“Tarih geçen her saniyede gözden kaybolan bir şey değildir. Kendini şimdiki zamanda; kuvvetli bir yokluk, bir dizi referans, işaret ve güç çizgisi olarak ortaya koyar. Tüm bunlar, sahne üstündeki bedene de yansımakta ve dansın (ve hepimizin) durduğu zemini tanımlamaktadır.”
André Lepecki (Carter, 2010: 22)
Dans[[dipnot1]] ve performans alanlarındaki çalışmaları takip edip dans yazıları yazan, geleneksel danslardan beslenen koreografi ve icra çalışmalarında bulunan bir araştırmacı olarak; folklor, etnokoreoloji, dans antropolojisi, dans tarihi, kültürel çalışmalar, beden politikaları, toplumsal cinsiyet çalışmaları gibi alanların kesiştiği noktalarda çalışma yürütüyorum. Sosyal bilimler alanlarındaki lisans ve lisansüstü eğitimlerim ile farklı ilgi alanlarım ister istemez beni böyle bir kesişim noktasına yöneltti. Çalışmalarım için kavramsal ve yöntemsel yol haritaları oluşturmaya çalışırken de, farklı kaynaklardan beslenme ihtiyacı duydum.
Bu yazıda da bu tür kaynakların bazılarına değinerek; dans tarihçiliğine ve dans çalışmalarına yönelik çeşitli tartışmaları bir araya getirmeye çalışacağım. Dans tarihçiliği, tarih disiplini içerisindeki ve daha geniş bir bakışla sosyal bilimler alanındaki yaklaşım ve yöntem değişimlerinden etkilendiği için, öncelikle tarih yazımının İkinci Dünya Savaşı sonrasında geçirdiği dönüşüme kısaca değineceğim. Bu çerçevede, özellikle 1980’li yıllardan sonra kültür tarihi, beden tarihi ve feminist tarih alanlarıyla; toplumsal cinsiyet ve performativite kavramlarıyla bağlantılı bazı tartışmaları aktarmaya çalışacağım. Ardından, dans tarihçiliği ve dans araştırmaları alanlarındaki Batı merkezci, evrimci ve evrenselci paradigmaların eleştirisine odaklanacak; dans tarihi anlatılarının dışında bırakılan Batı dışı –“öteki”- dans formları ile kadınların konumuna yönelik tartışmaları ele alacağım. Son olarak, alternatif ve disiplinlerarası araştırmalar için yöntemsel ipuçları sunan bazı yaklaşımlara değineceğim.
“Yeni” Tarih Yazımı, Yeni İlgi Alanları: Kültür Tarihi, Beden Tarihi, Feminist Tarih:
İkinci Dünya Savaşı sonrasında, yerleşik tarih yazımı biçimlerine alternatifler sunan, aşağıdan tarih, sözlü tarih, mikro tarih, toplumsal tarih, feminist tarih, tarihsel sosyoloji gibi yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. Yaygın olarak eleştirilen tarih yazımı geleneğinde, devlet yapıları merkeze alınmakta, resmi arşiv malzemelerine öncelik verilmekte, tarih profesyonel ve nesnel bir bilim olarak kabul edilmektedir. Bu yeni yaklaşımlarla birlikte, istatistikler, görsel malzemeler ve sözlü tarih görüşmeleri de tarihsel analizlerde kullanılan temel kaynaklar haline gelmiştir. Tarih disiplininin nesnel bir sosyal bilim olma niteliği sorgulanmış, araştırmacının kimliği devreye girmiş, toplumsal bağlamın belirleyiciliği ortaya konmuştur. Yeni tarihçilik yaklaşımları, hem yöntemsel bir kırılmayı temsil etmiş hem de “tarihin öznesi kimdir” sorgulamasını gerçekleştirmiştir. Tarihin görmezden geldiği, sessiz kıldığı ya da dışarıda bıraktığı toplumsal kesimlerin, “sıradan insan”ın gündelik hayat deneyimleri de konu edilmeye başlamıştır. Siyasi ve askeri kahramanları, siyasi ve askeri olayları, devlet yapılarını temel alan tarih yazımı çerçevesi genişletilmiş; siyasallığın sınırları devlet aygıtının ötesine taşınmıştır. Dolayısıyla tarih, yalnızca büyük kırılmaların ve hareketlerin anlatısı olmaktan çıkmış; gündelik hayatı da içeren çok daha çeşitli ve karmaşık bir görünüm almıştır.
Sömürge yönetimlerinden bağımsızlıklarını kazanmaya başlayan Batılı olmayan halkların “tarih sahnesi”ne çıkmasıyla birlikte, bölge araştırmaları önem kazanmış ve disiplinler arasındaki ayrımlar da sorgulanmaya başlamıştır. İktisat, sosyoloji, siyaset bilimi, tarih gibi alanlar arasındaki keskin sınırlar belirsizleşmiştir. Devlet merkezli anlatıların itibarını kaybetmesiyle birlikte; yapı, sistem, sınıf gibi kavramlar tarih çalışmalarında daha sıklıkla kullanılmaya başlamıştır. İki dünya savaşının yarattığı kitlesel yıkımla bağlantılı olarak, ilerlemeci tarih anlayışı ve evrenselleştirici paradigmalar da sorgulanmaya başlamıştır. Lineer / çizgisel / doğrusal zaman yerine, çok katmanlı ve göreceli bir zaman algısı oluşmuştur. Tarih, olayların nesnel ve kronolojik bir anlatımı olmak yerine, yazıldığı tarihsel bağlamda şekillenen bir inşa süreci olarak kabul edilmeye başlamıştır.
1980’li ve 90’lı yıllarla birlikte, kültüre, kültür tarihine ve kültürel çalışmalara yönelik ilgi de daha görünür hale gelmeye başlamıştır. Peter Burke (2006), kültür tarihi araştırmalarının 18. yüzyıl sonlarında Almanya’da başladığını kabul etmektedir.[[dipnot2]] Burke, bu çalışmaların tarihsel seyrini, dört aşamalı bir dönemselleştirme yaparak aktarmaktadır Buna göre, 18. yüzyıl sonlarından 1930’lara kadar süren ilk dönem “klasik” aşamadır. 1930’larda başlayan dönem, “güzel sanatların toplumsal tarihi aşaması”dır. Son iki dönem ise sırasıyla, “1960’larda halk kültürünün keşfi” ile “yeni kültür tarihi”dir (2006: 10-23). Burke, beden tarihine yönelik çalışmaların da 1970’li yıllardan itibaren görünürlük kazandığını ifade etmektedir (2006: 101-102). 30’lu yıllarda Gilberto Freyre’nin ve 70’lerin başlarında Emmanuel Le Roy La Durie’nin yürüttüğü çalışmalara değinen Burke, 80’li yıllardan itibaren erkek ve kadın vücutlarıyla, deneyim ve simge olarak bedenle ilgili çalışmaların arttığını belirtmektedir. Bu dönemde jestlerin, dövme yaptırmanın, vücut temizliğinin, egzersiz yapmanın ve dans etmenin tarihine dair kitaplar çıkmıştır. Başlangıçta tıp tarihinin bir parçası olarak şekillenen beden tarihi çalışmaları; zamanla antropologların, sosyologların, sanat ve edebiyat tarihçilerinin de ilgi alanına girmiş, bu kesimler de “beden dönüşü” denen olguya kapılmıştır.
Burke, 70’li yıllarda antropologların yürüttüğü dedikodu ve tören temalı çalışmalarla birlikte, tarihçilerin de toplumsal “senaryo” kavramından, toplumsal “performans” (icra) kavramına doğru kaydıklarını belirtmektedir. Artık değişmez bir kültür kuralı anlayışı terk edilmekte, bunun yerine doğaçlama ve inşa fikirleri geçmektedir. Örneğin Marshall Sahlins, kültürün “performatifler”i gerçekleştiren bir reçeteler dizisi olarak anlaşılması gerektiğini savunmuştur. Sahlins bu terimi, evlenirken söylenen “kabul ediyorum” ifadesi gibi, durum betimlemekten çok, bir şeyleri “gerçekleştiren” söz edimlerini inceleyen İngiliz felsefeci John Austin’den almıştır (2006: 128).
Burke, resmi şenlikler ile anma törenlerinin de tarih ya da bellek performansları olarak kabul edilip, performans açısından çözümlendiğini vurgulamakta ve bir zamanlar ancak uzmanların alanı olan dans tarihinin de kültür tarihçileri tarafından ciddiye alındığını belirtmektedir. Dansın siyasetle ve toplumla ilişkisi aynı dönemde daha sıklıkla tartışılmaya başlamıştır. (2006: 128-129). Dans ve beden tarihine yönelik ilgi ile toplumsal cinsiyet tarihine yönelik ilgi de eş zamanlı olarak gelişmiştir.
Yukarıda bahsi geçen yaklaşımların yaygınlaşmasıyla birlikte yeniden tanımlanan tarih yazımı çerçevesi içerisinde, toplumsal cinsiyet analizi önem kazanmış; aile yapısı ve ilişkileri, cinsellik, çocukluk, gençlik gibi konular da incelenmeye başlamıştır. Birbirinden ayrı görülen toplum, kültür, sınıf, iş ve aile yaşamı arasındaki karşılıklı ilişkiler ele alınmıştır. Sessiz bırakılmış, yoksul, örgütsüz kesimlerin deneyimlerine ilgi duyuldukça, gündelik pratikler, zihniyet yapıları ve düşünceler de incelenmeye başlamıştır. Siyasal tarihin “tarihi büyük, beyaz adamlar yapar” şeklinde özetlenen yaklaşımına meydan okunmuş ve insan deneyimlerinin çok boyutlu ve geniş çaplı toplumsal süreçleri konu edilmiştir (Berktay, 2003). Batı’da bu süreçle eş zamanlı bir biçimde gelişen 2. Dalga feminizm(ler) de kuramsal yaklaşımlarıyla bu arayışları zenginleştirmiştir. Anlama ve yorumlama aracı olduğu kadar, dönüştürmenin de yolunu açabilecek eleştirel perspektifler ortaya koymuştur.
Fatmagül Berktay, feminist araştırmacıların ilk hedefinin, bilgi üretimi sürecindeki cinsiyetçiliği ve tek yanlılığı ortaya çıkarmak; yani bilimin, kadınlara ilişkin olarak bilimden çok ideoloji olarak işlediğini sergilemek olduğunu ifade etmektedir. Bu çabanın doğal bir sonucu, her alanda kadınların “görünür kılınması”dır. Bu bağlamda, feminist tarihçi Joan Kelly Gadol’ın belirttiği gibi, kadın tarihinin hedefi, kadınları tarihe kazandırmak ve kadınların tarihini de kadınlara kazandırmak’tır (Berktay, 2003: 27). Böylelikle, feminist tarihçiliğin taraflı olduğu açıkça vurgulanmakta ve geleneksel bilim anlayışının “tarafsızlık” iddiasına meydan okunmaktadır. Tarihin toplumsal mücadele ile olan bağı ortaya konmaktadır.
Kadınları görünür kılma hedefi, başlangıçta ister istemez ünlü, istisnai kadınların gün ışığına çıkarılmasını getirmiştir. Bu, bir anlamda kadınların var olan tarihçiliğe “eklenmesi”dir ve başlı başına önemli bir çabadır. Kadınların tarihten dışlanmışlığı öylesine köklü ve kapsamlıdır ki, bunu düzeltme yolunda atılan her adımın inkâr edilemez bir değeri vardır. Ancak feminist kuramın gelişme süreci içinde, kadın tarihinin böyle bir anlayışla yetinmesi mümkün olmamıştır. Zamanla, bu çerçevenin ötesine geçilerek, var olan tarihsel çerçevenin kendisi sorgulanmaya başlanır. “Kadınları tarihe yazmak”, ister istemez, yeni bir tür tarihçilik ve farklı analitik kategoriler arayışını beraberinde getirmektedir. Feminist tarihçilik, geçmişte kadın kahramanlar aramak ya da tarihi kadınlarla sınırlamak anlamına gelmez; hayatın her alanına feminist bir perspektifle bakarak, var olan pratiklerin ve kavramların eleştirilmesini ve dönüştürülmesini, ayrıca yenilerinin yaratılmasını içermektedir (Berktay, 2003: 27-28).
Feminist tarihçiler özellikle 1980’lerden itibaren, “kadın” kategorisi” yerine, etkili bir analiz aracı olarak “toplumsal cinsiyet kavramını kullanmaya başlarlar. Çünkü kadınlar cinsiyetleri ya da biyolojik özellikleri dolayısıyla ayrı bir grup oluştursalar bile, tarihçiyi ilgilendiren şey, “belirli bir zamanda, belirli bir toplumda cinsler için uygun olduğu varsayılan davranışların kültürel tanımı”dır. Feminist tarihçiler, toplumsal cinsiyet ayrımı ile bu ayrımın işaret ettiği cinsler arası iktidar ilişkilerinin, tarihsel süreci anlamak açısından önemli olduğunu ve ancak bu şekilde tarihin en geniş anlamıyla yeniden kurulabileceğini savunurlar. Böylelikle, kadınları görünür kılmayı hedefleyen “düzeltmeci” ya da “telafi edici tarihçilik” aşaması da geride bırakılmış olur (Berktay, 2003: 29). Ayrıca zamanla, bir grup olarak kadınların ortak deneyiminin ele alınmasının yanı sıra, kadınlar arasındaki farklılıkların ve iktidar ilişkilerinin araştırılması da önem kazanmaya başlar (Berktay, 2003: 31).
Feminist tarihçiliğin öncü isimlerinden biri olan Joan W. Scott, bahsi geçen dönüşümü, kadınların tarihsel özneler olduğunu belgeleme çabasından, toplumsal cinsiyeti bir analiz kategorisi olarak tarihe uyarlama çabasına geçiş olarak nitelemektedir (Berktay, 2003: 30). Toplumsal cinsiyetin faydalı bir analiz kategorisi olduğunu ifade eden Scott (2007), bu kavramın “cinsiyet” ya da “cinsel farklılık” gibi terimlerin kullanımında örtük bir şekilde var olan biyolojik determinizmin reddedilmesi anlamına geldiğini belirtmektedir. Toplumsal cinsiyet ayrıca normatif kadınlık tanımlarının ilişkisel yönünü de vurgulamakta, kadınlar ve erkeklerin birbirlerine göre tanımlandığını ortaya koymaktadır. Feminist tarihçilik, kadınlar tarafından yapılan çalışmaların yalnızca yeni bir konu başlığı olmadığını göstermiş; mevcut akademik çalışmaların öncül ve standartlarını eleştirel bir yeniden değerlendirmeye zorlamıştır (Scott, 2007: 3-5). Feminist tarihçiler Ann D. Gordon, Mari Jo Buhle ve Nancy Shrom Dye bu durumu şu şekilde ifade etmektedir:[[dipnot3]]
“Bizler kadınların tarih yazımına dahil edilmesi için, kamusal ve siyasal etkinlikler kadar, kişisel ve öznel deneyimlerin de kapsanabilmesi gerektiğini; bunun da tarihsel anlamı oluşturan geleneksel kavramların yeniden tanımlanmasını ve genişletilmesini gerekli kıldığını öğreniyoruz. Yapılan başlangıçlar ne kadar tereddütlü olursa olsun, böylesi bir metodolojinin sadece kadınların yeni tarihini değil, yeni bir tarihi ima ettiğini iddia etmek abartılı olmayacaktır.”
Toplumsal cinsiyetin analitik bir kategori olarak genişletilmesinin önemini vurgulayan Scott, siyasal anlamda en kapsayıcı kadın araştırmacıların, yeni bir tarih yazımı açısından önem taşıyan sınıf ve ırk kategorilerini de analizlerine dahil ettiğini ifade etmektedir. Sınıf, ırk ve toplumsal cinsiyete yönelik ilgi, öncelikle akademisyenlerin ezilenlerin hikâyeleri ile ezilme biçimlerinin anlamı ve doğasını analiz eden bir tarih anlayışı geliştirmesini sağlamıştır. İkinci olarak da, iktidar eşitsizliklerinin söz konusu üç eksende örgütlendiğinin akademik olarak kavranmasına yol açmıştır (2007: 5-6).
“Toplumsal cinsiyet” kavramının ilk kez Robert Stoller’ın 1968 tarihli “Cinsiyet ve Toplumsal Cinsiyet” eserinde, “cinsiyet”ten farklı bir kavram olarak kullanıldığını ifade eden Zeynep Direk (2007) ise, biyolojinin belirlediği cinsiyet ile toplumsallık üzerine kurulan toplumsal cinsiyet arasında yapılan bu ayrımın, Freud’un “dişinin dişiliğini”, “erkeğin erilliğini” kuramsal biçimde tanımlama girişiminin mirası olduğunu ifade etmektedir. Çocuk kız olarak doğmuşsa, içinde büyüdüğü kültür sayesinde kadınlığı; erkek olarak doğmuşsa erkekliği öğrenecektir (Direk, 2007: 70). Direk, feministlerin -özellikle de Simone de Beauvoir’ın- biyolojik cinsiyet ile tarihsel, toplumsal ve kültürel olan toplumsal cinsiyet arasında zorunlu bir bağ olduğu fikrini inkâr ettiğini belirtmekte ve Beauvoir’ın ünlü “kadın doğulmaz, kadın olunur” ifadesinin paradigmatik önemini hatırlatmaktadır. Bu inkâr, zamanla, biyolojik cinsiyetin dişil ve eril olarak İki ile sınırlandırılmasının doğal olarak verili olduğu, ancak toplumsal cinsiyetin İki ile sınırlandırılamayacağı tezine evrilmiştir. Dişil ya da eril cinsiyetli olarak doğuyor olsak da, kültürel olanla çeşitli karşılaşmalar ve deneyimler içinden kurduğumuz ilişki, kadın ve erkek olmanın çeşitli biçimlerini üstlenmemize ve icat etmemize yol açacaktır. Direk böylelikle, cinsiyet İki ile sınırlı olduğu halde, toplumsal cinsiyetin sonlu bir sayıyla sınırlandırılamaz olduğu sonucuna ulaşmaktadır (2007: 71-72). 90’lı yıllardan itibaren Judith Butler’ın üzerinde durduğu bu tez, feminist ve queer kuramlar içinde yeni ve çığır açıcı tartışmalar başlatmıştır.
Butler, Beauvoir’ın yaklaşımını geliştirerek; cinsiyet ve toplumsal cinsiyet kavramları arasındaki farklılığı ortadan kaldırmış ve geçişken bir kimlik tanımı oluşturmuştur. Kadınlık durumunun icra edildikçe tanımlanan etkin bir eylem olduğunu savunmuştur. Toplumsal cinsiyeti değişken bir niteliğe sahip olan; zamana, mekâna, koşullara göre kendisini yeniden tanımlayan bir kimlik olarak tanımlamıştır.
Butler’ın 1990’da kaleme aldığı Gender Trouble (Toplumsal Cinsiyet Belası) feminizm içindeki dayatılmış heteroseksüelliğin eleştirisi niteliğindedir. Butler bu çalışmasında, feminizm açısından sabit ve değişmez bir “kadın” kimliğinin gerekliliğini sorgulamaktadır. Cinsel kimliklerin taşıdıkları değişmezliği ve tutarlılığı ancak “heteroseksüel kalıp” bağlamında kazandıklarını öne sürmektedir (Butler, 1999). Heteroseksist çerçevede dişil ve eril olarak ikiye bölünmüş olan “cinsiyet” kategorisinin, toplumsal cinsiyetlendirme mekanizmalarının ve süreçlerinin zemini ya da temel varsayımı olduğunu ifade etmektedir. Direk’in ifadeleriyle Butler, cinsiyet kategorisi ile cinsiyet / toplumsal cinsiyet arasındaki ayrımı –ilkinin biyolojik, ikincisinin kültürel olduğu tezini- sorunsallaştırmıştır. Cinsiyeti, toplumsal cinsiyetlendirmenin bir varsayımı, onun işlemesinin temel koşulu haline getirmiştir (Direk, 2007: 73).
Cinsiyet, toplumsal cinsiyet ve cinsel yönelim / (karşı cinse) arzu arasında olduğu varsayılan sürekliliği sorgulayan Butler (2005), biyolojik bedenin doğallığını sorgulamakta, bedenin kültürel olarak “inşa” edildiğini vurgulamakta; pasif ve söylemden önce gelen beden anlayışına şüpheyle yaklaşmaktadır. Heteroseksüel projenin ve onun toplumsal cinsiyet düalizminin temelinde “taklit”in olduğunu ifade etmekte ve bedenin her türlü hareketinin bir çeşit taklit niteliği taşıdığını vurgulamaktadır (Butler, 1998). “Bedenin toplumsal cinsiyetin, ırkın, sınıfın işaretlerini performatif bir biçimde kazanarak beden olduğunu” savunmaktadır (Direk, 2007: 83).
Butler’ın “performativite” kavramının bireylerin ya da toplulukların gündelik davranış ve söylemlerinde kimliklerini icra etmek suretiyle kurmaları olarak tanımlanabileceğini belirten Gurur Ertem (2008) de, kadınlık ya da erkeklik normlarının ve alışkanlıklarının tekrarına ve yeniden icrasına dikkat çekmektedir. Butler’a göre, “performatiflik tek seferlik bir edim değil, tekerrür ve ritüeldir; beden bağlamında doğallaştırılmasıyla etkilerini göstermektedir. Bir bakıma, kültürel olarak sürdürülen bir süreç olarak kavranmalıdır” (Butler, 2005: 20).
Butler, “performatif” terimini teatral bir anlam inşası olarak da kullanmaktadır. “Toplumsal cinsiyeti bir bedensel stil… hem kasıtlı hem performatif bir edim olarak düşünün” der ve sahne sanatı çalışmalarına da ışık tutabilecek şu soruyu yöneltir (2005: 228):
“Ne tür bir toplumsal cinsiyet performansı, doğallaştırılmış kimlik ve arzu kategorilerini yerinden oynatacak bir şekilde, bizzat toplumsal cinsiyetin performatifliğini icra ederek göz önüne serebilir?”
Sahne, gösteri ya da performans sanatı eserlerinin Butler’ın önerdiği “performativite” kavramı ışığında analiz edilmesinin, toplumsal cinsiyet normlarını sorunsallaştırması, belki de heterodoks toplumsal cinsiyet performanslarının inşasına zemin oluşturması mümkündür. Farklı tarihsel ve toplumsal koşullarda yürütülen bedenle bağlantılı çalışmaları eleştirel bir şekilde analiz edebilmek için, dans faaliyetinin en temel araçlarından biri olan bedeni bir “inşa” olarak ele almak; yerleşik tanımları, kategorileri ve kavramları sorgulamak gerekmektedir. Aşağıda ele alınacak olan bazı tartışmalar, bu yönde önemli ipuçları barındırmaktadır.