı toplumsal hareketlerinin politik olarak geri çekilmesini ciddi bir biçimde değerlendirmek, nasıl ve neden feministleri ya yalnızlaştırdıklarını ya da onları hâkim kurumlarla –bu kurumları zorlamaktansa– çalışmaları doğrultusunda ufuklarını daraltmalarına sebebiyet verdiğini açıklamak gerekir. Tüm bu önemli alanları bir kenara bırakırsak, bu makale, daha ziyade,  birer tüketici olarak bizlerin pratiklerine taban oluşturan toplumsal baskılara odaklanmaktadır. Yazının devamında, piyasanın kendisinin nasıl ve niçin gerileyen (hetero)seksizmin geçmişte, bugün ve devam eden şekilde bir serası olduğuna dair basitçe birkaç görüş ileri süreceğim. 

Günümüz toplumunda yaşamak yoğun bir şekilde özel ve metalaşmış bir deneyimdir – kapitalizmin ilk aşamalarıyla tarihsel olarak ilişkilendirilmiş bir durumdur. Kapitalizmi önceki toplumlardan ayıran şeylerden biri özel, ev içi bir alanın gelişimi ve düzeltilmesidir – piyasa tarafından doğrudan karşılanamayacak insan ihtiyaçlarının bireysel olarak ya da (cinsiyetlendirilmiş veya cinsiyetçi) kişilerarası etkileşim sayesinde devam ettirildiği bir alan. Yani üyelerinin beslenme, giyinme ve eğitim gibi ihtiyaçlarını birlikte düzenleyen bir topluluktan ziyade, kapitalizmde bu işlerin bir çoğu yalnızlaştırılmış ailelere bırakılır. Bu manada, bedenlerimiz ve şahsiyetlerimiz için gerekli olan bakım –nedense birtakım akademisyenler tarafından “toplumsal yeniden üretimimiz” olarak adlandırılır– temelde özelleştirilmiştir.

Bedenler elbette ki daimi bir kamusal meseledir. Okullarda, hapishanelerde, işte ve başka her yerde kontrol altında tutulur ve eğitilirler. Toplum spor merkezlerinde fiziksel olarak idmana tabi tutulabilir ya da hükümet emriyle savaş zamanlarında ölmeleri istenebilir. Ve kamu sağlığı, refah ve eğitim sistemleri, her ne kadar bu hizmetlere sürekli getirilen fon kesintilerinin durumun tutarsızlığını kanıtlamasına rağmen, kişilerin sıhhatinin en azından kısmen (bireyselin aksine) toplumsal bir sorumluluk olduğunu varsayar. Ancak  toplumsal yeniden üretime dair bu kamusal ilgi, çok daha esas olan ilkenin başarısızlıklarını övmek ve bunları telafi etmek  doğrultusunda gelişmiştir: Kapitalizmde bireyin sorumluluğu bireyin şahsına ya da hane halkına aittir.

Bu durum, temelde özel girişim olsa da toplumsal yeniden üretim, yaşam araçlarına (beslenme, barınma, giyinme, vs.) erişimi gerektirir. Piyasa -malların alınıp satıldığı alan– kişisel toplumsal yeniden üretim faaliyetlerimize ancak aşama aşama dâhil olmuştur. Fakat süreç içinde yaşamlarımızda daha da merkezi bir yer edinmiş ve dokunaçları gitgide hayatın kişisel ve mahrem yönlerine uzanmıştır.

Erken kapitalizmde, hane halkı üyeleri hem kendi yiyecek, temizlik, giysi ve aydınlanma gibi temel ihtiyaçlarını, hem de aşk, seks, çocuk yetiştirme, boş zaman ve uyku gibi hayati deneyimleri (ya da “hizmetleri”) büyük oranda temin etmiştir – ki tüm bunlar piyasada o kadar da kolay satın alınamazdı. Sanayileşme ve şehirleşmeyle birlikte, tüketici için mal ve hizmetler, yüksek ücret ve böylece işçiler için daha fazla alım gücü ve kadınların (özellikle annelerin) ücretlendirilmiş iş gücüne dahiliyeti büyük bir dalga halinde geldi. Bütün bunlar, ev yapımı olmayan eşyalara karşı gittikçe büyüyen bir güven harekete geçirdi. Sonuç olarak bugün, hane halkı, tükettiğine oranla daha az üretim yapıyor,  ki tamamen olmasa da büyük oranda kadınların emeğiyle yürüyen, insani ihtiyaçların karşılandığı bir alanda yer alıyorlar: eşler ve anneler giysileri ve bezleri yıkıyor, alışveriş yapıyor, yemek hazırlıyor, diğerlerine sevgi ve şefkat gösteriyor, cinsel ve diğer zevklerin peşinden koşuyor ve onları  tatmin ediyor.

Yine de, kendimizi günlük bir zeminde yeniden üretme kabiliyetimiz şu an metalar etrafında dönüyor (satın aldığımız şeyler veya deneyimler). ABD’de ve Kanada’da artık uzun saatler boyunca çalışan insanlar yemeklerini hazırlamaları, evlerini temizlemeleri, çocuklarına bakmaları ve saçlarını kesmeleri için başkalarına para ödüyor. Spaların, genelevlerin, sinemaların ya da lunaparkların popülaritesinin tasdik ettiği gibi, bedenlerini rahatlatmaları ve tatmin etmeleri de şu an oldukça metalaştırılmış bir durum. Ve gitgide, eğitim ve sağlık hizmeti gibi bir zamanlar temel kamu hizmeti olan şeyleri tamamlamak ve onlara ulaşmak için piyasaya yönelmeye başladık.

Bunların hiçbiri kaçınılmaz ya da karşı durulamaz değil. İnsanların piyasa dışı deneyimleri ve alanları korumak için mücadele ettiği mühim ve süregelen anlar söz konusudur (bugünkü Quebec öğrenci hareketi gibi, halk eğitimine erişimi sağlamak, onu korumak ve savunmak için yapılan mücadeleler gibi). Ancak kapitalizm, metalar alemini durmadan genişletmek için – bir zamanlar ücretsiz olan malları ve faaliyetleri alınıp satılabilecek hâle getirmek amacıyla-- kendiliğinden bir eğilime sahiptir. Haneden piyasaya kadar uzanan toplumsal yeniden üretimimizin koşullarının kontrolünün el değiştirmesi, toplumsal yeniden üretme ihtiyaçlarımızı karşılamak için uğraştığımız koşullarda müthiş bir yankıdır.

Bunun bir sonucu yoksulluğun şiddetlenmesidir. Bu mallara ve hizmetlere gücü yetmeyenlerin  bunlara veya sunulan yardımlara dair bir güvenceleri yoktur. Dünya, nüfusunun kullanabileceğinden çok daha fazla yiyecek veya başka ihtiyaçlar üretmesine rağmen, yoksullar geçinmek için mücadele eder, her gün birçoğu yetersiz beslenmeden, barınma ve sağlık hizmeti yoksunluğundan hayatını kaybeder.

Başka bir nokta kişisel hayatlarımızın metalaştırılmasıdır. Toplumsal yeniden üretme araçlarını ve süreçlerini, insan ihtiyaçlarını karşılamak için değil, satmak ve kâr elde etmek için üretim yapan piyasaya ne kadar çok bırakırsak, bedenlerimizin ve kendimizin bakımı aşikâr piyasa tabanlı etkilerin o kadar boyunduruğuna girer.

Örneğin, hazır ambalajllı yiyecekleri tüketmek ya da dışarıda bir akşam yemeği yemek kendi fiziksel varlığımızı gözle görülebilir bir şekilde değiştirdi: çok tuzlu, yüksek karbonhidratlı yeme alışkanlıkları yüzünden Kanadalı ve Amerikalı bu yeni nesil daha kiloludur, şeker hastalığına ve bazı bilim insanlarının tahminine göre, aile üyelerinin (genellikle eşlerin ve annelerin) yiyecekleri evde ürettiği ve hazırladığı dönemlerdeki eski nesillere oranla daha kısa bir ömre yatkındır.

Bu makalenin en başındaki örneklerin açığa çıkardığı gibi, bu tüyler ürpertici metalaştırma en mahrem deneyimlerimize kadar uzar. Aslında, piyasa mantığı ve kişisel mahremiyetin doğası arasında bir simetri vardır. Ortak bir değeri paylaşırlar: Arzu. Reklam endüstrisi, tüketicinin derinde yatan isteklerini ve tutkularını – erotik fantezilerimizi ve yaşamlarımızı tanımlayan ve yöneten dürtüleri – araştırmak ve bunlara oynamak için milyarlarca dolar harcıyor. Böylece insanlara arzunun kendisini, özellikle cinsel arzuyu pazarlamaktan daha uygun ne olabilir ki?

Fakat piyasa, cinsel ihtiyaçları ve arzuları tatmin edecek mal ve hizmetlerin reklamını yaparken, yaşamlarımızın en mahrem yönlerinden bazılarını şahsiyetsizleştirir – aslında makineleştirir--. Bu deneyimler kâr güdümlü bir piyasada gayri şahsi mal ve hizmet dolaşımının nesneleri olur. Bir ölçüde, bu metalar bireysel bedenlerin ve şahsiyetlerin, yani insani ihtiyaçların gerekli birer parçası değildir. Sonuç olarak önemsiz ve zararsız görülebilirler. Başka bir ölçüde, insanlar onları bir hayli kişisel ihtiyaçlarını karşılama amacıyla satın aldıklarından ve kullandıklarından, kendi mahrem şahsiyet anlayışımızı yapılandırmaya ve etkilemeye yardımcı olurlar. De Beers’in 1930’ların sonundaki pazarlama kampanyaları yüzünden pırlanta yüzükler bizim romantizm anlayışımızı şekillendirdiği gibi, bugün tavşan logoları, Brezilya ağdaları ve Cosmo TV, cinsiyet ve cinsellik beklentilerimizi ve deneyimlerimizi şekillendirmeye katkı sunuyor.

Bu gidişatın nostaljik aile savunmasını nasıl kışkırttığını ve özellikle çocukları piyasanın bu öfkeli, yozlaştırıcı etkisine karşı nasıl bir kalkan gibi kullanmaya sürüklediğini görmek zor değil (örneğin daha fazla “aile yemeği” yapılması). Piyasanın saldırısını geri püskürtmeye çalışmayı savunurken, yaşamlarımızın metalaştırılmasının, böyle bir aile-savunucusu konumun genellikle ima ettiği üzere toplumsal ya da ahlaki gerilemeyi işaret etmediğini açıklamakta fayda var. Bakımın toplumsal yeniden üretimini piyasa sayesinde değil de ailelerde düzenlemenin doğası gereği ilerici bir yanı yoktur. Bunlardan ilki, yani aile her türlü kabul edilmemiş, doğal, politik – genellikle ataerkil—görünen güçle biçimi değiştirilmiş bir bağlamda yer alır. Bu sınırlardan kaçmak, ihtiyaçlarımızı ailesel ilişkilerimizin dışında karşılayabilmek, bireyler  için inanılmaz derecede önemli olabilir.

Aslında, cinsellik satar; çünkü bir bakıma piyasa, sadece ailelerin değil daha genelde toplumun, aksi durumda bizim bastıracağımız ve değersizleştireceğimiz taleplerini onaylar ve takdir eder. Arzularımız, bedenlerimiz, cinselliklerimiz, kendimizin ve gelecek nesillerin bakımı ve geçimini sağlama taleplerinin ve de aynı zamanda ihtiyaçtan ziyade kâr etmenin değerli görüldüğü bir dünyanın olağan olarak altında ezilmekte ve perdelenmektedir.    Bizleri daha şen, güçlü konuşan-arzulayan bedenler olmaya, bir başka deyişle insanlığımızın hayati yönlerine davet ederek, cinselliğin piyasa tabanlı kutlaması, bu baskıcı güçlerin aleyhinde işliyor. Metalar böylece bir özgürlük aurası, toplumun bir zamanlarki baskıcı sınırlamalarının terk edilişini üretiyor.

Bu nedenle, bazı feministler gelişmekte olan ve kabul gören “cinsiyet-yanlılığının” bir kanıtı olarak gördükleri çağdaş pop kültürün hiper-seksüel açık doğasını kucaklıyor. Kadınların sonunda kendilerini cinsel varlıklar olarak kabul ettikleri, kendileri için cinselliklerini onaylayıp tanımlayacakları bir alan bulduklarını savunuyorlar. Ama bu bakış açısı ziyadesiyle toy kalıyor. İnsanların cinsiyetin ve cinselliğin kabul edildiği ve onaylandığı bir alana sahip olması ne kadar önemli olsa da, piyasa özgürlük için doğası gereği sınırlı bir strateji sunar.

Öncelikle, kendine güvenen, pozitif bir cinsellik deneyimi, uygun (moda olan) mal ve hizmetlerin satın alınması için koşullandığı sürece, bunlara gücü yetmeyenler dışlanacaklar. Piyasa böylece en iyi ihtimalle bireysel bir kendini ifade etme “özgürlüğü” sunar (hangi mal ve hizmetlerin hangi verili zamanda kâr getireceğine dair sınırlı bir tanımlamayla). Fakat bu, eşitlik ve demokrasinin bedeli olarak karşımıza çıkar.

Ayrıca, piyasa insan ihtiyaçlarına kayıtsızdır. Metalar kâr üretmek için var olur. Rahatlık, tatminiyet ve beslenme her zaman ikinci planda olacaktır (eğer kaale alınıyorsa). Peki ya eşitlik, insan hakları ve adalet? Tabii, bunlar satmayacak şeylerdir. Aksine piyasalar insanın hevesine ve hasretine bel bağlar.

Son olarak, popüler kültür cinsel olarak ne kadar açık ve kışkırtıcı olursa olsun, geleneksel toplumsal cinsiyet tipli, (hetero)seksist görenekleri kullanan ve bunları yeniden ileri süren, göze batan şekilde durağan ve sınırlı mahremiyet ve cinsellik imajının reklamını yapar. Bunun nedeni iş yerindeki işletme stratejilerinin şaşırtıcı şekilde muhafazakâr olmasıdır. Ateşimizi söndürmede, pazarlamacılar mal ve hizmetlerini riskli olarak biçimlendirmekte uzmandırlar. Fakat başarıları, alıcıların zaten bildiğinin çok daha ötesine giderek onları yabancılaştırmadan ayartmaya bağlıdır. Ve tüketicinin bildiği, son derece toplumsal cinsiyetle bölünmüş, ataerkil kültürdür.

Bu sayede, ergenlik öncesi çocuklara seks bileklikleri satmak, hafifmeşreplik ve yaş hakkındaki belli rahatlık alanlarını yukarı doğru çekerken, bir yandan da –(hetero)seksist bir cinselliği destekleyen – diğer varsayımları ve normları olduğu gibi bırakıyor. Bilekliklerin öne sürdüğü gelişkin cinsellik imajı, ataerkil göreneklere katiyen meydan okumuyor. Sonuç olarak, riskli görünen şey şu ki, iyi kötü, cinselliğin sınır tanımaz ifadesi, toplumsal cinsiyet, cinsiyet ve cinsellik kavramlarının eskide kalmış, muhafazakâr algılarını yeniden kazanıyor ve bunları tekrardan ileri sürüyor. Bu cinsel “karşı-devrimi” tehdit eden dahice yazılmış bir makalede, feminist blog yazarı Laura Pennet, okuyucuya “kadın itaatinin hiç bu kadar şok edici olmadığını” hatırlatıyor. (Sınıf, yaş, ırk ve başka bariyerleri aştıkları için, çeşitli “standart dışı cinsel trendleri” listelemeye devam ediyor.)

Eğer piyasalar, birtakım şeyleri iyileştirmezse, ne olacak? Bunu cevaplamak için, toplumsal yeniden üretimimiz için piyasaya veya özel haneye bağlı olmayacağımız bir tür toplumu nasıl düzenleyebiliriz sorusunu sormak gerek. Bazıları için bu, tüketici toplumdan vazgeçmeye çalışmak, demokratik bir şekilde düzenlenmiş komünlerde yaşamak anlamına gelir. Fakat böyle bir strateji, kapitalist sınıf yapısına ve onun devletine, insanları ilk elden özel ailelere ve piyasalara sevk eden güçlere meydan okumayı başaramaz.

Sosyalistler, kadınların tamamen özgürlüğünün, tüm çalışan ve yoksul kadınların –ve onların hayatlarındaki erkeklerin—yalnızca kendi yeniden üretme süreçlerinin kontrolünü elde etmek için değil, aynı zamanda toplumun mal ve hizmet üretmek için düzenlenme yönteminde kontrolünü ele geçirmek için savaşmalarıyla mümkün olacağını öne sürüyor. Yani bu, sadece kapitalizmden kurtulursak, kolektif ve demokratik bir şekilde, mal ve hizmetlerin kâr için değil, temel insan ihtiyaçları için üretildiği bir sistem kurarsak ve ne tür toplumsal ilişkileri yaratmak istediğimizin kararını verebilirsek mümkün olabilir –bu mal ve hizmetlerin mahrem ihtiyaç ve arzularımızı da karşılayacağı şekilde--. Lakin bu daha büyük hedef için çalışırken, kişisel olanı sadece kamusal değil, aynı zamanda pişmanlık duymadan politik yapmak için de beraber çalışmak iyi bir fikir olacaktır.

Susan Ferguson New Socialist Webzine’in editöryel bir ortağıdır.