Geçen sene İşgal Hareketi ülke çapında çeşitli şehir ve kasabalarda kendiliğinden ortaya çıktı, söylemi radikal bir şekilde değiştirdi ve meydan okuyan popülizmi ile ekonomiye yön veren seçkinleri sarstı. Bu, Noam Chomsky’ye göre “otuz yıllık sınıf savaşına karşı ilk önemli kamu tepkisi” idi. Chomsky, İşgal Et adlı yeni kitabında sıradan insanları protestoya sürükleyen merkezi önemdeki meseleleri, sorunları ve talepleri ele alıyor. Bu noktaya nasıl geldik? Parayı politikanın içinden nasıl ayıklayabiliriz? Gerçekten demokratik bir seçim nasıl olacak?

Joshua Holland: İlk önce politik söylemimizi biçimlendiren bazı trendler ile ilgili bir soru sormak istiyorum. Kitaplarınızın çoğunu okudum ve belki de en çok etkilendiğim kitap Rızanın İmalatı oldu. Bu kitabın yazarlarından biri idiniz ve o zamandan beri bazı büyük değişikliklere tanık olduk. Anaakım medya daha da pekişti ve bir noktada diğer medya biçimlerinin çoğalmasına tanık olduk. Şimdi bazı alternatif medya kanallarımız var. AlterNet gibi online kanallar var, sosyal medya var. Bu trendlere bakarsak, kabul edilebilir söylemin kapsamının genişlediğini mi yoksa daha da daraldığını mı düşünüyorsunuz?

Noam Chomsky: Aslında Edward Herman ve ben bu kitabın ikinci edisyonunu on yıl kadar önce yeni bir uzun giriş bölümü yazarak yayınladık. O zaman çok da fazla bir şeyin değişmediğini düşünüyorduk. Ancak şimdi yeni bir edisyon yayınlayacak olursak, kuşkusuz ki söz ettiğiniz şeyleri gündeme getirmek isteyeceğiz. Hatırlayın, yalnızca anaakım medyadan söz ediyorduk. Anaakım medya için aşağı yukarı aynı analiz geçerlidir. Ancak yine de anaakım medya içinde, diyelim ki 1960’lardan beri bir genişleme ve açılma olduğu hissiyatındayım. Bu gelişme, algıları ve tavırları değiştiren ve ülkeyi pek çok açıdan medenileştiren 1960’ların aktivizminin bir sonucudur. Bugün serbestçe konuşulan konular elli yıl önce görünmezdi, görünür olsalar bile bunlar hakkında konuşulmazdı.

Dahası pek çok gazeteci, formasyonlarını 60’ların ve sonrasının aktivizmi içinde edinmiş insanlardır. Bunlar uzun süredir meydana gelen değişimlerdir. Alternatif medyaya gelince, daha önce var olmayan geniş bir seçenekler yelpazesini bize sunmaktadır. Buna yabancı basına erişim de dahildir. Diğer yandan İnternet’e girmek sanki Kongre Kütüphanesi’ne girivermek gibi. Orada her şey var, ancak nereye bakmanız gerektiğini bilmeniz gerek. Eğer nereye bakacağınızı bilmiyorsanız, sanki kütüphaneniz yokmuş gibi olur. Yani mesela biyolog olmaya karar vermek için Harvard Üniversitesi’nin biyoloji kütüphanesine gitmek yeterli değildir. Anlamak için bir çerçevenizin, neyin önemli neyin önemsiz, neyin anlamlı neyin anlamsız olduğuna dair bir kavrayışınızın olması lazım. Bu çerçeve tabii ki uyarlanabilir olmayan katı bir çerçeve olamaz, ama en azından bir tür çerçevenizin olması gerekir.

Ne yazık ki böyle bir çerçeve pek ender bulunur. Örneğin İşgal Hareketi’nde gördüğümüz gibi nüfusun önemli bir kısmını etkileşim ve değiş tokuş içine sokmayan bir aktivist hareket yoksa insanların çoğu internet ile karşılaştıklarında kendilerini açık denizdeymiş gibi hisseder. Yani belli bir değere ve öneme sahip şeyler bulabilirsiniz, ancak bunları aramanız gerektiğini bilmeniz gerekir ve bunları etraflarını saran bir sürü döküntüden söküp ayırmaya olanak tanıyacak bir analiz ve kavrayış çerçevesine sahip olmanız gerekir.

JH: Yani sapla samanı ayırmak lazım.

NC: Aynen öyle. Bunun için örgütlü bir aktivizm gerekir. Bu, diğer insanlarla birlikte yapmanız gereken bir şeydir. Fikirleri ortaya sürebilmeniz ve tepkileri almanız gerekir. Kavrayışınızı keskinleştirmeniz gerekir. Bunun ciddi bir örgütlenme olmadan meydana gelmesi mümkün değil. Şimdi internet üzerinden belli bir değiş-tokuş var, ancak bunun çoğu yüzeysel oma eğiliminde.

JH: Eğer kendi Web sitemize bakacak olursak söyledikleriniz biraz durumu hafife alıyor gibi. Neyse, şimdi İşgal Hareketi ile ilgili kitabınıza geri dönelim. Hızla okudum ve gerçekten iyiydi. Profesör, gerçekten de son 30-40 yıldır ekonomiyi elinde bulunduran seçkinler tarafından yukarıdan yürütülen sınıf savaşını çok güzel açıklamışsınız. Ancak yoksulluk görelidir. Yoksulluk sınırının altında yaşayan Amerikalılar bile dünya nüfusunun % 80-90’ından daha fazla servete sahip. Bu ülkede çok az sayıda insanın gerçekten de açlık sınırında olduğunu ve bu ekonomik trendlerin de epeydir devam ettiğini göz önünde bulundurursak bugün bardağı taşıran son damla ne olmuştur? Bu hareketi fitilleyen nedir? Sizce Büyük Durgunluk’un şiddeti mi yoksa başka bir şey mi insanların gözlerinin açılmasına yardımcı olmuştur?

NC: Dünyanın geri kalanından daha iyi durumda olduğumuz konusunda tabii ki haklısınız. Sizinle konuşmaya gelmeden az önce tesadüfen Hindistan’dan gelen harika bir kadınla konuşuyordum. Bu kadın yıllardır en fakir bölgelerdeki köylerde çalışıyordu ve faaliyetlerini –başarılarını ve başarısızlıklarını- anlatıyordu. Tabii ki bu tamamen başka bir dünya.  Bu ülkede, ya da başka yerlerde  ise insanlar kendilerini Taş Devri’ndekilerle karşılaştırmıyorlar, yaşadıkları toplumda makul bir hayat için sahip olmaları gereken şeylerle karşılaştırıyorlar. ABD, dünya tarihindeki en zengin, en güçlü ülke. Olağanüstü avantajlara sahip. Bu şartlar altında nüfusun büyük çoğunluğunun –yani İşgal Hareketi’nin tahayyülünde toplumun % 99’unun- sahip olması gereken şeyler ile sahip olduklarını karşılaştırdığınızda, arada çok büyük bir uçurum var.

Örneğin, bizimki ile kıyaslanabilir toplumların sahip oldukları sağlık sistemine sahip değiliz. Benzer bir altyapıya sahip değiliz. Son durgunluk dönemini bir kenara koyarsak bile son 30 yıl nüfusun büyük çoğunluğu için göreli bir durgunluk dönemiydi. Olan bitenler benim kitabımın basılmasından sonra piyasaya çıkan küçük bir kitapta gayet güzel resmedilmiş. Amerika’daki çalışanların –yani hemen herkesin- durumu hakkında güvenilir veriler edinmek için ana kaynaklardan biri olan Ekonomik Politikalar Enstitüsü yakın zamanda bir kitap çıkardı. Kitabın adı Tasarım Başarısızlığı [Failure by Design]. Kolay okunuyor ve okumaya değer. Başlık çok yerinde olmuş.   Bir başarısızlık söz konusu, çünkü ciddi anlamda zenginlik üretildiği halde nüfusun büyük çoğunluğu için temelde hiçbir ilerleme olmadı. Ekonomi ise olması gerekenden çok daha az üretken. İnsanların ihtiyaç duydukları şeyler çok daha az üretiliyor. Tabii ki nüfusun çok küçük bir kısmı, yani %1’in onda biri için göz alıcı bir başarı söz konusu, bunlar uluslararası ölçekte dağılımı altüst ediyorlar.

Bu tasarım başarısızlığı sınıf temelli bir başarısızlık. Bu çok önemli bir olgu. Her zaman için başka seçenekler mevcut olmuştur ve hâlâ da mevcut. İşler böyle gitmek zorunda değil. Kaygı, öfke ve hayal kırıklığının giderek artan bir biçimde biriktiğini zannediyorum. Bunu anketlerde görebilirsiniz. Kurumlara karşı duyulan nefret ve güvensizlik ülke çapında yaygınlaşıyor ve uzun zamandır da artıyor. İşgal Hareketi bu havayı yakaladı ve kristalize etti. Popüler hareketler bu şekilde hamle yapıyor.

Örneğin Medeni Haklar hareketini ele alalım. Hareket onlarca yıldır vardı, ancak örneğin Rosa Parks’ın eylemi ve siyah öğrencilerin Kuzey Carolina’da Greensboro’da [beyazlara ayrılan] yemek masalarına oturması gibi birkaç olay ciddi bir şekilde büyümesini ve gelişmesini sağladı. Diğer insanların da harekete katılmasını sağlayan bazı olaylar oluyor ve birdenbire popüler bir hareket ortaya çıkıyor Aynı şey savaş karşıtı harekette de oldu, kadın hareketinde de, çevre hareketinde de, küresel adalet hareketinde de.

İşgal Hareketi her şeyin olgunlaştığı bir zamanda ortaya çıktı ve stratejisinin çok dâhiyane olduğunu düşündüm. Eğer bana sorulmuş olsaydı böyle bir strateji tavsiye etmezdim. Hiçbir zaman işe yarayacağını düşünmezdim. Neyse ki yanışmışım. Çok iyi gitti. İki önemli gelişme meydana geldi ve eğer bunlar sürdürülebilseydi ve yayınlaştırılabilseydi son derece önemli olurdu. Bunlardan birisi söylemi değiştirmekti; arka planda için için kaynayan ancak hiçbir zaman kamuoyunun gündemine ciddi bir biçimde gelmeyen eşitsizlik, finansal yolsuzluk, demokratik sistemin yozlaşması, üretken ekonominin çöküşü gibi konulara odaklanarak bunları kamuoyunun gündemine getirmekti.  Bu gibi şeyler ortak payda oldu ki bu çok önemli bir gelişmedir.

Ölçülmesi zor olan bir diğer gelişme ise belli toplulukların ortaya çıkmasıdır. İşgal Hareketi çerçevesinde bir araya gelen topluluklar son derece değerlidir. Bu topluluklar, insanların aslında yalnız başlarına oldukları atomize toplumlarda pek de mevcut olmayan karşılıklı destek ve kamusal değiş-tokuş gibi bazı ilişkiler üzerinden kendiliğinden geliştiler. İş dünyasının arzuladığı toplumsal birim siz ve televizyonunuz, ya da siz ve bilgisayar ekranınız türünden çiftlerden oluşur. Bu dünya çok ciddi bir şekilde İşgal Hareketi tarafından yıkıldı. İşbirliği, dayanışma, karşılıklı destek, kamusal tartışma, demokratik katılım gibi olasılıkların belirmesi bile insanlara esin kaynağı olması gereken bir model oluşturdu. Pek çok insan, en azından çeperlerinde yer alarak bile olsa harekete katıldı.

Eğer bu iki gelişme devam ettirilebilirse ve genişletilebilirse uzun erimli bir etkisi olur. Bu kolay bir iş değil ve büyük zorlukların üstesinden gelmek lazım. Taktikler her zamanki gibi yeniden gözden geçirilmeli, ancak gerçek bir hamle söz konusu. Yalnızca birkaç ay içinde neler olduğuna bakacak olursanız, oldukça çarpıcı gelişmeler var.

JH: Konuyu biraz değiştirmek istiyorum. “Arap Baharı” denen şey hakkında çok şey söylediniz ve yazdınız. Amerikan yönetiminin çeşitli ülkelerde bu olguya verdiği tepkiye baktığımızda öyle görünüyor ki, bu “uyanış” bir ölçüde eşitsiz gelişiyor. Yönetim Mısır’da devrimi perde arkasından çekingen bir şekilde destekledi, Libya’da kuvvet kullandı, ama aynı zamanda Bahreyn’de Suudi Arabistan ve diğer kuvvetlerin rejimi savunmasına göz yumdu. Bu durum İran ve ABD yönetimlerini tuhaf bir şekilde aynı kefeye yerleştirdi. Görünüşteki bu çelişkileri ve eşitsiz gelişmeleri nasıl anlamalıyız?

NC: Her şeyden önce ABD’nin politikasının son derece tutarlı olduğunu düşünüyorum. Bu, Fransa ve İngiltere için de doğrudur. Fransa, Afrika’nın batı bölgelerinde ve Kuzey Afrika’da oldukça etkilidir. Tunus neredeyse bir tür Fransız Mandasıdır. Geleneksel emperyal güçler oldukça tutarlı bir tavır içindedirler, bölgede her yerde demokratikleşme eğilimlerine karşı çıkarlar. ABD’nin Mısır’da diktatörlüğün devrilmesini tereddütlü de olsa desteklediğini söylüyorsanız bu görünüşte doğru. Ancak gerçekte olan bitenin aslında tekrar tekrar karşımıza çıkan bir kalıba uyduğunu düşünüyorum. ABD’nin favorisi olan diktatörü desteklemek giderek zorlaşıyor ve sonunda ordu ona karşı çıkıyor. Böyle durumlarda, ki bunlarla defalarca karşılaştık, rutin olarak izlenen bir oyun planı mevcuttur: Diktatörü ve rejimi destekleyebildiğiniz kadar destekleyin. Bu imkânsız hale geldiğinde, örneğin Mısır’da olduğu gibi ordu ona karşı çıkmaya başladığında demokrasiye olan sevginizi belirten demeçler vererek emekliye ayırın, daha sonra da eski rejimi mümkün olduğunda restore edin. Şimdi de aşağı yukarı aynı şey oluyor.

Şimdiye kadar en önemli başarı hikâyesi Tunus’ta gerçekleşti. Fransızlar, ayaklanma kitlesel boyutlara ulaşıncaya kadar diktatörü destekledi. Son ana kadar arkasındaydılar. Tunus’ta gerçek bir halk katılımı vardı ve bu çok şey değiştirdi. Çok fazla sorun vardı, ama hatırı sayılır bir ilerleme gerçekleşti. Çok önemli bir ülke olan ve heyecan verici gelişmelerin olduğu Mısır’da ilerlemelerin çoğu zorla geri alındı. Eski rejimin önemli bir kısmı yerinde kaldı. Diktatörlük altında kentlerin varoşlarında ve kırsal alanda örgütlenen İslamcı gruplar, özellikle de büyük bir örgütsel yapı olan Müslüman Kardeşler, eski rejim artıklarının resmi politik arenada yeniden baskın bir etkiye sahip olmalarına izin verdi.

ABD Müslüman Kardeşler’le birlikte yaşayabilir. Liderlikleri neoliberaldir. Temelde ABD’nin küresel politikalarının oturduğu çerçeveyi kabul ederler. ABD’nin İslami bir yönetime itirazı olmaz. ABD’nin başlıca müttefiki olan Suudi Arabistan dünyadaki en fundamentalist devlettir. En baskıcı devletlerden de birisidir. ABD’nin bununla bir sorunu yok. ABD’nin küresel gücünün oluşturduğu yapıyı kabul ettikleri sürece İslamcı da olabilirler başka bir şey de. Müslüman Kardeşler de büyük olasılıkla bununla uyum içinde olacaklardır.

Tek tek olgular üzerinden gidecek zamanımız yok, ancak bakacak olursanız her durumda aynı şeyin tekrar ettiğini görürsünüz. ABD ve emperyal müttefikleri gerçek demokratik ilerlemeden çok korkarlar ve bunu engellemek isterler. Bunun için çok basit bir sebep var. Kamuoyu yoklamalarına bir göz atalım. Batı’da yapılan çok sayıda anket var ve saygın Arap kuruluşlarının yaptıkları anketler var. Tüm bölgede insanların ezici bir çoğunluğu başlıca tehdit olarak ABD ve İsrail’i görmektedirler.

İran’ı sevmezler. İran hiç de popüler değildir. Bu İran-Arap geriliminden beri böyledir. Şii ve Sünniler arasındaki gerilimin çok eskilere giden bir tarihi vardır. Ancak çok az kişi İran’ı bir tehdit olarak görür. İki hafta önce yapılan bir kamuoyu yoklamasında İran’ı tehdit olarak görenlerin oranı % 5 idi. ABD’ye muhalefet o kadar güçlüdür ki çoğunluk, bazı bölgelerde ise büyük bir çoğunluk İran’ın nükleer silahlara sahip olduğu durumda bölgenin daha iyi bir yer olacağını düşünmektedir. Nükleer silahları istedikleri için değil, yalnızca ABD-İsrail gücünü dengelemek için. Yakın zamanda Gallup tarafından yapılan bir kamuoyu yoklamasında Mısırlıların % 80’i ABD’ye muhalefet nedeniyle ve ABD’nin oluşturduğu tehditten korkuların için ABD yardımını reddetmek istemektedir.

Bunlar ABD ve müttefiklerinin açık olarak görmek istemeyecekleri politikalar. İşleyen bir demokrasiye sahipseniz kamuoyu politikaları etkileyecektir. ABD ve müttefikleri doğal olarak demokrasiye karşıdırlar. Bunu tabii ki medyada ve gazetelerde görmezsiniz. Orada demokrasiye olan aşkımızdan ve tutarsızlıklarımızdan söz edilir. Kendi ülkemizde demokrasi istiyoruz ama oralarda neden istemiyoruz? Geçmişe baktığımızda aslında çok az tutarsızlık olduğunu görürüz. Aslında bu durum, daha ciddi akademik araştırmalarda da ortaya konmuştur. Bu araştırmalar, pişmanlık içeren ifadelerle ABD’nin ancak stratejik ve ekonomik amaçlarıyla uyum içinde olduğu sürece demokrasiyi desteklediğimizi söylemektedir. Bu, Latin Amerika’da da doğrudur, Ortadoğu’da da başka yerlerde de. Bu nedenlerde kendi ülkemizde de doğrudur. Bununla ilgili bir yanılsama içinde olmamamız gerekir.  ABD’de yaşayan halkın istediği şey bu değil, ama burada da, diğer ülkelerde olduğu gibi kamuoyu ve kamu politikaları arasında büyük bir fark var, ki bu da işleyen bir demokrasinin olmamasının bir işaretidir. ABD için konuşacak olursak, sebeplerden birisi Kongre’ye karşı muazzam bir düşmanlık olması. Kongre’yi onaylayanların oranı tek haneli rakamlarda. Herhalde şimdiye kadar bu kadar düşük bir seviyede hiçbir zaman olmamıştır.

JH: Yakın zamanda yapılan bir kamuoyu yoklamasına göre .

NC: Bu pratik olarak ihmal edilebilir bir oran. Bu durum diğer tüm kurumlar için de geçerli. Büyük şirketler, bankalar, bilim, ve daha bir sürü şey.

JH: Yalnızca askeriye insanların kurumlara duyduğu güven açısından yüksek puanlar alıyor. İnsanlar hala askeriyeye güveniyor.

NC: Evet, bu doğru. Hiç de sağlıklı değil, hatta tehlikeli. Temelde, işleyen bir demokrasinin dağıldığına işaret ediyor; bu durum uzun bir süredir devam ediyor. Son seçimde ve ondan önceki seçimde seçimin aslında satın alındığının son derece açık hale gelmesi gözlerden kaçmadı.

JH: Uluslararası düzlemde bu eğilimlerden söz ediyorsak, ABD’nin gerçekte çöken bir imparatorluk olduğu yolunda giderek yaygın hale gelen görüş hakkında ne diyorsunuz? ABD’nin “yumuşak gücü” kesinlikle azalıyor gibi görünürken buna karşıt olarak askeri hâkimiyeti Soğuk Savaş sonrası dönemde, özellikle de 11 Eylül sonrasında giderek artıyor gibi görünüyor. Gerçekten de çöküyor muyuz?

NC: Evet çöküyoruz. ABD 1945’den beri çöküyor. 1945’de yani İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda ABD eşi benzeri görülmemiş bir konumdaydı. Dünyadaki servetin yarısına sahipti. Tam bir güvenliğe sahipti. Batı yarıküreyi denetim altına almıştı. Her iki okyanusu da denetim altına almıştı. Her iki okyanusun karşılıklı kıyılarını denetim altına almıştı. Dünyanın büyük bölümünü denetim altına almak gibi son derece hırslı bir amaç peşindeydi ve hâkimiyetine karşı hiçbir itiraza tahammülü yoktu. Bu amaçlar açık bir şekilde ifade edilmişti ve büyük ölçüde de gerçekleşti. Daha sonra hızla düşüşe geçmeye başladı.

1949’da Çin’in “kaybedilmesi” denilen olay gerçekleşti. Bir şekilde Çin’i “kaybettik”, yani aslında bunun anlamı Çin’in bağımsızlığa kavuşması idi. Bu olay o zamandan beri ABD’de büyük bir tartışma ve çatışma konusudur. İnsanlar Çin’in kaybedilmesinden kimin sorumlu olduğunu sormaktadır. Kısa bir süre sonra Hindiçin’in kaybedilmesinden kaygı duyulur oldu, bu da tüm güneydoğu Asya’nın kaybedileceği kaygısını pekiştirdi. “Kaybetme” kavramı oldukça ilginçtir. Bu kavramın içinde örtük olarak buraların aslında bizim olduğu ön kabulü vardır.

Bu böyle devam etti. 1970’de dünya serveti içinde ABD’nin payı % 25’e geriledi. Bu hala muazzam bir büyüklüktü, ancak artık % 50’ye tekabül etmiyordu. Dünya çoktan daha çoğulcu hale gelmişti. Son on yıl içinde Güney Amerika ciddi anlamda bağımsızlığa kavuştu. Çok yakın zamanda Kolombiya’da toplanan Cartagena konferansına tanık olduk. ABD uyuşturucu, Küba, vb. gibi önemli birçok konuda yalıtılmış bir konuma düştü. Bu ciddi bir güç ve etki kaybının işaretidir. Şimdi Ortadoğu’da da aynı şey oluyor. ABD ve müttefiklerinin demokrasi ve bağımsızlık tehdidinden bu kadar korkmalarının sebebi budur. Bir şekilde uyum gösterecek rejimleri sürdürmeye o nedenle bu kadar meraklılar.

Askeri gücün azalmadığı konusunda haklısınız. Aslında dünyanın geri kalanı ile karşılaştırıldığında göreli olarak artmıştır. ABD dünyadaki tüm askeri harcamaların yarısına yakınını yapmaktadır. Yüzlerce üsse sahip olan ve her yerde güç kullanma kabiliyeti olan tek ülkedir. Yok etmek ve katletmek için mesela insansız hava araçları gibi yeni teknolojilere sahiptir. Bu konuda dünyanın geri kalanından çok daha öndedir. “Yumuşak güçten” söz ettiniz, bu önemlidir. Etkide bulunma gücü 1945’ten beri düşmeye devam etmektedir.

Bunun göstergelerinden birisi BM’de veto ettiği kararların sayısıdır.  60’ların ortalarına kadar dünya büyük ölçüde ABD’nin denetimi altındaydı, öyle ki ABD Güvenlik Konseyi’nde tek bir kararı veto etmemiştir. 60’ların ortalarından beri ABD Güvenlik Konseyi kararlarını veto etmekte açık ara ile öndedir. İkinciliği bir uydu devlet olan Britanya almıştır. Bunları yakından takip eden başka bir devlet yoktur. Bu, kapasite ve güç açısından, yani etki ve denetim yeteneği açısından bir çöküşe işaret eder.

Bu çöküşün bir kısmını kendisi hazırlamıştır. Ekonomik Politikalar Enstitüsü’nün Tasarım Başarısızlığı olarak adlandırdığı şey ABD’yi önemli ölçüde güçsüzleştirmiştir ve ciddi bir değişim, yani bu ülkedeki ve dünyadaki halkların yararına değişiklikler olmazsa bu devam edecektir. Çin’in öne geçtiği yönünde bir tez var. Bu konuda çok dikkatli olmalıyız. Çin’in gelişimi göz kamaştırıcı, ancak Çin çok fakir bir ülke olarak kalmıştır. ABD ile karşılaştırılamayacak kadar fakirdir. Büyük bir imalat üssü olarak büyümüştür, ancak büyük ölçüde montaj sanayiine dayanmaktadır. Çeperlerinde bulunan daha sofistike, daha gelişmiş ülkeler ve Apple gibi Batılı çokuluslu şirketler için bir imalat üssüdür temelde. Bu zamanla değişebilir, ancak çok uzun vadede. Çin, ekolojik sorunlar, demografik sorunlar, vb. gibi gerçek sorunlarla yüz yüzedir. Önemli bir gelişme göstermiştir, ancak çok abartılı bir gürültü patırtı var ve bence biraz kuşkuyla yaklaşmak lazım.

Dolayısıyla, evet, bu süreçler kuşkusuz ki işliyor. Kısmen de süreç böyle tasarlandığı için. Bir sektör var ki gayet iyi durumda: Finans kapital. Ancak halkın geneli için başka bir hikâye söz konusu, bu nedenle her yerde ayaklanmalar çıkıyor.