Güneşli Pazartesi'nin yaratıcıları ve aynı zamanda gösteriyi sahneleyen Şafak Uysal (Laboratuar) ve Bedirhan Dehmen (BGST) ile yaptığımız söyleşiyi sizlerle paylaşıyoruz. Ses ve görüntü tasarımını Doğuş Bitecik (Laboratuar), ışık tasarımını Ulaş Yatkın ve teknik koordinasyonunu Can Çanak'ın gerçekleştirdiği ve erkekler arası dostluğu temel alan bir fiziksel tiyatro olan Güneşli Pazartesi 2007'nin Mart ve Haziran aylarında Garajİstanbul'da sahnelendi. Gösteri, Ekim 2007'den itibaren yurtiçi ve yurtdışında sergilenmeye devam edecek.

Güneşli Pazartesi projesi nasıl gündeme geldi ve "erkeklik" temasını nasıl seçtiniz?

B.D.: Elimizde, aynı üniversitede bir buçuk yıldır ders verme ve bu esnada da birbirimize yol arkadaşlığı etme gibi bir başlangıç noktası var. Bir de üniversite ve sonrasında hem dans hem kuram üzerine çalışmalar yapmış iki kişinin danstan ve güncel hayatlarından yola çıkarak konuşacak çok şeyinin olması durumu söz konusu. Süreç içinde, daha önce yapılan işler ve güdülen kaygılardan yola çıkarak ortak bir zemin oluştu. Bu noktada "Beden Ek" projesi kapsamında bir teklif gündeme geldi. O teklifle birlikte uzun süredir konuştuğumuz bir sürü meseleyi bir proje içinde pratiğe dökmeye karar vermiş olduk. Başlangıçta aklımızda net bir tema yoktu. Sadece kalabalık olmayan, ortak dertlerimizi somutlaştırabileceğimiz bir proje fikriyle yola çıktık.

Tüm bu süreç ne zaman şekillendi?

Ş.U.: Proje Eylül 2006'da gündeme geldi. Biz Ekim'de çalışmaya başladık. Nasıl bir fikir ve çerçeveye yaslanacağımızı netleştirmemiz Kasım-Aralık aylarına rastlıyor. Provalara Ocak 2007'de başladık. 20 Mart 2007'de de ilk gösterimizi yaptık.

Anlaşılan, günlük yaşam pratikleriniz gösterinin iskeletini oluşturmuş. Vapura binen iki erkeğin birbiriyle dost olma süreci, paylaştıkları ve paylaşamadıklarıyla…

B.D.: Bir ortak deneyim var ve o ortak deneyim aslında çok merkezi bir yer teşkil ediyor esere baktığınız zaman.

Ş.U.: Fakat daha önemli nokta şu ki biz temadan önce bir yaklaşım ortaklığı geliştirdik. Dans çevresinde gelişen pratik ve söylem alanına bir şekilde bir müdahalede bulunmak istedik. Bunun, hem reji ve dramaturjik altyapı hem de estetik form itibariyle nasıl şekilleneceğine ilişkin ortak kaygılarımız vardı. Bu kaygılara ev sahipliği yapacak bir içeriğin şekillendirilmesi daha sonra devreye girdi ve ikimizi birden ilgilendiren meselelerin arasında dolaşmaya başladık. Gündemimizi işgal etmeye en müsait olanı erkeklikti. Zaten bir araya gelişimizin kendisi "erkekler arası dostluk" gibi bir tabana dayandığı ve orada halihazırda masaya yatırabileceğimiz pek çok deneyimimiz olduğu için buraya yöneldik.

Dans alanına müdahalede bulunma kaygısını ve ortak kaygıları biraz açabilir miyiz? Var olan şekliyle dans alanında sizi rahatsız eden şey nedir?

Ş.U.: Ben çağdaş dans alanında çalışıyorum ve sonuçta temel odağım hep bu oldu. İlk organizasyonunda bizim de yer aldığımız 1999 tarihli ODTÜ Çağdaş Dans Günleri'nden bu yana, alanda ciddi gelişmeler var. Son 2-3 yıldır bu gelişmede bir durulma yaşandığını gözlemliyorduk. Ekol denemeyecek olsa da ağırlıklı olarak soyut bir dans ve beden dilinin ön planda olduğu belli kanatlar oturmaya başladı.

Buradaki temel eleştiriniz soyutluk mu?

Ş.U.: Soyutlama bir yöntem olarak hepimizin kaçınılmaz olarak kullandığı bir şey; çünkü eninde sonunda sahnenin gerçeklik sınırları dahilinde bir bütün oluşturmaktan bahsediyoruz. Ama yöntem olmaktan çıkıp salt bir araca dönüştüğünde, soyutluk sorunlu bir mesele haline gelebiliyor. Bunun dışında dans alanında, içerik-form ilişkisine dair tutarsızlıklardan ya da genel olarak bir fikirden yola çıkmak anlamındaki yoksunluktan bahsetmek mümkün. Sırf birtakım estetik kaygılara hizmet ettiği için, basitçe arka arkaya dizildiğinde iyi gözüktüğü için, ya da birtakım hâkim yaklaşımları temsil ettiği için değer atfedilen bir dolu koreografi izliyoruz. Bunların içinde yeni yeni sivrilmeye başlayan bir dolu genç zihin ve birçok proje var. Ancak Türkiye'de yeterince olgunlaşmış, belli bir tutarlılık geliştirmiş, kendi çizgisini oluşturmuş çok fazla ismin olduğu iddia edilemez. Bilinen bir iki belli başlı isim vardır, ama alternatif bir modelden bahsetmek mümkün değildir. Biz de bu genel duruma yönelik kendi duruş noktamızdan yola çıkarak, bir yaklaşımda ortaklaşmaya çalıştık. Bu yaklaşımın temel bileşenlerinden biri de günlük hayatlarımızdan ve seyircisinden kopuk olmayan, bu anlamda seyircisiyle de en az kendimizle olduğu kadar kuvvetli bir ilişki kuran bir iş ortaya koymaktı.

Güneşli Pazartesi'yi Fiziksel Tiyatro olarak tanımlamanızın nedeni nedir?

Ş.U.: Benim son yıllardaki eğilimim şu: içeriği ne olursa olsun –dans, akrobasi, tiyatro, mim– herhangi bir sahneleme durumunun söz konusu olduğu her etkinliği aslında tiyatro üstbaşlığı altında değerlendirmek. Anlatım yöntemi ya da ifade dili farklılaşabilir, bunun içerisine beden ya da söz kullanımı dışında başka araçlar da (video, müzik, ses, vb.) girebilir; ama sahneleme varsa orada tiyatro var demektir.

Fiziksel Tiyatro bu üstbaşlığın altında nasıl konumlanıyor?

B.D.: Fiziksel tiyatro dediğimizde, her şeyden önce, DV8 Physical Theatre'la özdeşleşmiş bir yaklaşımdan bahsediyoruz aslında. Bu yaklaşım da, daha çok fiziksel aksiyon merkezli bir beden kullanımı ve dans anlayışını tarif ediyor. Fiziksel tiyatro, bu tarife eşlik eden iki tane de temel "değilleme" barındırıyor: Hareket olsun diye hareket, estetik olsun diye hareket anlayışlarına karşı... Birincisi, neden hareket ettiğimiz sorusuyla ilişkili: Ortaya konan hareketin, güzelliğin ötesinde bir dayanağı olması gerektiğine, belli bir durumun ifade kazanmasına hizmet eden bir araç olarak kullanılması gerektiğine işaret ediyor. İkincisi ise, bale ve modern dansın artık klasikleşmiş çizgilerine atıfla söylenen bir şey; ilginçtir ki çağdaş dans da aynı tehlikeyi barındırıyor. Burada önemli olan, sahne üzerinde, hâkim güzellik anlayışlarına ya da -deneysel veya geleneksel– hâkim estetik kodlara talim eden tablolar kurmanın ötesinde, belli dertlerin, çeşitli araç ve formlarla ifade kazandığı estetik bir dil arayışı olması.

Ş.U.: Bu noktada, başı ve sonuyla belli bir bütünlüğü olan ve belli bir dramaturjik arka plana yaslanan bir eser yapma kaygısı devreye giriyor. Ki, bu tip "merkezi" ve "bütünlüklü" yapıları eleştirmek artık, en azından günümüzde, çok kolayken, bu merkezi sorunlu kılmak ve yerinden oynatmak amacıyla bile olsa benzer yöntemlere yöneldiğinizde işin ne kadar zor olduğunu anlıyorsunuz.

Farklı bir dans dili kurmak için etkilendiğiniz isimler arasında DV8 dışında kimler var? Gösteriyi Pina Bausch ekolüyle nasıl ilişkilendiriyorsunuz?

B.D.: Hem DV8'i hem de Pina Bausch'u ilham kaynağı ve kuvvetli referanslar olarak işaret edebiliriz. Ama gösterinin aslında bizim de içinde yer aldığımız BGST ve Laboratuar'ın genel anlayış ve birikimlerine yaslandığını söylemek yanlış olmaz. Son iki yılda BGST'de yürütülen fiziksel aksiyon merkezli dans ve sahneleme çalışmalarının gösteriye doğrudan getirisi olduğunu düşünüyorum. Şafak'ın sahne kuruluşundaki deneysel tecrübelerinin de ciddi katkısı oldu gösteriye.

Ş.U.: Özetle, farklı yönelimlere açık bir ortamda, deneyimlerin ve birikimlerin çarpıştırılması da diyebiliriz buna. Bu tip çalışma ortamlarının kurulabilmesini önemsiyoruz. Bunu yaparken asıl mesele, genel prensipler oluşturarak bir ortaklaşmanın ve daha güçlü bir zeminin inşa edilebilmesi. Parantez olarak eklemeliyim, eserin Pina Bausch tarzına çok da yakın olduğunu düşünmüyorum.

B.D.: Pina Bausch'tan etkilenmek derken, kurduğumuz imgelerin aslında ne kadar toplumsal alana dair, bireysel ile toplumsalın kesiştiği yere dair olduğundan bahsedebiliriz. Ama Pina Bausch imgelerinin pek çoğu okunması çok zor olan ve kendisini kolay ele vermeyen imgeler. Yani bütününden bir etki alırsın ama tek tek bölümlere baktığın zaman ne söylediğine dair çok somut bir veri alamazsın. Güneşli Pazartesi'de, fiziksel aksiyon biraz daha merkezde. Bir de erkekliği erkeklere indirgeyen bir yaklaşımımız var. İndirgemeci olmak pahasına denebilir ki, erkekliğin doğası, öyle bir doğadan bahsedilebilirse eğer, aslında o kadar komplike değil. O yüzden de, Bausch eserlerinin aksine, o kadar da dolambaçlı olmayan bir dil tercih edilebilir diye düşündük.

"Güneşli Pazartesi, erkekler arası dostluğu temel alan bir fiziksel tiyatro" diyorsunuz. Erkekler arası dostluk dendiğinde ise yaygın olarak eşcinsellik akla geliyor.

B.D.: Dans alanına bakıldığında, klasik erkekliğe dair eleştirisini ortaya koyarken ağırlıklı olarak eşcinsel temalardan yola çıkan, bu anlamda da eşcinsellikle heteroseksüellik arasındaki karşıtlıklar üzerinden heteroseksist otoriteyi bir şekilde sarsmaya çalışan örnekler var. Bazen de erkekliğin parodisini yaparak ironik taraflarını ön plana çıkaran, aslında ağlanacak ama güldüğümüz erkeklik hallerinin resmini çizen işlerle karşılaşıyoruz. Biz "bu iki tavırdan da sıyrılmanın yolları var mı?" gibi bir soruyla yola çıktık. Zaten eserin çıkış noktalarından biri de iki erkeğin ilişkisinin bu kadar zor bir mesele olması ve genelde de komikliğe yaslanarak bir şekilde kenarından sıyrılınan ve aslında gerçek anlamda temas edilmeyen bir mesele olmasıydı.

Ş.U.: Bu anlamda tabii ki dertlerimizden biri erkeklik kategorisinin mevcut maşizan veya maskülen kodlarının bir şekilde ifade ve deşifre edilmesi. Ama bunu yaparken erkeklik kodlarının, yaşadığımız toplumda ve dönemde henüz açığa çıkarılmamış temas, yakınlık, paylaşma, birlikte yan yana durabilme gibi olasılıklara zemin oluşturabilme potansiyellerine de değinebilmek istedik.

Erkek dostluğu ile eşcinselliği nasıl ilişkilendiriyorsunuz? Erkeklerin birbirleriyle gerçekten dost-arkadaş-yoldaş olmaları mümkün mü?

B.D.: Bu noktada, eşcinsel dramaturji yerine "homo-social bond" kavramı üzerinden ilerlemeyi tercih ettik. Yani aynı cinsten insanlar arasındaki toplumsal ilişki veya bağın kendisine dair bir eser Güneşli Pazartesi. Bu bağ zorunlu olarak eşcinselliğe yönelmek durumunda değil; benzer biçimde zorunlu olarak eşcinselliği dışlayan bir yerde de durmuyor. Bir yandan iki erkek arasındaki ilişkinin toplumsal olarak kabul gören eril ilişki modelleriyle sınırlanması, diğer yandan da bir erkeğin diğeriyle eşcinsel bir ilişki düzlemine çekilmeden temas edebilmesi olasılığının tamamen dışarıda bırakılması ve bunun içselleştirilmiş olması bizim temel sorunsallarımızdan biri diyebiliriz. Bu, cinsel kimlik tercihlerimizden çok, bir toplumsal cinsiyet kategorisi olarak erkekliğin nasıl tanımlandığı ve erkekler arasında nasıl yaşandığıyla ilgili bir durum. 

Gösterinin son sahnesinde icra ettiğiniz iki erkeğin "tangovari" dansı da sizin duruşunuzu-tavrınızı ifade ediyor diyebilir miyiz?

Ş.U.: Mesela o sahne kalabalık bir bölüm olsaydı ve 5-6 kişilik bir ekiple icra edilseydi belki bu şekilde değerlendirilmeyecekti. Çünkü kolektif erkeklik ya da erkekliğin kolektif bir biçimde paylaşılması kültürel olarak insanların daha rahat yaklaşabildikleri, konuşabildikleri bir mesele; o durumda ilk akla gelen soru bu kolektif ilişkideki eşcinsellik potansiyeli olmuyor. Ama tam da iki kişinin arasındaki ilişkiye daraldığı andan itibaren çok ilginç bir biçimde ilk akla gelen şeylerden biri eşcinsellik oluyor. Bence esas önemli olan, iki özne, çok somuta indirgenmiş iki birey ve bu iki bireyin ilişkisi üzerinden dostluğun tarif ediliyor olması. Bu bizi ve seyirciyi daha riskli bir bölgeye davet ediyor.

Bu noktada seyirciyle kurulan ilişkiye ve seyirci tepkilerine de geçsek… Samimi bir sahne dili hedeflenmiş. Bu, seyirci tarafından da böyle algılandı mı? Nasıl tepkiler aldınız?

Ş.U.: Günümüz seyircisi dansa belirli bir ‘fobi'yle yaklaşıyor. "Dans gösterisine gidip bir şey anlamadan çıkmak" gibi çok yaygın bir söylem ve deneyim var. Biz bir anlamda bunu aşmaya dönük, seyirciyle daha ilişkili, daha güçlü bir iletişim kuran bir eser yapma kaygısıyla yola çıktık. Bu demek değil ki çokkatmanlı bir yapıdan vazgeçtik ya da kolaylıkla hazmedilebilir bir hap sunduk. Bunun yerine seyirciyi daha tanışık olduğu yerlerden başlayıp daha az tanışık olduğu sulara doğru açılmaya teşvik etmenin yollarını aradık. Belli bölümlerin ucunu açık bıraktık –ki bunlar tam da seyircinin "anladık" diyerek başladığı, ama sonra aslında o kadar donanımlı olmadıklarını fark ettikleri bölümler. Bunun formla ve yapmak istediğimiz şeyle tutarlı olduğunu görmek gerçekten sevindirici. Aldığımız seyirci tepkileri içerisinde en baskın olanı herkesin salondan çok sıcak ayrılması diyebilirim. Çıkıp şöyle keyifli bir sigara yakmak isteyen çok olmuş, orası kesin. Çok az negatif eleştiri aldık. Onlar da ağırlıklı olarak bazı bölümlerin uzaması ve sarkmasıyla ilgili, bizim de çözüm bulmaya çalışacağımız konular…

Dans camiası nasıl yaklaştı gösteriye?

B.D.: Camianın kendi içinden gelen tepkiler biraz daha farklılaşıyor. Dışarıdan ve camianın belli bir bölümünden fazla pozitif denebilecek eleştiriler alırken, çağdaş dansla ilgilenen diğer bazı arkadaşların "farklı bir şey olmuş" demekle yetindiklerini söyleyebiliriz.

Ş.U.: Ki camiadan temasta olduğumuz insanlarda ikimizin bir araya gelmesiyle ilgili ciddi bir beklenti oluşmuştu. Pek çoğu aslında tam da bekledikleri gibi, yeni kapılar aralayan bir sonuçla karşılaşmışlar ki çok haz aldıklarını söylediler. Bedensel potansiyellerimizin gösteride kullanılandan daha ötede bir şeyler yapmaya müsait olduğu ifade edildi. Fiziksel kapasite olarak mutlaka yapabileceğimizin en ucuna gitmemiz gerekmiyor bence; ama yine de bunu değerlendirmek gerekli. Bunun dışında, eserin kendi iç tutarlılığı adına bazı uçlarını belki biraz daha keskinleştirmek gerekiyor gibi gözüküyor. İleride bunlar üzerine de çalışabiliriz.

Güneşli Pazartesi'de dekor, görüntü ve ses efektleri kullanımı sahneyi önemli ölçüde belirliyor. Bu başlıklarda nasıl bir çalışma yürütüldü?

B.D.: Dansla farklı sanat dallarının etkileşimi çok önemli bir potansiyel barındırıyor. Bu süreçte Doğuş Bitecik gösteriye bir eşlikçi değil, eseri beraber ürettiğimiz bir üçüncü kişi olarak eklendi. Kullanılan ses/müzik ve özellikle de görüntü öğeleri bir noktadan sonra gösteriyi tamamen dönüştürmeye başladı. Laboratuar ekibinin geri kalanının teknik desteği de önemli bir yer tutuyor.

Ş.U.: Bu noktada Garajİstanbul'un da projenin bağımsızlığına zarar vermeden prodüksiyonu sahiplenmesi çok önemli. Eserin taslağını ürettikten sonra uygulama aşamasında bize çok destek verdiler. Işık tasarımını yapan Ulaş Yatkın da anlatıma gerçek anlamıyla renk kattı diyebiliriz.

Bu proje BGST'den ve Laboratuar'dan iki dansçının bir araya gelmesiyle hazırlanmış. Kısaca Laboratuar'dan bahsetsek…

Ş.U.: Grubun kendisi ODTÜ Çağdaş Dans Topluluğu'ndan evrilmiş, bağımsız bir yapı. Her birimiz farklı disiplinlerden gelen, sosyolojiden tarihe, mühendislikten tasarıma kadar çeşitli disiplinlerden beslenen insanlarız. Hem profesyonel hem de akademik anlamda işlerimizi yaparken bir taraftan da dans disipliniyle uğraşıyoruz. Laboratuar'ın genel çizgisi adıyla doğrudan ilişkili: her şeyden önce deneysel bir tabana oturuyor olmak. Hem çağdaş dansın hem tiyatronun kendi içerisinde sınırlarını bir şekilde deşifre edecek ve zorlayacak işler ortaya koymak istiyoruz. Bunu yapmak için de film, video, ses, mekân tasarımı, edebiyat gibi alanlardan da beslenen, ama temelde hep çağdaş dans ve fiziksel tiyatroya odaklanan işler ortaya koyuyoruz. Laboratuar'ı, bizi bir araya getiren ve bize ortak bir çalışma platformu sağlayan bir zemin gibi düşünüyoruz. Pratik nedenlerle sürekli birlikte çalışamadığımız ama her daim Laboratuar'ın bir parçası olarak gördüğümüz birçok partnerimiz var. Bu açıdan Laboratuar asla çekirdekte duran ekipten ibaret değil; anlayışta örtüştüğümüz pek çok insan bu platformun önemli birer parçası…