'HALK OYUNLARI' CEPHESİNDE DEĞİŞEN BİRŞEY VAR MI?
Jüri Üyeleri
kaynak: http://www.altinadimlar.com/img/1juri_b.jpg
TRT 1’de 13 hafta boyunca yayınlanan “Televizyonların İlk Türk Halk Oyunları Yarışması” Altın Adımlar sona erdi. Halk Oyunları Federasyonu’nun desteğiyle hazırlanan; 13 dernek ve kurumun yarışmacı olarak katıldığı programda, ağırlıklı olarak yarışma formatlarından alışkın olduğumuz yöreleri izledik. Bununla birlikte; özellikle yarışma aralarında programın ritmini yükseltmek amacıyla çağrılan konuklar, Anadolu Ateşi’nden bölümlerden köçek danslarına, oryantal [[dipnot1]] , Latin ya da sufi dansları..vd.ne uzanan çok farklı dans türlerini de sahnelediler.
Ben de, yıllardır kültürel çoğulcu bir perspektifle bu alanda çalışma yürüten bir grubun üyesi olarak, yarışmayı merak ettim ve mümkün olduğunca takip etmeye çalıştım. Hatta final programında sıkça duyurulan Türkiye Halk Oyunları Federasyonu yarışmasının bir gününü bile izledim. Çocukluk yıllarımda bu yarışmalara katılmıştım; sonrasında bu hakim yarışma anlayışına alternatif çalışmalar yürütmeye çalışırken, yarışmaları seyretmekten bile kaçar hale gelmiştim. Programın benim gibi “oyunculara” en büyük katkısı, ne olup bittiğini yeniden değerlendirme fırsatı bulmak oldu.
Peki neydi bir türlü değişmeyenler?:
Öncelikle Ömer Asan’ın 18 Mayıs’ta yine bu sütunlarda yayınlanan görüşlerine katıldığımı belirtmeliyim. Halk kültürlerinin yarıştırılmasına ben de pek bir anlam veremiyorum. Asan’ın da yazdığı gibi, bu yarışmalarda genellikle “…disiplin, itaat ve tektiplilik öne çıkarılıp oyuncuların inisiyatif kullanmaları engelleniyor… Dolayısıyla oyuncunun özgürce oynama ve kimliğini ifade etme hakkı elinden alınıyor.”[[dipnot2]] Sahnelenen oyunların “Türk Halk Oyunları” olarak ifade edilmesinin eksik olduğuna da kesinlikle katılıyorum. Bu ifade, halk oyunları piyasamızın ve milliyetçi söylemlerin -tarihsel- işbirliğinin en belirgin göstergesiydi;[[dipnot3]] görünen o ki hâlâ da öyle…
Yarışmanın birincisi: HOYAT
kaynak: http://www.altinadimlar.com/gruplar.html
Milliyetçi söylemin yeniden üretimi…
Yaşar Çabuklu, -artık ne yazık ki yayınlanamayan Sempatik Dans dergisindeki- bir yazısında4 ; ulusların inşa edildiği 19. yüzyılda milli birliğin gücünü sergilemek için düzenlenen törenlerde sergilenen kitlesel jimnastik gösterilerinden bahseder. Disipline, itaate dayalı bir yurttaşlık idealini öne çıkaran bu gösterilerin bir amacının da; sınıfsal ve bölgesel farkların üzerini örterek, üniter bir ulus miti yaratmak olduğunu belirtir. Bu toplu gösterilerde birey kendini kaybetmekte; bir örnek, uyumlu bir kitlenin parçasına dönüşerek onun içinde eriyip gitmektedir.
Ülkemizdeki yarışmalarda da değerlendirme kriterlerinin en önde geleni “senkronizasyon”dur. Çalışmalarda “en iyi yapan” dansçı grubun önüne konur ve herkesin onun gibi yapması için saatlerce ter dökülür. Herkes birbirine benzediğinde hedefe ulaşılmıştır.
Türkiye Halk Oyunları Federasyonu’nun Yeditepe Üniversitesi’nde düzenlediği kulüpler arası yarışma bu çalışma sürecinin sonuçlarını bana tekrar hatırlatmış oldu: ödülleri kazananlar “tek vücutmuşçasına” dans edenlerdi. Federasyon Başkanı Mehmet Sertaç Demirtaş, ödül töreninde yarışma kriterlerinin kökten değişmesi gerektiğini ifade etti gerçi ama; ben bu tek tipleştirici-milliyetçi yaklaşım değişmedikçe kabul edilecek yeni kriterlerden de pek ümitli değilim açıkçası…
13 Temmuz 2008
Geleneksel Dal-Gençler Kategorisi finalinin birincisi Erzurum ekibi (Dumlu Bel. G.S.K) ve ödül töreni
Yarışmanın web sitesini tıkladığınızda karşınıza çıkan tanıtım filminde size şöyle sesleniliyordu: “Her yöresinden Anadolu’nun tüm renkleri… Anadolu’nun tüm sesleri ve ritimleri evinize geliyor….” Ancak belki renk ve ritim olmasa da dil körlüğü olduğu ortadaydı. Canlı icra edilen ya da kayıttan verilen tüm şarkılar Türkçe’ydi. Yarışmacılar aralarda kostümlerden…vs. bahsederken Yezidi", "Süryani" ya da "Kürt"lerin lafını açacak gibi oldular ama özellikle sunucu Korhan Abay durumu toparlamayı bildi. Yarışmanın en ilginç taraflarından biri ise, bir hafta gruplardan birinin semah gösterisiyle yarışmayı seçmiş olmasıydı.
Programın son haftalarında stilize oyunlarda zorlanan ekipler, jüri üyelerinin de teşvikiyle çareyi tiyatrallikte aradılar. Gösterilerini “hey!” diye bağırarak bitirmemek için küçük kurgular oluşturdular. Tabii muhtemelen oyunculuk meselesini daha önce gündemlerine almadıkları için de üç-dört günde çalışıp fazlasıyla kötü sergilemeler yaptılar. Jüri üyelerine sevimli görünmek için çalıştırıcılarının “gülümseyin” uyarılarına uydukları fark ediliyordu.
Yarışmacılar, jüri üyelerinin ifadesiyle “omuz omuza olmaya en çok ihtiyaç duyduğumuz bu günlerde” akla ilk gelecek olanı denediler: bayraklar çıkarıldı: damatlar askere alındı; taze gelinler şehitlerin ardından gözyaşı döktü…vs. Böylelikle hakim milliyetçi-militarist söylemi –tabii ki sahne diliyle- yeniden üretilmiş oldular. Duygulanan jüri üyelerimizin yorumu “bu topraklarda yüzlerce yıldır takım oyunu oynanıyor” idi.
Hoyat’ın bir sahnesinin finali: …Cephede Mustafa Kemal…
kaynak: http://www.hoyat.info/images/Altinadimlar/denizli/14.jpg
Naz yapan, beşik sallayan, şehitlerin ardından ağıt yakan kadınlar…
Kadınlardan söz açılmışken; stilize bölümlerde, dansları daha iyi “kıvırdıkları” için ön plandaydılar. Ayrıca her zamanki gibi aşk sololarının naz yapan tarafıydılar. Düğün öncesinde damat adayı ve baba arasında sıkı bir pazarlık döndü; baba oğlanın sevgisinden emin olunca kızını verdi. Nihayet düğün günü naz yapan gelin, damat altınları gösterdikten sonra güzel yüzünü gösterdi. Kadınlar tabii ki başka işlevler de edindiler; hayatlarımızdaki -toplumsal cinsiyete dayalı- işbölümlerini hatırlattılar bize: erkek çalışır, kadın testiyle su getirir; jüri yorumuyla her zaman birbirini tamamlayan bu iki cins mütemadiyen “yardımlaşır”! Tabii ki sahnelenen benzetmeci oyunlarda kadınlarımız dua da ettiler, çocuk da baktılar, yemek de yaptılar…
kaynak: http://www.altinadimlar.com/fotogaleri.html
Ya bir şeylerin değişeceğini düşündürtenler?
Geleneksel bölümlerin hakkını veren ama stilize oyunlarda zorlanan oyuncularımıza jüri üyelerinin tavsiyeleri netti: sahne sanatlarıyla uğraşacak insanlar fiziğine dikkat etmelidir; bu iş genellikle 35 yaşında biter; günümüzde fiziksel kondisyon ve performans önem kazanmaktadır; bedensel ifade sorunlarının üzerine gidilmelidir…vs.
Anlaşılacağı üzere, bundan sonra, yarışmacıların -kurumları içinde sorun yarattığını belirtikleri- stilizasyon, tiyatrallik ve kurgu denemeleri; geleneksel yarışma formatına eklenmesi mümkün olan öğelerdir. Ve “halk oyuncu”larımız Anadolu Ateşi, Shaman gibi grupların yolunu açtığı formatla daha yakın alışverişlerde bulunacak ve “dansçı” olmaya başlayacaklardır.
Eğer bu şekilde yapılan işin bir “sahne sanatı” olduğu vurgulanıyorsa; bedensel ifadenin yanı sıra; dramaturji, oyunculuk, kurgu, ışık gibi tiyatral öğelerin gündeme gelmesi doğaldır. Eğer müzecilik, otantikçilik gibi anlayışları terk etme, kültürü dinamik bir unsur olarak kabul etme derdindeyseniz; sergilediğiniz danslara, kültürel ortamlara dair araştırma yapmak ve bir söz söylemek -dramaturjik yön berlirlemek- durumunda kalırsınız. Ya da birkaç iyi ilişki -dolayısıyla maddi kaynak- ve pazarlama stratejisiyle ayakta durmayı da seçebilirsiniz. Önünüzde takip edilecek gösteri formatları da var; bir sürü konservatuvar mezunu da böyle cesur girişimcileri bekliyor zaten.
Eğer bu niyetler bir şekilde sahne üzerine taşınacaksa; tabii ki yarışmaların değerlendirme kriterleri de değişime uğrayacaktır. Türk Halk Oyunları Federasyonu başkanı da bu farklılaştırma çabasının sinyallerini veriyor aslında. Ancak son döneme ait bu birkaç küçük gözlem, değişim sürecinin o kadar da kolay –ve dolayısıyla çabuk- yaşanmayacağını gösteriyor. “Folklor” her zamanki gibi bir mücadele alanı olmaya devam edecek, şimdilik görünen o…
Berna Kurt: Öğr. Gör. ve dansçı (Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu)