İstanbul Kültür Sanat Vakfı'nın düzenlediği 16. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında sergilenen Ayrin Ersöz'ün "Atrofi 1 İsimler Evi" [[dipnot1]] adlı çalışmasından hareketle sanatçıyla kısa bir söyleşi gerçekleştirdik. Öncelikle çağdaş dans alanındaki bu disiplinler arası çalışmadan kısaca bahsedecek, daha sonra sözü Ayrin Ersöz'e bırakacağız.
Çalışma, "sanatçının hayatı boyunca değişik sebeplerle defalarca değişen ismi ve kimlikleri ile girdiği ironik hesaplaşmayı anlatıyor. Ersöz bu atrofik anları Calvino, Galeano ve Kundera metinlerinden esinlendiği interaktif video, müzik ve dans içeren gösteriye yansıtıyor."[[dipnot2]]
Öncelikle tam anlamıyla disiplinler arası nitelikteki bu çalışmada yukarıda bahsi geçen hiçbir unsurun "eşlikçi" konumunda olmadığını belirtmek gerekiyor.[[dipnot3]] Üç kadın müzisyenin canlı icra ettiği çello, piyano ve kontrbas; arka perdeye yansıyan, dans ve müziğin etkisiyle sürekli biçim değiştiren interaktif görsel tasarım, fotoğraf, dans-hareket, oyunculuk-metin ve ışık ortak bir atmosfer oluşturuyor ve gösteri bütünlüğüne hizmet ediyor. Ayrin Ersöz, kendi hazırladığı metni okuyor, dans ediyor; oyunculuk ve dansı bu kadar yetkin bir biçimde icra ederken teşhircilik tuzağına da düşmüyor.
Program dergisine yer alan Türkçe-İngilizce gösteri metninin de çok önemli bir ihtiyacı karşıladığını söyleyebiliriz. Metin, hem sanatçının temel yönelimlerini kavramayı sağlıyor hem de gösteriyle düşünsel bir bağ kurmak (hatta sonrasında yazı yazmak, röportaj yapmak:) isteyecek seyirci için önemli bir referans kaynağı oluşturuyor.
Gösteriyi seyrettikten sonra metne tekrar göz attığınızda; isimlerin işaret ettiği kimlikleri düşünüyorsunuz. İsim "verme" nihayetinde bir iktidar edimi; metinde de yer aldığı üzere: "İsimsiz her şey hiçtir".
Ayrin "Alina" oluyor… Parmağına Ademoğlu'nun yüzüğünü taktıktan sonra; ismi yine değişiyor çünkü Tanrı Adem'i kendi suretinde yaratmış; yarattığı her şeyi de isim versin diye onun önüne getirmiş: Adem… Kadının yüzüne baktı ve ona isim verdi…
İktidar'ın verdiği isimler gibi edinilen kimlikler de hiçbir zaman sabitlenemiyor aslında; sahip olunan her kimlik içinde bir çeşitliliği barındırıyor, değişken ve sürekli inşa halinde…
Ayrin Ersöz'ün sahnede sorguladığı iktidar ve isim verme süreçleriyle; cinsiyetle, bedenle, dans etmenin kendisiyle ilgili soruları (daha fazla soru sorarak) çoğaltmaya çalışacağız şimdi de…
Sahnedeki titiz disiplinler arası çalışmanın altyapısını nasıl oluşturdunuz; çalışma sürecinden kısaca bahsedebilir misiniz?
Disiplinlerarası çalışmalar sanatçı egoları arasında dengeli ilişkiler kurulmasını gerektirir. Ortakların yapılacak işe inançları tam, birbirlerine güvenleri mutlak olmalıdır. Böyle çalışmalarda sanatçılar birbirlerine değil yapacakları işe teslim olmalıdırlar. Şanslı insanlarız ki, böyle bir ekip olabildik. İlk iş, farklı anlam katmanları içeren ve şiir tadı verebilecek metni yazmak oldu. Katmanlardan biri bana değişik isimler verilmesi üzerinden doğrudan kişisel ontolojime ve oradan kimliklerime açılıyordu. Bir diğer katman 'Hiçkimse' figürünün filogenik bir düzlemde hızla ilerlemesiyle hem benim ontolojimle kesişiyor hem de cinsiyetçilik, sınıfçılık, nasyonalizm eleştirisiyle buluşuyor ve finalde seyircilerin beyazperdeye yansıyan yüzlerine dönerek hakikati arayışa işaret ediyordu. İlk yazılan metin süreç içinde kaçınılmaz olarak değişikliklere uğradı. Söz, dans, müzik ve interaktif tasarımı bir araya getiren eşzamanlı provalar yaptık. Hayatımın beş temel atrofik momentini içeren temalarda dansı ve müziği buluşturdukça çalışmanın omurgası ortaya çıktı. Bu süreç boyunca her hangi bir unsurun kendi başına hareket ederek öne çıkmaya çalışması kesinlikle söz konusu olmadı. Bir arkadaş grubu olmamız, hayal ettiklerimizi gerçekleştirebileceğimize olan inancımız, aramızdaki ilişkilerin eşitlikçiliği, asgari bir ortak dünya görüşümüzün bulunması gibi özelliklerimiz işbirliği ve dayanışma içinde çalışabilme kapasitesi yüksek bir ekip oluşturmamıza önemli ölçüde katkı sağladı. Yaptığımız işe inandık, birbirimize inandık ama birbirimize değil yaptığımız işe hizmet ettik. Yalınlık hepimizin hemfikir olduğu kavram oldu. Metnin bize ilham verdiği en yalın formları araştırdık ve bunları disiplinler arası eşzamanlı çalışmalarda bir araya getirip yeniden üzerlerinde çalışarak yarattığımız güçlü etkileşim ortamında gelişmelerini sağladık.
"Kukla, oyuncu, köle, işçi, oyuncak, işsiz, malzeme" olarak dansçıdan bahsediyor; yaratım süreciyle ilişkili çeşitli sorular ortaya atıyorsunuz. Yaratıcılığı geliştirecek, alternatif bir dans eğitimi için sizce ne gerekli?
Yıldız Teknik Üniversitesi Dans Programı'nda öğretim görevlisi olmam nedeniyle, Türkiye'de üniversitelerde dans eğitiminin ne olması, nasıl olması gerektiği, öğrencilerden ne beklendiği ve hepsinden önemlisi öğrencilerin neler beklediği, neler bekleyebileceği gibi konular beni çok düşündürmektedir. Bu konuların içerdiği sorulara kolay yollardan verilecek cevapların, bu alana gelen gençlerin gelecekleri ile oynama riskini barındırdığının farkındayım. Aslında ne dansçı adayı gençlerin dört yıl içinde mesleklerinde uluslararası kriterlere ulaşmış dansçılar olarak yetişmelerini bekleyen üniversite eğitimini ve ne de tekniklerden bağımsız sadece kurama ve yaratıcılığa dayalı dans eğitimini önermek bana gerçekçi gelmiyor. Alternatif dans eğitimi, hem kuram hem de uygulama bakımından karmaşık, çok detay içeren üzerinde çalışılması ve tartışılması gereken önemli fakat burada ele alamayacağımız uzunlukta bir konudur. Şu kadarını söyleyeyim, bence böyle bir iddiaya sahip program dünya ve ülke gerçekliği ile doğru ilişkiler kurmalı, insanların sahici ihtiyaçlarını göz önüne alarak yüzünü topluma dönmelidir. Üniversite eğitiminde ise günümüzün ihtiyaçlarını duyumsamada hassas olabilen ve değişen ihtiyaçlara göre olabildiğince dönüşme esnekliği olan bir kurumlaşma gereklidir. Benim inancım; Türkiye'de dansa gönül veren gençlerin kendi dillerini yaratmak için çaba sarf etmeleri ve özellikle sivil girişimciliklerini geliştirerek örgütlenmeleri gerektiği şeklindedir.
Sahnede oldukça yetkin bir vokal kullanımınız var. Bu konuda özel bir eğitim aldınız mı? Dansçıların oyunculuk, oyuncuların dansçılık eğitimi alması konusunda ne düşünüyorsunuz?
Bu proje için oyuncu arkadaşım Yeşim Alıç'ın katkısından yararlandım. Kullandığım sözcüklerin anlaşılır olması için sesimi doğru kullanmama yardım etti. Çalışmamızın ileri bir aşamasında provamızı izleyen Jülide Kural ses, söz, oyunculuk ve oyun yapısı hakkında çok değerli eleştirilerde bulundu. Onlara buradan teşekkür etmek isterim.
Oyunculuk ve tiyatro bölümlerinin hepsinde hareket ya da dans eğitimi verilmektedir. Çoğunlukla haftada bir dersten ibaret olan bu eğitimin yeterli olduğunu söylemek elbette mümkün değildir. Buna karşılık dans eğitimi veren kurumların programlarında oyunculuk derslerinin yer alması da sık rastlanılan bir durum değildir. Bunların önemli eksiklikler olduğunu düşünüyorum. Özellikle dans ile tiyatro arasındaki belirgin sınırların giderek silindiği günümüzde dansçıların sahnede ses kullanımı ve diksiyon konusunda eğitilmiş olmalarının gerekliliğine inananlardanım. Oyuncu eğitimi programlarında beden kullanımını yetkinleştirecek derslerin çeşitlerini ve sıklıklarını arttırmak iyi sonuçlar verebilir. Bedeni bir bütün olarak algılamak gerekir. Yüzünü ve sesini kullanmayan bir dansçının ya da sadece yüzüne ve sesine dayanan bir oyuncunun bedenleri, bence aynı derecede yarım bırakılmış demektir.
Üç müzisyen-bir dansçı dört kadın sanatçının çok canlı ve sıcak bir etkileşimi var sahnede. Ortak çalışma sürecini nasıl kurguladınız? Müzik ve dansın etkileşimi nasıl gerçekleşti?
Bu çalışmada müzik ve dans belirli temalara göre eş zamanlı olarak yaratıldı. Bizler -yani piyanoda Ayca, çelloda Tansu, kontrbasta Ceren ve dansta ben- zaten arkadaştık. Heyecanımızı hiç kaybetmediğimiz bu çalışma sayesinde aramızdaki işbirliği ve dayanışma ruhunu ne kadar geliştirebileceğimizi ve güçlendirebileceğimizi görme şansını elde ettik. Bu beni çok mutlu etti ve bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. Hepimiz kendi alanlarımız içinde birbirimizi özgür bırakarak bu süreci geliştirdik. Önceden yazılmış bir müziğe göre dans etmekten ya da tamamlanmış bir dansın üzerine müzik yapmaktan kesinlikle kaçındık. Müziğin ve dansın birlikte yaratılmasında metindeki kavramlardan, fikirlerden veya temalardan yola çıktık. Kişisel çalışmalarla yetinmedik. Eşzamanlı-eşmekânlı provalarla yürüttüğümüz süreç müzik ile dansın bütünleşmesini kolaylaştırdı. Sahnede duyulan, görülen her şey iç içe kenetlenmiş durumdadır. Çalışma süreci boyunca ilk yazılan metin de değişikliklere uğradı. Aslında metnin, görsel tasarımın, müziğin, sesin, sözün ve dansın adım adım ortaklaşa ve karşılıklı etkileşim içinde geliştiği bir süreçten söz edebiliriz. Bazen enstrümanlar kendi limitlerini ve cisimselliklerini ortaya koydular. Sözün öne çıkması gereken yerlerde sesler atmosfer yaratmak için kullanıldı. Ortaya çıkan müzikal formlarda müzisyenlerin eşdeğerli payları vardır. Onlar kendi enstrümanlarında müziklerini yaratırlarken hem benimle hem de kendi aralarında inanılmaz bir etkileşim içinde çalıştılar. Hepimizin büyük keyif aldığı bir çalışma oldu.
Çalışmanızın eksenlerinden biri de toplumsal cinsiyet meselesi gibi görünüyor. Parmağa takılan yüzükten bir "hayal, boşluk ve yokluk" olarak bahsediyorsunuz. Kadına isim veren de "Ademoğlu"ysa eğer, özne olmanın koşulları nasıl yaratılabilir?
Esas meseleye geldik sanırım. Çalışmamızın temelinde toplumsal cinsiyetin yanı sıra toplumsal sınıf meselesi de bulunuyor. Bu iki mesele tarihsel ve toplumsal bakımdan son derece karmaşık bir biçimde birbirlerine eklemlenmişler. İçine doğduğumuzda hazır bulduğumuz dünya bu. Sürekliliği olduğundan ve her yerde yaşandığından doğalmış gibi duyumsanıyor. Oysa üstümüzdeki nesnel ve ideolojik basınç muazzam boyutlarda. Sanatçı olarak meselem hem toplumla hem de kendimle ilgili. Çünkü son tahlilde bütün bireysel içeriklerimiz toplumla ya da dünya ile kurduğumuz ilişkilerin içinden gelişiyor. Hayatımda zorunlu isim değişikliklerine yol açan olaylara baktığımda altından hep aynı meselelerin çıktığını görüyorum. Örneğin 1989 yılına kadar yaşadığım Bulgaristan'da çocukluk yıllarım boyunca Türk etnisitesine karşı devlet tarafından yürütülen asimilasyon politikasının sistematik uygulamaları ile defalarca karşı karşıya kaldım. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri yasal ismimin devlet tarafından zorla değiştirilmesiydi. Devlet bu operasyonla yaklaşık bir milyon vatandaşının ismini zorla Bulgar'laştırdı. Ardından üçyüzbin vatandaşını askeri tehditle göçe zorlayarak Türkiye'ye sürgüne gönderdi. O yıllarda Doğu Bloku ülkelerinde komünist enternasyonalizmin maske olarak dahi değeri kalmamıştı. Devletin tüm gücünü küçük bir kız çocuğunun isminin değiştirilmesine odaklamış olması sahte sosyalizmin ırkçı-nasyonalist yüzünü deşifre etmiş oluyordu. İsmimin zorla değiştirilmesi üzerinden yaptığım tarih okuması budur. Zorunlu göçümüz Türkiye'de Türkçe dışındaki isimlerin yasak olduğu ve nüfus memurluklarında Türkçe isim listelerinin bulundurulduğu yıllara denk geldi. Bu nedenle Ayrin olan asıl ismim, vatandaşlığa kabul edilme gereği Türk'leştirilerek Aylin olarak değiştirildi. Otoritaryen nasyonalizm sınırı geçince bitmiyordu. Öte yandan bu politikaları yürütenler; mesela BKP Politbüro üyelerinin tümü, SSCB arabuluculuları, Bulgaristan ve Türkiye arasındaki dolaylı görüşmeleri yürütenler, bizlerin hakkında karar alıcıların hepsi, evet hepsi erkekti. Ne tesadüf değil mi? Aslında böylesi yüzlerce tesadüfü hemen sayabilirim. Tabii ben bu olayların çoğuna çocukluğumda tanık oldum. Türkiye'ye yerleştiğimizde henüz 14 yaşındaydım. Başımdan geçenlerin anlamını çok sonraları kavrayabildim. Hiçkimse olanların, hele Hiçkimse-kadın olanların, yüz milyonların başından geçen ve çoğunlukla bedenlerinde, tenlerinde deneyimledikleri sayısız vaka ve durumun gösterdiği gibi toplumsal cinsiyet meselesiyle toplumsal sınıf meselesi pek girift şekilde hemhal olmuştur. Kadının özne olma meselesi Hiçkimse'nin özne olma meselesinden ayrı değildir. Bunlar aynı meselenin iki farklı yüzüdür sadece. Dolayısıyla bu çalışma kendini insan olarak yeniden üretebilmek için tek varlığı olan işgücünü satmaktan başka özgürlüğü bulunmayan, kendisiyle ilgili "doğru" toplumsal bilinç edinmeye çalışan ve bu doğrulukta yaşam pratikleri için çırpınan kadınlara ve erkeklere adanmıştır.
Neden Atrofi 1 İsimler Evi?
Çalışmanın isminde yer alan atrofi; (atrophy) sözcüğü tıp biliminde kullanılan bir terim. Daha önce 'normal' olan organik bir şeyin gerileyerek kısmen veya tamamen dumura uğraması demek. Organların beslenmesine engel olan çeşitli hastalıklar ve besin yetersizliğinden dolayı -özellikle sinirler ve kaslarla ilgili olarak- çalışan hücrelerin sayısının azalması, organların küçülmesi, körelmesi, dumura uğraması ile kendini gösteren bir 'gerileme' anlamına geliyor. Bu tanımdaki anahtar sözcük 'gerileme'dir.
Atrofi; ilerleyen gerilemeye işaret etmekle aslında olumlu bir kavram olan ilerlemenin kendi içinde barındırdığı olumsuzluğu açığa vurabilen bir kavram. Böylece doğrusallığın kırılganlığını, doğrusal ilerlemenin geçiciliğini, 'normal' ve kalıcı görünümün aldatıcılığını gösteriyor. Bu şekilde ele alındığında atrofi kavramının tıp biliminden ödünç alınarak sosyal bilimlere dolayısıyla tarihe, topluma, insan bilincine, insan ilişkilerine ve insanlık durumlarına uygulanabileceğini düşünüyorum. Örneğin sayısız gerileme örneğinin yer aldığı tarih, adeta bir atrofi tarlasına benzemektedir. Atrofi 1 düşündüğüm üçlemenin birincisidir. İsimler Evi ise eşit özneler olma ütopyasına verdiğim addır. Metindeki Hiçkimse figürü, bir 'şey'e indirgenmek, şeyleşmek, şeyleştirilmek, öteki olmak, öteki cins olmak, alttaki sosyal sınıflardan olmak anlamındadır. Benim atrofik momentlerim ise tıpkı tarihin akışına gömülmemiz gibi oyun metninin içine gömülmüştür.
Fotoğrafların kaynakları:
1. http://arsiv.sabah.com.tr/2008/05/28/gny/haber,0826B9C8422343588145733B844D52A2.html
2.http://www.beyoglugeceleri.com/detay.aspx?own=1&grp=45&bey=545