Cumhuriyet rejiminin ilk yıllarından bu yana, Anadolu ve yakın çevresinin hareket gelenekleri sahneye aktarılıyor. Selim Sırrı Tarcan’ın 1920’li yılların ortalarında Batılı ülkelerdeki gibi kadın-erkek çiftlerin icra edeceği milli bir salon dansı -Tarcan zeybeği- icat etme denemesiyle başlayan bu süreç, Zehra Alagöz’ün 1940’lı yılların başlarında Halkevi bayramında, farklı yöre oyunlarını ilk kez bir arada sergilediği potpuri sahnelemesiyle devam etti. Etnokoreolog Andriy Nahachewsky’nin yaptığı ayrımla,[[dipnot1]] doğal ortamlarda, kendiliğinden kuşaktan kuşağa aktarılarak öğrenilen “katılımcı” dansların (participatory dance) “gösteri dansı” (presentational dance) olarak “sahneye uyarlama” sürecinin doğası gereği, geleneksel formlara yönelik müdahaleler gerçekleşiyor. En sık karşımıza çıkan müdahaleler şöyle sıralanabilir:
1) hareketlerin zarifleştirilerek / inceltilerek stilize ya da “terbiye” edilmesi;
2) hareketlerin kalabalık dans gruplarının / hareket korolarının senkronize icrasını kolaylaştırmak üzere standartlaştırılması;
3) dans gösterisi formunun gerektirdiği müzik, kostüm, ışık, oyunculuk çalışmaları doğrultusunda hareketlerde de yeni düzenlemeler yapılması…vb.
Soğuk Savaş yıllarında eski Sovyetler Birliği’nde Igor Moiseyev öncülüğünde ortaya çıkan yeni gösteri formu, bu tür müdahalelerin sınırlarını daha da zorladı. Geleneksel dans adımları ile baledeki karakter danslarının bir arada sunulmasına, akademik bale terbiyesinden geçmiş bedenlerin icra ettiği melez hareket formlarının ortaya çıkmasına zemin hazırladı. Kısa sürede sosyalist ülkelere, orta vadede Türkiye de dahil olmak üzere başka birçok ülkeye yayılan bu yeni form, tüm dünyadaki halk dansı topluluklarını derinden etkiledi. 1975’te kurulan Devlet Halk Dansı Topluluğu da (DHDT) yeni estetiğin takipçilerinden biri olarak, Türkiye’deki amatör halk oyunu dernek ve kulüplerine yerli bir model oluşturdu.
70’li ve 80’li yıllar, Türkiye’de “halk oyuncu”ların statik ve dinamik folklor yaklaşımları ekseninde, halk danslarına yönelik müdahalelerin sınırlarını belirlemeye çalıştıkları bir dönemdi.[[dipnot2]] Halk oyunları “piyasa”sının oluşmasıyla birlikte, hem söylem düzeyinde hem de uygulamada yenilik arayışları ile iktidar mücadeleleri eş zamanlı olarak gelişiyordu. Aynı dönemde, halk oyuncuların “otantik” olduğu varsayılan hareket biçimlerine müdahale etmeden, sahne üzerindeki geometrik biçimleri –ya da “pattern”leri- değiştirerek sundukları bir sahneleme biçimi ortaya çıktı. Söylemsel düzeyde “sahne düzeni” olarak yerleşiklik kazanan bu form, özellikle popülerleşen yarışmalar vasıtasıyla yaygınlaştı.
2000’li yıllarda ortaya çıkan ve halk danslarını Batılı sahne dansı formlarıyla melezleştirerek sunan profesyonel dans gruplarının kurucuları da işte bu “halk oyunculuk” ortamında yetiştiler. Kendilerinden önceki kuşaklar gibi Moiseyev’den, DHDT’ten, ama en çok da 1994 sonrasında küresel kültür endüstrisinin bir parçası haline gelen Riverdance ve benzerlerinden etkilendiler. Bu melez gösteri formunu yerelleştirerek, her fırsatta 3000’den fazla adım barındırmakla övündükleri Anadolu danslarını sahneye taşıdılar. Bu süreçte hareket gelenekleri sadece baleyle değil, çağdaş dans ve akrobasiyle de buluştu. Görkemli şovları sürdürülebilir kılan topluluk sayısı az olmakla birlikte, tarihsel süreç içerisinde aşama aşama gelişen bu sahneleme anlayışı halk dansları ortamını belirler hale geldi.
Bugün her yerde bu toplulukların hakim kıldığı sahneleme biçimleri talep ediliyor ve bu yeni estetik, en “katılımcı”, doğal, yerel…vb. ortamlara da sirayet ediyor. Peki, iletişim araçlarının gelişimi, kültürel melezleşme, göç gibi faktörlere bağlı olarak “kendiliğinden” yaşanan melezleşmeyi dışarıda bırakırsak, bu yeni sahneleme biçimlerini seyirci gözüyle nasıl değerlendirebiliriz? İşte sahnelemelerdeki ortalıklar ve ilk akla gelen sorular:
-Melezleştirme neden ve nasıl yapılıyor? Gösterilere hakim olan eklektisizm aşılabilir mi? Farklı hareket malzemeleri hedefe –kurulmak istenen atmosfere, ortama, aksiyona ya da başka bir belirleyene- uygun biçimde bir araya getirilebilir mi?
-Kimliksiz, ideal ölçülere sahip, tek tip bedenlerden oluşan hareket koroları yerine, doğaçlayarak yeni biçimler keşfeden, bu keşfin sonuçlarını kendi bedeninde doğallaştıran dansçılar geçebilir mi?
-Simetri, uyum, dinamizm üçgeninde sergilenen “anonim” görüntüyü kıran sahneler olabilecek mi?
-Bale, çağdaş dans, akrobasi yapabilen “seçkin” solo dansçıların önde virtüozite-hüner-ideal beden sergilediği; yeteneksiz (?) anonim halk oyuncuları topluluğunun da arkada fon oluşturduğu sunumlar bir zorunluluk mu? Hareket koroları (corps de ballet) ve solo danslar (pas de deux…vs) çerçevesinin ötesine geçmek mümkün olamaz mı? Çalışma sürecinde yakalanan yaratıcılığın enerjisinin tüm kadrodan seyirciye yayılabildiği sunumlar hayal edemez miyiz?
-“Genel sanat yönetmenleri”nin belirleyiciliğinin yerine, katılımcılığın ve şeffaflığın arttırıldığı çalışma süreçleri geçebilecek mi?
-Yerel tavırlardaki o güzel ayrıntılar da sergilenebilecek mi? Standart bedenler ve tek tip yorumların yerine, tadına varabileceğimiz farklılıklar geçebilecek mi?
-Seyirciyi hayran bırakan hareketlerden, ritmik kaostan, gürültüden, ışık karmaşasından, kısacası göz boyama çabasından vazgeçmek mümkün mü?[[dipnot3]]
-Kadın-erkek stereotipleri kırılabilecek mi? Bu amaçla aynı ikilikleri tersine çevirmek yerine,[[dipnot4]] daha yaratıcı adımlar atılabilecek mi? Gerektiğinde kadın-erkek ayrımlarını yıkan beden kullanımları tercih edilebilecek mi?
-Bugün ulus-devletin homojenleştirici stratejileri her yerde kör, topal tartışırken, sahnede de “Türk halk oyunları” çerçevesini aşacak denemeler yapılabilecek mi? Türk bayrağının dalgalandığı, Atatürk referanslarının yapıldığı çoğu zaman militarist nitelikli dramaturjilerden, “birlik-beraberlik” tazeleme popülistliğinden vazgeçilecek mi?
Not: Metinde kullanılan görselin kaynağı şu linktir: http://www.ankayasam.com/anadolu-atesi-dans-akademisi-aciliyor.html (erişim tarihi: 27 Ocak 2013)