2011 yılı, Arap halklarının bir dizi yıkıcı ve öfkeli patlaması ile başladı. Bu, “Arap dünyasının uyanışında” ikinci bir baharın başlangıcı mı? Yoksa bu ayaklanmalar açmaza girip sonunda–tıpkı söz konusu uyanışın [L’éveil du Sud? (Güney’in Uyanışı mı?) kitabımda ipuçlarını verdiğim] ilk bölümünde yaşanan şekilde–başarısız mı olacaklar? Birinci hipotez doğrulanırsa, Arap dünyasının ileriye doğru hareketi, zorunlu olarak dünya çapındaki emperyalist kapitalizmi aşma hareketinin parçası haline gelecektir. Başarısızlık, Arap dünyasını, boyun eğen bir çeper olmak şeklindeki mevcut statüsünde tutacak ve dünyayı şekillendirme konusunda etkin bir katılımcı düzeyine yükselmesini engelleyecektir.
Her bir ülkeyi karakterize eden objektif koşulların çeşitliliğini göz ardı ederek “Arap dünyası” hakkında genellemeler yapmak her zaman tehlikeli olmuştur. Bu nedenle, bölgesindeki genel gelişmelerde geçmişte olduğu gibi bugün de büyük bir rol oynadığı rahatlıkla kabul edilecek olan Mısır üzerine izlenimlere odaklanacağım.
Mısır, küresel kapitalizmin çeperinde yer alıp da “yükselmeyi” denemiş olan ilk ülkedir. Daha on dokuzuncu yüzyılın başında, Japonya ve Çin’den epeyce önce, Naip Muhammed Ali (Kavalalı Mehmet Ali Paşa), Mısır ile onun yakın komşusu olan Arap Maşrık’ı (Maşrık (Şark), “Doğu” demektir, örn. doğu Kuzey Afrika ve Doğu Akdeniz) için bir ıslahat programı tasarlamış ve uygulamaya geçirmiştir. Bu gayretli deneme, on dokuzuncu yüzyılın üçte ikisi boyunca sürmüş ve 1870′lerde, Hıdiv İsmail’in saltanatının ikinci yarısı sırasında, gecikmeli olarak son nefesini vermiştir. Başarısızlığının analizinde, dönemin en büyük sanayi kapitalizmi gücü Büyük Britanya kaynaklı yabancı saldırganlığının rolü göz ardı edilemez. İngiltere, modern bir Mısır’ın yükselişini engelleme amacını, 1840′ın denizcilik kampanyasında, ardından 1870′lerde Hıdiv maliyesinin kontrolünü ele geçirerek ve son olarak da 1882′de askeri işgal ile, sayısız kereler zor yoluyla hayata geçirmiştir.
Mısır’ın daha sonra tartışacak olduğumuz ikinci yükseliş denemesinin aksine, açık bir şekilde kapitalizm dahilinde ve kapitalizm üzerinden bir yükseliş öngördüğü için, bu on dokuzuncu yüzyıl Mısır projesinin, kendi döneminin kısıtlılıklarına sahip olduğu açıktır. Söz konusu projenin içerdiği (altta yatan politik, kültürel ve ideolojik ön kabulleri gibi) toplumsal çelişkiler, şüphesiz ki başarısızlığa uğramasında pay sahibidirler. Yine de, emperyalist saldırganlık olmasaydı söz konusu çelişkilerin, tıpkı Japonya’da olduğu gibi üstesinden gelinebileceği gerçeği ortada durmaktadır.
Yenilgiye uğrayan gelişmekte olan Mısır, kırk yıla yakın bir süre (1880–1920) hakir bir çeper muamelesine maruz kalmış, kurumları dönemin kapitalist/emperyalist birikim modeline uyacak şekilde yeniden düzenlenmiştir. Dayatılan bu gerileme, ülkenin politik ve toplumsal kurumlarını–üretim sisteminin üzerinden ve onun ötesinde–vurmuştur. Ülkeyi bağımlı konumunda tutmaya yarayan gerici ve ortaçağdan kalma kültürel ve ideolojik anlayışların tümünü sistematik olarak pekiştirmek üzere çalışmıştır.
Mısır ulusu–halkı, elitleri–bu konumu asla kabullenmediler. Bu inatçı reddin sonucu, sonraki yarım yüzyıl boyunca (1919–1967) baş gösteren ikinci dalga hareketlerin yükselişi olmuştur. Gerçekten de bu dönemi bir kesintisiz mücadeleler ve büyük ilerici hareketler dizisi olarak görüyorum. Üçlü bir amaca sahipti bu dönem: Demokrasi, ulusal bağımsızlık ve toplumsal ilerleme. Bu üç amaç, sınırlı olsalar ve bazen kendi formülasyonlarını şaşırsalar da, biri diğerinden ayrılmazdı–modern Mısır’ın dönemin küresel kapitalist/emperyalist sistemine entegrasyonunu işaret eden bir ayrılmazlık. Bu okumada, Nasırcı sistematizasyon dönemi (1955–1967), gelişen uzun mücadeleler dizisinin, 1919–1920 devrimi ile başlayan final bölümünden başka bir şey değildir.
Mısır’da o yarım yüzyıllık kurtuluş mücadelelerinin ilk anı, vurgusunu–1919′da Wafd‘ın kuruluşu ile–burjuva tarzı bir anayasal demokrasinin benimsenmesi (1923′te) üzerinden siyasal modernizasyona (meşruti monarşi) ve bağımsızlığın yeniden kazanılmasına yapmıştır. Öngörülen demokrasinin biçimi, sembolü haç ile hilali birbirine bağlayan bir bayrak (Ocak ve Şubat 2011 gösterilerine yeniden ortaya çıkan bir bayrak) olan–kavramın tam anlamıyla sekülerlik olmasa da–ilerici sekülarizasyona izin vermiştir. Ardından “normal” seçimler, en ufak sorun olmaksızın, sadece Kıptilerin (Mısır’ın yerlisi olan Hıristiyanlar) Müslüman çoğunluk tarafından seçilmesine değil, aynı zamanda yine bu Kıptilerin devlette yüksek konumlara gelmesine de izin vermiştir.
Monarşi ve büyük toprak sahipleri ile zengin köylülükten oluşan gerici blok tarafından desteklenen İngilizler, Wafd’cı liderlik altında Mısır’ın kaydettiği demokratik ilerlemeyi ortadan kaldırmak için tüm güçlerini ortaya koydular. 1930′larda, demokratik 1923 anayasasını fesheden Sıdki Paşa diktatörlüğü, sonrasında demokratik antiemperyalist mücadelelere öncülük eden öğrenci hareketi ile çatışmaya girdi. Bu tehditle karşı karşıya gelen İngiliz Elçiliği ile Kraliyet Sarayının, 1927′de (“İslamcı” düşünceden Vahabiliğin Reşit Rıza tarafından formüle edilen en gerici versiyonu “Selefilik” ile esinlenen) Müslüman Kardeşler’in kurulmasını etkin şekilde desteklemesi tesadüf değildir. Bu, doğmakta olan “siyasal İslam”ın en ama en gerici–antidemokratik ve toplumsal ilerleme karşıtı–versiyonudur.
Etiyopya’nın Mussolini tarafından işgali ve ufukta beliren dünya savaşı ile, Londra demokratik güçlere bazı tavizler vermek zorunda kalmıştır. 1936′da Wafd’ın, dersini almış olarak, iktidara geri dönmesine izin verilmiş ve yeni bir İngiltere-Mısır anlaşması imzalanmıştır. İkinci Dünya Savaşı, bir dizi parantez açılmasını zorunlu kılmıştır. Ancak komünistlerin ve işçi sınıfı hareketinin sahneye girişiyle birlikte daha da radikalleşen bir “işçi-öğrenci bloğunun” oluşumuyla, 21 Şubat 1946′da yeni bir mücadele dalgası halihazırda yükselmeye başlamıştı. Londra destekli Mısır gericileri bir kez daha şiddet kullanarak yanıt verdiler ve bu amaçla ikinci bir Sıdki Paşa diktatörlüğü ardında Müslüman Kardeşler’i harekete geçirdiler ancak protesto hareketini susturmayı başaramadılar. 1950 yılında seçim yapılmak zorunda kalındı ve Wafd iktidara geri döndü. Wafd’ın 1936 Anlaşması’nı tanımaması ve Süveyş Kanalı Bölgesinde gerilla eylemleri başlatması, Müslüman Kardeşler’in bağlantılı olduğu derin bir operasyonda Kahire’nin ateşe verilmesi (Ocak 1952) ile yenilgiye uğratılabildi.
1952′de “Özgür Subaylar” tarafından gerçekleştirilen ilk darbe ve hepsinin ötesinde 1954′te Nasır’ın kontrolü ele geçirdiği ikinci bir darbe, bazılarınca mücadelenin kesintisiz akışının “taçlandırılması”, bazılarınca ise sona erdirilmesi olarak algılandı. Nasırcılık, Mısır uyanışının geçmişten gelerek daha ileri bir düzeye taşındığı görüşünü reddedip “Mısır Devrimi”nin başlangıcını Temmuz 1952′ye ötelemek suretiyle, 1919′dan 1952′ye kadar geçen yılların tüm tarihini silip yok eden bir ideolojik söylem öne sürdü. O dönem birçok komünist bu söylemi kınadı ve 1952 ve 1954 darbelerini demokratik hareketin radikalleşmesinin sonu olarak analiz ettiler. Nasırcılık, Nisan 1955′teki Bandung Konferansı sonrasında yalnızca antiemperyalist bir proje şeklini aldığından hatalı sayılmazlardı. Sonrasında Nasırcılık tamamen şu formülasyona yöneldi: Kararlı bir antiemperyalist enternasyonal duruş (pan-Arap ve pan-Afrika hareketleri ile bağlantılı şekilde) ve bir miktar ilerici (ama “sosyalist” olmayan) toplumsal reform. Her şey tepeden inme bir şekilde hayata geçirildi; yalnızca “demokrasisiz” değil (halk yığınlarının kendileri tarafından ve kendileri için örgütlenmesine yönelik hiçbir hak tanınmadı), aynı zamanda her türden politik yaşamı “feshederek”. Bu, böylelikle oluşturulmuş olan boşluğu doldurması için siyasal İslam’a yapılmış bir davet anlamına geliyordu.
On yıl gibi kısa bir zamanda (1955–1965), Nasırcı proje tüm ilerici potansiyelini tüketti. Tükenişi, artık Birleşik Devletler’in öncülük ettiği emperyalizme, bölgesel askeri aracı İsrail’i bu amaçla mobilize ederek hareketi kırdırma şansı sağladı. 1967 yenilgisi, yarım yüzyıl boyunca sürmüş dalganın sonunu işaretliyordu. Hareketin geri çekilişi, Nasır’ın, başka katmanların yanı sıra (1970′te Nasır’ın ölümü öncesi ve sonrası kısa bir süre sahneye çıkan) öğrenci hareketinin çağrıda bulunduğu radikalleşme yerine sağa ödünler verme yolunu seçmesi (infitah veya “açılma” politikası, kapitalist küreselleşmeye açılma elbette) ile başlamıştı. Halefi Sedat, sağa dönüşü yoğunlaştırıp kapsamını genişletti ve Müslüman Kardeşler’i kendi yeni otokratik sistemine entegre etti. Mübarek de aynı yolu izledi.
Ardından gelen geri çekilme dönemi, neredeyse bir yarım yüzyıl daha sürdü. Küresel liberalizmin ve ABD stratejisinin taleplerine boyun eğmiş olan Mısır, bölgesel ya da küresel politikada etkin bir unsur olarak var olmaktan çıktı. Bölgesinde artık ABD müttefikleri Suudi Arabistan ve İsrail öne çıkıyordu. İsrail bunun sonrasında, Mısır ve Körfez ülkelerinin zımni suç ortaklığı ile, işgal altındaki Filistin’i daha geniş şekilde sömürgeleştirme politikasını hayata geçirebildi.
Nasır döneminde Mısır, eleştiriye açık olsa da, en azından tutarlı bir ekonomik ve toplumsal sistem oluşturmuştu. Nasır, ülkeyi pamuk ihracatçısı rolü ile kısıtlayan sömürgeci uluslararası uzmanlaşmanın dışında bir yol olarak, önüne sanayileşmeyi koymuştu. Sistemi, halk kitlelerini yoksullaştırmaksızın genişleyen orta sınıfın yararına bir gelir bölüşümü sağlamıştı. Sedat ve Mübarek, Mısır’ın üretim sistemini bozdular ve yerine, sadece, pek çoğu emperyalist tekellerin taşeronu durumundaki şirketlerin kârlılığına dayanan, tamamen uyumsuz bir sistem getirdiler. Dünya Bankası tarafından yıllarca övgü ile karşılanan sözde yüksek ekonomik büyüme oranlarının hiçbir anlamı yoktu. Mısır’ın büyümesi son derece kırılgandı. Dahası, böyle bir büyüme yanında eşitsizlikte dayanılmaz bir yükseliş ve ülke gençliğinin çoğunluğunu etkisi altına alan bir işsizlik getiriyordu. Bu durum patlama riski demekti. Ve o patlama gerçekleşti.
Hillary Clinton gibi sonraki ABD görevlileri tarafından övülen görünürdeki “istikrarlı rejim”, her gün görevi kötüye kullanarak suç işlemekte özgür olan bir milyon iki yüz bin (1.200.000) kişilik korkunç bir polis aparatına dayanıyordu (ordu sadece 500 bin kişiden oluşuyordu). Emperyalist güçler bu rejimin Mısır’ı İslamcılık tehdidinden “koruduğunu” iddia ediyorlardı. Bu sefil bir yalandan başka bir şey değildi. Gerçekte rejim, eğitimin, mahkemelerin ve büyük medyanın (özellikle de televizyonun) kontrolünü (Körfez’in Vahabi modeline dayanan) gerici siyasal İslam’a vererek, onu kendi iktidar yapısına mükemmel bir şekilde entegre etmişti. Sadece Selefi camilerinde yapılan kamuya açık konuşmalar izinliydi ve bunlar, İslamcıların “muhalefet”miş gibi yaparak şişinmesine izin vermekteydi. ABD kaynaklı vaazların utanmaz ikiyüzlülüğü de (Obama Bush’tan aşağı kalmamıştır), bu amaca mükemmelen adapte edilmiştir. Washington, askeri müdahalelerini kendinden menkul “teröre karşı savaş”ındaki eylemler olarak meşrulaştırabilmesini sağlayacak şekilde, arada bir “yaramazlıklarını” (Kıptilerin öldürülmesi gibi) kınarken, siyasal İslam’ın fiilen desteklenmesi, Mısır toplumunun modern dünyanın meydan okumalarına karşılık verme kapasitesini (eğitim ve araştırmada yıkıcı bir düşüşe yol açarak) yok etti. Yoksul ve orta direk işçilerin petrol üreten ülkelere kitlesel göçünün sağladığı güvenlik supabına sahip olduğu sürece, rejim halen “tolere edilebilir” görünüyordu. Bu sistemin tükenişi (Asyalı göçmenlerin Arap ülkelerinden gelenlerin yerini alması), muhalefet hareketlerinin yeniden doğuşunu getirdi. 2007′deki işçi grevleri (Afrika kıtasında son elli yıldaki en güçlü grevler), tarımsal sermaye tarafından el konulma tehdidi altındaki küçük köylülüğün inatçı direnişi ve orta sınıflar içinde demokratik protesto gruplarının (“Kefaya” ve “6 Nisan” hareketleri gibi) ortaya çıkışı,–Mısırlılar tarafından beklenen ancak “yabancı gözlemciler”in şaşırdığı–kaçınılmaz patlamanın habercileriydi. Şu anda hangi yönde ilerleyeceğini ve yarattığı fırsatları analiz etmeye çağrılı olduğumuz kurtuluş mücadeleleri dalgasının yeni bir aşaması böylece başladı.
Demokratik Hareketin Bileşenleri
Sürmekte olan “Mısır Devrimi”, her yönüyle (siyasal, ekonomik ve toplumsal) sarsılan neoliberal sistem için bir son öngörmenin mümkün olduğunu göstermektedir. Mısır halkının bu devasa hareketi, üç aktif bileşenle bağlantılıdır: Kendi iradeleri ile ve kendi buldukları “modern” biçimlerde “yeniden politikleşen” gençlik; radikal sol güçler ve demokratik orta sınıflardan güçler.
Gençlik (yaklaşık bir milyon aktivist) harekete öncülük etmiştir. Onlara hemen radikal sol ile demokratik orta sınıflar katılmıştır. Müslüman Kardeşler liderliği ise, göstericilerin baskı aparatı tarafından yönlendirileceğinden emin bir şekilde, gösterilerin ilk dört günü boyunca boykot çağrısı yapmış ve hareketi ancak (tüm Mısır halkı çağrısını duyup da) 15 milyon gibi devasa bir kalabalık mobilize olduktan sonra kabul etmiştir.
Gençlik ve radikal sol üç ortak hedef gütmüştür: Demokrasinin yeniden inşası (polis/ordu rejiminin sona ermesi), halk kitleleri yararına yeni ekonomik ve sosyal politikaların benimsenmesi (küresel kapitalizmin taleplerine boyun eğmekten vazgeçmek) ve bağımsız bir dış politika (ABD hegemonyasının gerekliliklerine ve dünya üzerindeki ABD askeri denetiminin uzantısı olmaya boyun eğmekten vazgeçmek). Demokratik devrim dedikleri şey, bir demokratik toplumcu ve antiemperyalist devrimdir.
Gençlik hareketi, toplumsal bileşimi ve siyasal ve ideolojik dışavurumları itibariyle çeşitlilik arz etse de, kendisini tam olarak “solda” görmektedir. Radikal sola karşı beslediği güçlü ve kendiliğinden sempati, bunun kanıtıdır.
Orta sınıflar, “piyasa”ya ya da Mısır’ın uluslararası tercihlerine karşı çıkmaksızın, bir bütün olarak yalnızca demokrasi hedefi etrafında toplanmaktadırlar. CIA tarafından organize edilmiş gibi görünen bir komplonun bilinçli veya bilinçsiz parçası olmuş bir grup blog yazarının rolü de göz ardı edilmemelidir. Liderleri, genellikle aşırı derecede “Amerikanlaşmış” ama buna rağmen kendilerini diktatörlüklere muhalif olarak sunan zengin sınıflardan genç insanlardır. Demokrasi teması, Washington tarafından manipüle edilebilmesi için gereken versiyonu ile, “net”teki söylemlerinde en ön planda yer almaktadır. Bu gerçek onları, Washington tarafından yönetilen, Doğu Avrupalı “renkli devrimler” modeli üzerinde “demokratik devrimler” olarak gizlenmiş olan karşı devrimler zincirinin aktif katılımcıları haline getirmektedir. Ancak halk ayaklanmalarının arkasında bu komplonun olduğunu düşünmek hata olacaktır. CIA’nın istediği, hareketin yönünün değişmesi, aktivistlerinin ilerici toplumsal dönüşüm hedeflerinden uzaklaşması ve onları farklı yollara yönlendirmektir.
Hareketin birbirinden farklı bileşenlerini bir araya getirmeyi, ortak stratejik hedefler belirlemeyi ve etkili örgütlenme ve eylem biçimleri bulmayı başaramaması durumunda, bu hesap başarılı olabilir. Böyle başarısızlık örnekleri iyi bilinmektedir–Endonezya ve Filipinler’e bakmak yeterli. Mısır’da “Amerikan tarzı demokrasi”yi savunmaya koyulan–Arapçadan ziyade İngilizce yazan(!)–bu blog yazarlarının sıkça Müslüman Kardeşler’i meşrulaştırmaya hizmet eden argümanlar öne sürdüklerini belirtmek gerek.
Hareketin üç etkin bileşeni tarafından ilan edilen gösteri çağrıları, tüm Mısır halkı tarafından hızla dikkate alındı. İlk günler boyunca aşırı derecede şiddetli olan baskı (binden fazla ölü), (diğer yerlerde olduğunun aksine hiçbir zaman Batılı güçleri yardıma çağırmamış olan) bu gençlerin ve onların müttefiklerinin cesaretini kırmadı. Ve bu cesaretleri, ülkenin her bölgesinden, irili ufaklı şehirlerden ve hatta köylerden 15 milyon Mısırlıyı gün boyu (bazen de geceleri) süren protesto gösterilerine çekmekte belirleyici oldu. Ezici siyasal zaferleri, korkunun saf değiştirmesine yol açtı. Ordu liderleri sessizliklerini bozup–böylelikle imajlarını koruyarak–hareketi bastırma görevini yerine getirmeyi reddederken ve Mübarek ile onun çok daha önemli pek çok yandaşını görevden alarak şov yaparken, Obama ve Hillary Clinton, şimdiye dek desteklemiş oldukları Mübarek’ten kurtulmaları gerektiğini anladılar.
Hareketin tüm Mısır halkı arasında yaygınlaşması, kendi içinde olumlu bir zorluğa işaret etmektedir. Başka her halk için olduğu gibi bu halk da “homojen bir blok” oluşturmaktan uzaktır. Ana bileşenlerinden bazıları hiç kuşkusuz radikalleşme perspektifi için bir güç kaynağıdır. 5 milyonluk güçlü bir işçi sınıfının kavgaya girmesi belirleyici olabilir. Savaşkan işçiler, sayısız grevlerle, 2007′de başlattıkları örgütlemelerin inşasında yol kat etmişlerdir. Halihazırda elliden fazla bağımsız sendika bulunmaktadır. Küçük köylülüğün, tarım reformu yasalarının feshedilmesi ile (Müslüman Kardeşler, özel mülkiyetin İslam’da “kutsal” olduğu ve tarım reformunun Şeytan’dan, yani bir komünistten esinlendiği bahanesi ile, geçen yasa lehine oy kullanmıştır) önü açılan el koymalara karşı inatçı direnişi, hareket için bir başka radikalleşme unsurudur. Dahası, geniş bir “yoksul” kitle Şubat 2011 gösterilerinde aktif olarak yer almıştır ve sıkça “devrimi savunan” mahalle halk komitelerine katılmaktadırlar. Bu “yoksul halkın” bıyıkları, peçeleri, giyim tarzları, Mısır toplumunun derininde “İslamcı” olduğu, hatta Müslüman Kardeşler tarafından mobilize edildiği izlenimini yaratabilir. Ancak gerçekte yoksul halk sahneye “püskürmüş” ve Müslüman Kardeşler’e de onlarla gitmek dışında şans bırakmamıştır. Artık bir yarış söz konusudur: Halen kafası karışık kitlelerle etkili ittifaklar oluşturmayı ve hatta (reddettiğim bir kavram olarak) “onları disipline etmeyi” kim başaracaktır–Müslüman Kardeşler ve onun (Selefi) İslami bağlaşıkları mı yoksa demokratik ittifak mı?
Mısır’da işçilerin ve demokratik güçlerin birleşik cephesini inşa etmede bariz gelişmeler yaşanmaktadır. Nisan 2011′de beş sosyalist eğilimli parti (Mısır Sosyalist Partisi, artı önceden Tagammu’nun bileşeni olan Demokratik Halk İttifakı–eski “sadık sol” Tagammu partisi, Demokratik Emek Partisi, “Troçkist” Sosyalist Devrimci Parti ve Mısır Komünist Partisi’nin üyeliklerinin çoğunluğundan oluşmaktadır) kendilerini mücadelelerini birlikte yürütmeye adadıkları bir Sosyalist Güçler İttifakı oluşturdular. Buna paralel olarak hareketin tüm aktif siyasal ve toplumsal güçleri (sosyalist eğilimli partiler, farklı demokratik partiler, bağımsız sendikalar, köylü örgütleri, gençlik ağları ve sayısız toplumsal dernek) tarafından bir Ulusal Konsey (Meclis Vatani) kuruldu. Konsey 150′ye yakın üyeye sahip, Müslüman Kardeşler ve sağ kanat partiler katılmayı reddediyorlar ve böylelikle devrimci hareketin sürmesine ilişkin iyi bilinen muhalefetlerini tekrar doğrulamış bulunuyorlar.
Demokratik Harekete Karşı Gerici Blok
Tıpkı yükselen mücadelenin önceki dönemlerinde olduğu gibi, Mısır’daki demokratik toplumcu ve antiemperyalist hareket bir kez daha güçlü bir gerici blok buluyor karşısında. Bu blok toplumsal bileşimi (elbette onu oluşturan sınıflar) açısından tanımlanabilir ancak siyasal alana müdahale araçları ve politikalarına hizmet eden ideolojik söylemleri açısından tanımlanmaları da en az bu kadar önemlidir.
Toplumsal açıdan, gerici bloğun liderliğini tamamen Mısır burjuvazisinin elindedir. Son kırk yıl boyunca işlemiş olan bağımlı birikim biçimleri, bu “küreselleşen liberal” modele eşlik eden skandal eşitsizliğin tek yararlanıcısı olan zengin bir burjuvazinin yükselişini getirmiştir. Bunlar, birkaç on bin kişiden ibarettirler–Dünya Bankası’nın adlandırmayı sevdiği gibi “yenilikçi girişimciler” değildiler, tümü de servetini siyasal aparatla gizli anlaşmalarına borçlu olan milyoner ve milyarderlerdir (yolsuzluk, sistemin organik bir parçasıdır). Bu komprador bir burjuvazidir (Mısır’da bugün geçerli olan siyasal dilde halk onlara “yozlaşmış parazitler” diyor). Mısır’ın, koşulsuz bir ABD müttefiki olarak çağdaş emperyalist küreselleşme içine yerleştirilmesi için etkin bir payanda oluşturmaktadır. Bu burjuvazinin safları arasında sayısız askeri general ve üst düzey polis, devletle ve Sedat ile Mübarek tarafından oluşturulan egemen Ulusal Demokratik partiyle bağlara sahip “siviller” ve dini kişilikler bulunmaktadır–Müslüman Kardeşler liderliğinin tümü ve El Ezher Üniversitesi’nin önde gelen şeyhleri; bunların tümü “milyarderler” arasındadır. Kesinlikle yine de küçük ve orta girişimcilerden oluşan etkili bir burjuvazi de mevcuttur. Ancak bunlar, komprador burjuvazi tarafından yerleştirilmiş haraç sisteminin kurbanlarıdırlar ve genellikle kendileri sadece yabancı tekeller için transmisyon kayışı olan yerel tekellerin bağımlı taşeronları durumuna indirgenmişlerdir. İnşaat sektöründe bu sistem genel kuraldır: “Büyükler” devlet ihalelerini kapar, ardından işi “küçüklere”, taşerona verir. Esasen girişimci burjuvazi halen demokratik harekete sempati beslemektedir.
Gerici bloğun kırsal tarafı daha az önemli değildir. Bunlar, Nasır’ın tarım reformunun palazlandırdığı ve eski zengin toprak ağalarının yerini alan zengin köylülerden oluşmaktadır. Nasır rejimi tarafından kurulan tarım kooperatifleri, hem zengin hem de yoksul köylülüğü içeriyordu ve bu nedenle esasen zenginlerin yararına çalışıyorlardı. Ancak rejim yoksul köylülüğün olası istismarını sınırlandırmak için de önlemler almıştı. Bu önlemler Dünya Bankası’nın tavsiyesi ile Sedat ve Mübarek tarafından bir kez ortadan kaldırıldıktan sonra, kır zenginleri yoksul köylülüğün tasfiyesini hızlandırmaya koyuldular. Modern Mısır’da, kır zenginleri daima gerici bir sınıf oluşturmuşlardır, bugün daha da beterdirler. Aynı şekilde, devlet görevlileri ve din aparatları (Mısır’daki El Ezher Üniversitesi, örgütlü Müslüman Kilisesine eşdeğer bir konuma sahiptir) ile yakın (sıklıkla ailesel) bağları üzerinden, ülke çapındaki muhafazakar İslam’ın ana sponsorları olarak, kırsal toplumsal yaşama hükmederler. Dahası, kentsel orta sınıfların büyük bir kesimi de (özellikle de ordu ve polis görevlileri ile hakeza teknokratlar ve tıp/adalet alanı çalışanları) doğrudan kır zenginlerinden çıkarlar.
Bu gerici bloğun hizmetinde güçlü bir siyasal aygıt vardır: Ordu ile polis güçleri, devlet kurumları, Sedat tarafından kurulan ayrıcalıklı Ulusal Demokratik siyasi partisi (fiilen tek parti durumundadır), dini aparat (El Ezher) ve siyasal İslamcı fraksiyonlar (Müslüman Kardeşler ve Selefiler). ABD tarafından Mısır ordusuna verilen askeri yardım (yıllık 1,5 milyon dolar civarındadır), hiçbir zaman ülkenin savunma kapasitesine harcanmamıştır. Aksine, sistematik yolsuzluk üzerinden yıkıcı bir etkisi olmuştur. En büyük ikiyüzlülük ise, bu durumun bilinip hoş görülüyor olmaktan ziyade, aktif şekilde desteklenmesidir. “Yardım”, en yüksek katmandakilerin Mısır komprador ekonomisinin bazı önemli parçalarını kendilerine mal etmesine izin vermiştir, öyle ki “Ordu Şirketi” (Şerika el geyş) yaygın bir terim halini almıştır. İşte bu yüzden, kendilerine “geçişi yönlendirme” sorumluluğu biçen Yüksek Komuta kademesi, baskıcı eylemlerle aralarına mesafe koyarak öyleymiş gibi görünmeye çalışsalar da, hiçbir “tarafsızlığa” sahip değildir. Onun tarafından seçilen ve ona itaat eden, büyük oranda da eski rejimin daha az göze çarpan adamlarından oluşan “sivil” hükümet, hareketin herhangi bir şekilde radikalleşmesini engelleme amacıyla tamamen gerici bir dizi önlem almıştır. Bu önlemler arasında, çok sert bir grev karşıtı yasa (ekonomik canlanma bahanesi altında) ve siyasal partilerin kurulmasının önüne ciddi kısıtlamalar getiren ve seçim oyununu eski rejim tarafından sistematik olarak desteklenmeleri sayesinde hâlihazırda iyi örgütlenmiş durumda olan siyasal İslamcı eğilimlere (özellikle de Müslüman Kardeşler’e) daraltmayı amaçlayan bir yasa bulunmaktadır. Yine de, tüm bunlara rağmen, ordunun tavrı son tahlilde öngörülemezliğini korumaktadır. Kadrolarının yozlaşmasına rağmen (erbaşlar askere alınırlar, subaylar profesyoneldir), ulusalcı hassasiyet halen tamamen yitmiş değildir. Ayrıca, ordu pratikte gücünün büyük kısmını polise kaptırmış olmasına içerlemektedir. Bu koşullar altında ve hareket orduyu ülkenin siyasal liderliği dışında bırakma konusunda iradesini ifade ettiği için, Yüksek Komuta’nın yaklaşan seçimlerde kendi adaylarını çıkarmak yerine gelecekte perde arkasında kalmayı tercih etmesi çok muhtemeldir.
Polis aparatına, genel olarak devlet aparatı için söz konusu olduğu gibi (yeni egemenlerin tümü rejimin tecrübeli şahsiyetleridirler), el sürülmediği çok açık olmasına rağmen (kovuşturulmaları öngörülmemektedir), Ulusal Demokratik Parti fırtınada ortadan kaybolmuştur ve yasal tasfiyesi emredilmiştir. Ancak Mısır burjuvazisinin kendi partisinin farklı bir etiket veya etiketler altında yeniden doğumunu garantiye alacağından emin olabiliriz.
Siyasal İslam
Müslüman Kardeşler, varlığı sadece tolere edilmekle kalmayıp aynı zamanda eski rejim tarafından etkin şekilde desteklenen tek siyasal gücü oluşturmaktadır. Sedat ve Mübarek, onlara üç temel kurumun kontrolünü devretmiştir: Eğitim, mahkemeler ve televizyon. Müslüman Kardeşler, bırakınız “demokratik” olmayı, hiçbir zaman “ılımlı” olmamıştır ve olamaz. Liderleri–mürşid (“rehber”–Führer’in Arapçası)–kendi kendini atamaktadır ve örgüt, liderlerinin emirlerinin hiçbir sorgulama olmaksızın disiplinli bir şekilde yerine getirilmesi ilkesine dayanmaktadır. Üst düzey liderliğin tümü, (kısmen Suudi Arabistan–işin özü Washington–tarafından finanse edilmeleri sayesinde) son derece zengin adamlardan oluşmaktadır, ikinci düzey liderliği oluşturan adamlar orta sınıfın gerici katmanlarından, aşağı tabakası ise Müslüman Kardeşler tarafından işletilen (aynı şekilde Suudiler tarafından finanse edilen) yardım hizmetleri üzerinden devşirilen alt sınıf tabakalardan gelmektedir. İnfaz kolu ise kriminal unsurlardan devşirilen milislerden oluşmaktadır (baltacılar).
Müslüman Kardeşler, tamamen dışa bağımlı, piyasaya dayanan bir ekonomik sisteme bağlılık ifade etmektedir. Gerçekte, komprador burjuvazinin bileşenidirler. İşçi sınıfı tarafından düzenlenen büyük grevlerin ve yoksul köylülüğün kendi topraklarını elde tutma mücadelelerinin karşısında durmuşlardır. Dolayısıyla Müslüman Kardeşler yalnızca iki konuda (herhangi bir türde ekonomik ve sosyal program sunmayı reddetmeleri, dolayısıyla da gerçekte gerici neoliberal politikaları sorgusuz kabul etmeleri; ve bölgede ve dünyada ABD denetiminin hayata geçirilmesine fiilen boyun eğmeleri) “ılımlıdır”. Böylelikle Müslüman Kardeşler, şimdi “demokratik niteliklerine” kefil olan Washington için yararlı bir müttefiktir (ABD de MK’in patronu Suudilerden daha iyi bir müttefike sahip değil midir?).
Yine de, ABD, stratejik hedefinin bölgede “İslami” rejimler kurmak olduğunu itiraf edemez. İslam’dan korkuyormuş gibi davranmaya mecburdur. Bu şekilde, gerçekte son derece farklı amaçlara sahip olan “teröre karşı sürekli savaşını” meşrulaştırmaktadır: ABD-Avrupa-Japonya üçlüsünün kaynaklara erişim ayrıcalıklarını güvenceye almak için tüm gezegenin askeri denetimi. Bu düzenbazlığın bir başka faydası, kamuoyunun “İslamofobik” görüşlerini harekete geçirmeye izin vermesidir. Avrupa, iyi bilindiği üzere, bölgede kendine ait bir stratejiye sahip değildir ve Washington’un kararlarına gündelik olarak uyum göstermekle yetinmektedir. Aldanmış kamuoyunu son derece etkili bir şekilde manipüle eden ABD stratejisindeki bu gerçek ikiyüzlülüğün altını net şekilde çizmek, her zamankinden önemlidir. ABD (yanında ona ayak uyduran Avrupa ile), ekonomik liberalizme ve NATO-ABD’nin saldırgan stratejisine kesinlikle sırtını dönecek gerçekten demokratik bir Mısır’dan her şeyden çok korkmaktadır. Demokratik bir Mısır’ın önüne geçmek için ellerinden geleni yaparlar ve bu amaçla, gerçek bir değişim amaçlayan Mısır halk hareketi içinde sadece bir azınlık olduğu görülmüş olan aldatmaca Müslüman Kardeşler alternatifine tam destek vereceklerdir.
Emperyalist güçlerle siyasal İslam arasındaki gizli anlaşma, elbette ne yeni bir şeydir ne de Mısır’a özgüdür. Müslüman Kardeşler, 1927′de kuruluşundan bugüne dek, her zaman emperyalizmin ve yerel gerici bloğun faydalı bir müttefiki olmuştur. Mısır demokratik hareketlerinin daima şiddetli bir düşmanı olmuştur. Ve şu anda Müslüman Kardeşler’e öncülük eden multi-milyarderlerin kaderinde, demokrasi uğruna mücadele etmek yoktur! Müslüman dünya boyunca siyasal İslam elbette ki ABD ile onun NATO azınlık ortaklarının stratejik bir müttefikidir. Washington, “Özgürlük Savaşçısı” olarak adlandırdığı Taliban’ı, Sovyet müdahalesi öncesinde, sırasında ve sonrasında Afganistan’daki ulusal/halkçı rejime (“komünist” dediklerine) karşı savaşında silahlandırmış ve finanse etmiştir. Taliban, komünistler tarafından açılmış kız okullarını kapattığında, bunun “geleneklere saygı!” için gerekli olduğunu iddia edebilen “demokratlar” ve hatta “feministler” olmuştur.
Mısır’da Müslüman Kardeşler şu anda, kendileri de Körfez ülkelerince cömert bir şekilde finanse edilen “gelenekçi” Selefi eğilimler tarafından desteklenmektedir. Selefiler (İslam’ın diğer yorumlarına karşı hoşgörüsüz fanatik Vahabiler), aşırıcılıkları konusunda hiç mütevazılık göstermemektedirler ve Kıptilere karşı sistematik bir öldürme kampanyasının arkasında yer almaktadırlar. Böylesi operasyonların, devlet aparatının, özellikle de ana olarak Müslüman Kardeşler’in eline geçen mahkemelerin örtülü desteği (hatta bazen de daha büyük suç ortaklığı) olmaksızın yürütülebileceği akla uygun değildir. Washington’un inanmış gibi yaptığı bu tuhaf iş bölümü, Müslüman Kardeşler’in “ılımlı” görünmesini sağlamaktadır.
Yine de, Mısır’da İslamcı dini gruplar arasında şiddetli çatışmalar olması beklenmelidir. Bunun gerekçesi, Mısır İslam’ının tarihsel olarak esasen Sufi olmasıdır; Sufi kardeşliği, şu anda bile 15 milyon Mısırlı Müslüman’ı bir araya getirmektedir. Sufilik–ritüel pratiklerden ziyade bireysel inancın önemine vurgu yaparak (“Her bireyin kendine özgü bir Allah’a ulaşma yolu” olduğunu söylerler)–açık, hoşgörülü bir İslam sergilemektedir. Devlet güçleri, havuç sopa taktiğini kullanarak ona karşı açık bir savaş ilan etmekten kaçınmış olsalar da, Sufiliğe daima derin kuşku beslemişlerdir.
Körfez devletlerinin Vahabi İslam’ı ise Sufiliğin tam zıddıdır: Arkaiktir, konformisttir, kendi seçtiği metinlerin diğer tüm yorumlarını düşman ilan etmektedir ve onun için (iş başındaki Şeytandan başka bir şey olmayan) eleştirel ruh, düşmandır. Vahabi İslam, kendisini Sufilikle savaş içinde görür ve iktidardaki otoritelerin bu konudaki desteğine güvenerek, onu yok etmeyi amaçlar. Buna karşı çağdaş Sufiler laikçi, hatta laiktirler; din ile siyasetin ayrılmasından yanadırlar (devlet gücü ile onun tarafından tanınan El Ezher’in dini otoritesi). Sufiler demokratik hareketin müttefikleridirler. Vahabi İslam’ın Mısır’a girişi, Reşit Rıza tarafından 1920′lerde başlatılmış ve 1927 sonrasında Müslüman Kardeşler tarafından sürdürülmüştür. Ancak gerçek gücüne, ABD tarafından desteklenen–1960′lardaki halkçı ulusal kurtuluş mücadeleleri dalgası ile çatışmasındaki müttefikleri olan–Körfez devletlerinin petrol rantı İkinci Dünya Savaşı sonrasında katlandığında ancak kavuşabilmiştir.
ABD Stratejisi: Pakistan Modeli
Düşüş döneminde (1967-2011) Ortadoğu sahnesine hakim olan üç güç, sistemin patronu olarak ABD, Suudi Arabistan ve İsrail’di. Bu üç çok yakın müttefikin tümü, demokratik bir Mısır’ın yükselişi konusunda aynı korkuyu paylaşmaktadır. Böyle bir Mısır, yalnızca antiemperyalist ve müreffeh olabilir. Küresel liberalizmle yolunu ayıracaktır, Körfez devletlerini ve Suudileri anlamsız kılacaktır, halkçı Arap dayanışmasını yeniden ayağa kaldıracak ve İsrail’i bir Filistin devletini tanımaya mecbur edecektir.
Mısır, ABD için dünya ölçeğinde denetimin köşe taşıdır. Washington ile onun müttefikleri İsrail ve Suudi Arabistan’ın tek amacı, Mısır demokratik devrimini başarısızlığa uğratmaktır ve bu amaçla,–Mısır’ın itaatkârlığını kalıcılaştırmalarının tek yolu olan–Müslüman Kardeşler’in başında olacağı bir “İslamcı rejim” empoze etmek istemektedirler. Obama’nın “demokratik vaazları”, yalnızca saf kamuoyunu, en başta da ABD ve Avrupa’yı aldatmaya yöneliktir.
Müslüman Kardeşler hükümetini meşrulaştırmak için Türkiye örneğinden epeyce söz edilmektedir (“demokrasiye dönmüş!”). Ancak bu sadece bir sis perdesidir. Çünkü Türk ordusu her zaman sahnenin arkasındadır ve kıtı kıtına demokratik ve kesinlikle sadık bir NATO müttefiki olsa da Türkiye’deki “laikliğin” garantörü olarak kalmaktadır. Washington’un Hillary Clinton, Obama ve hizmetlerindeki düşünce tanklarının açıkça ifade ettikleri projesi, Pakistan modelinden ilham almaktadır: Perde arkasında “İslamcı” bir ordu, bir veya daha fazla “seçilmiş” İslamcı partiden oluşan “sivil” bir hükümet. Bu hipoteze göre, “İslamcı” Mısır hükümetinin önemli noktalarda vereceği taviz (ekonomik liberalizmin ve İsrail’e bölgesel genişleme politikasını sürdürme imkanı sağlayan kendinden menkul “barış anlaşmalarının” devam ettirilmesi) mükafatlandırılacak ve karşılığında, Müslüman Kardeşler’in “devlet ve siyasetin İslamileştirilmesi” ve Kıptilerin öldürülmesi projesini hayata geçirmesine izin verilecektir! İşte Washington Mısır için böyle güzel bir demokrasi tasarlamaktadır! Açık ki, Suudi Arabistan bu projenin başarısını tüm (finansal) kaynakları ile desteklemektedir. Riyad, (Arap ve Müslüman dünyasındaki) bölgesel hegemonyasının, Mısır’ın önemsizleştirilmesine bağlı olduğunu ve bunun sağlanmasının yolunun, “devlet ve siyasetin İslamileştirilmesi”nden–gerçekte, Kıpti karşıtı pogromlar ve kadınlara eşit haklar tanımayı reddetmek de dahil tüm etkileri ile Vahabi bir İslamileşmeden–geçtiğini gayet iyi bilmektedir.
Böyle bir İslamileşme biçimi mümkün müdür? Belki de, ancak bedeli son derece şiddetli olacaktır. Mücadele alanı, devrilen rejimin anayasasının 2. maddesidir. “Şeriatı yasaların kaynağı” sayan bu madde, Mısır’ın siyasal tarihi için yeni bir şeydir. Ne 1923 anayasası ne de Nasır’ınki böyle bir madde içermemektedir. Bu maddeyi, Washington’un (“geleneklere saygı gösterilmesi gerekir!”), Riyad’ın (“gereken tüm anayasa Kuran’da mevcuttur”) ve Tel Aviv’in (“İsrail bir Yahudi devletidir”) üçlü desteği ile yeni anayasasına koyduran Sedat’tır.
Müslüman Kardeşler’in projesinin, Sedat/Mübarek Anayasası’nın 2. Maddesine bağlılığı ile görüldüğü üzere, teokratik bir devletin kurulması olduğu ortadadır. Dahası, örgütün, tüm yasa önergelerinin şeriat hükümlerine uygun olmasını sağlama yetkisine sahip bir “Ulema Meclisi” kurulmasını öneren en güncel programı, ortaçağa özgü bu bakışı daha da pekiştirmektedir. İran’dakini andıran böylesi bir Dini Anayasal Konsey, “seçilmiş” hükümetin üzerinde olacaktır. Bu rejim, laikliği savunan tüm partilerin “yasadışı” olacağı, dini bir tek süperparti rejimidir. Dolayısıyla üyeleri, tıpkı gayri-Müslimler (Kıptiler) gibi, siyasal yaşamdan dışlanacaktır. Bunlara rağmen Washington ve Avrupa’daki otoriteler, Müslüman Kardeşler’in teokratik projesinden vazgeçtiğine dair yakın tarihli fırsatçı ve ikiyüzlü açıklamalarının ciddiye alınması gerektiğinden söz etmektedirler. Bu CIA uzmanları, Arapça bilmiyorlar mı? Bundan ancak şu sonuç çıkarılabilir: Washington, iktidarın Mısır’ın ikincil statüsüne karşı çıkması kuvvetle muhtemel demokratların elinde değil, Mısır’ı elinin altında tutacak ve liberal küreselleşmeyi güvenceye alacak Müslüman Kardeşler’in elinde olmasını istemektedir. Yakın zamanda, açıkça Türkiye modeline dayanılarak kurulan Özgürlük ve Adalet Partisi, Müslüman Kardeşler’in bir aracından başka bir şey değildir. Bu parti, Kıptilerin ülkelerinin siyasal yaşamına “katılma” hakkı istemeleri halinde, bunu yapmalarına izin verilmesini önermekte (!), dolayısıyla, Müslüman Kardeşler’in programında kutsallaştırılan teokratik Müslüman devleti kabul etmek zorundalar, demeye getirmektedir. Müslüman Kardeşler atağa geçerek “sendikalar” ve “köylü örgütleri”, ipe sapa gelmez çeşitlilikte adlara sahip ve tek amaçları yeni oluşan birleşik işçi, köylü ve demokratlar cephesinde–elbette karşı devrimci blok yararına–bölünmeler yaratmak olan “siyasi partiler” kurmaktadır.
Mısır demokratik hareketi yeni anayasadan 2. Maddeyi çıkarabilecek mi? Bu soruya ancak, modern Mısır tarihi boyunca ortaya çıkmış siyasal, ideolojik ve kültürel tartışmaları incelemeye geri dönerek cevap verilebilir.
Aslında, yükselen dalga dönemlerinin, (toplumda daima mevcut olan) dini arka plana iterek açık şekilde ifade edilen bir fikir çeşitliliği ile karakterize olduğunu görebiliriz. On dokuzuncu yüzyılın ilk üçte ikisi boyunca (Kavalalı Mehmet Ali’den Hıdiv İsmail’e dek) bu iş böyleydi. Sahneye modernleşme temaları (demokrasiden ziyade aydınlanmacı despotizm formunda) hakimdi. 1920 ile 1970 arasında da aynıydı: “Burjuva demokratları” ile “komünistler” arasındaki fikir mücadeleleri Nasırcılığa kadar ön plandaydı. Nasır, aynı zamanda “modernleşmeci” olsa da popülist bir pan-Arap söylemle tartışmaya sonra verdi. Bu sistemdeki çelişkiler, siyasal İslam’ın geri dönüşüne zemin hazırladı. Bilakis, geri çekilme aşamasında böylesi fikir çeşitliliklerinin ortadan kaybolduğu ve meydanı İslami düşünce olarak sunulan ve hükümetin izin verdiği konuşma tekelini kendisine mal eden ortaçağa özgü fikirlere bıraktığı görülecektir. İngilizler, 1880′den 1920′ye dek, bu oyalamayı, en belirgini Mehmet Ali döneminden beri eğitim görmüş tüm modernist Mısırlı düşünürleri ve aktörleri sürgüne göndermek (ana olarak Nubia’ya) olan çeşitli yollarla sürdürdüler. Ancak, İngiliz işgaline karşı “muhalefetin”, kendisini ortaçağa özgü bu konsensüsün içine yerleştirdiği de ayrıca not edilmelidir. Mustafa Kamil ile Muhammed Ferit’in yeni Ulusal Partisi tarafından savunulan Osmanlıcı yanılmasa ile bağlantılı Nadha (Afgani ile başlamış ve Muhammed Abduh tarafından sürdürülmüştür), bu sapmanın bir parçasıdır. Bu sapmanın, bu devrin sonuna doğru, Reşit Rıza’nın, Müslüman Kardeşler’in kurucusu Hasan el Benna tarafından devralınan ultra gerici yazılarına yol açmış olması şaşırtıcı değildir.
1970-2010 arasındaki geri çekilme yıllarında da aynı şey olmuştur. Gayet İslamcı olan (şeriatı anayasaya sokmaları ve önemli güçleri Müslüman Kardeşler’e teslim etmeleri ile kanıtlandığı üzere) resmi söylem (Sedat’ın ve Mübarek’in söylemleri), eşit ölçüde sahte bir muhaliflikten ibarettir ve (camilerce vaaz edilmekte olan) hoş görülen tek söylemdir. Bu sebeple 2. Madde “genel kamuoyu görüşü” (Amerikalı uzmanların sevdiği adlandırma ile “sokak”) ile sıkı sıkıya bağlı görülebilir. Geri çekilme dönemlerinde sistematik olarak dayatılan kutuplaşmanın yıkıcı etkileri, hafife alınmamalıdır. Eğim asla kolayca düzeltilebilir değildir. Ancak imkansız da değildir. Mısır’daki güncel tartışmalar, açık veya örtülü olarak, bu mücadelenin sözde “kültürel” (aslında İslami) boyutları üzerine odaklanmaktadır. Ve olumlu bir yönde olunduğunu gösteren yol işaretleri vardır: Hareket özgür tartışmayı kaçınılmaz kılmaktadır–Müslüman Kardeşler’in “Çözüm İslam’da” sloganının tüm gösterilerden kaybolması için birkaç hafta yetmiş, onun yerini, toplumun somut dönüşümü üzerine belirli talepler (ifade özgürlüğü; sendika, siyasi parti ve diğer toplumsal örgütleri kurma özgürlüğü; ücret artışları ve işyeri hakları; toprak sahipliğine, okullara, sağlık hizmetlerine erişim hakkı; özelleştirmenin reddi ve kamulaştırma çağrıları vb.) almıştır. Yanıltmayan bir işaret de şudur: Beş yıl önce (sözde muhalefetinin izin verilen tek muhalefet olduğu zamanlar) Müslüman Kardeşler adaylarının yüzde 80′lik ezici bir çoğunluk elde ettiği öğrenci örgütündeki Nisan seçimlerinde, bu sefer oyları yüzde 20′ye düşmüştür! Yine de diğer taraf da benzer şekilde “demokrasi tehlikesini” bertaraf etme yolları görmektedir. Halen yürürlükte olan Mübarek anayasasında, ordu yüksek komutası tarafından seçilen münhasıran İslamcılardan oluşturulmuş bir komite tarafından önerilen ve aceleye getirilen (resmi olarak yüzde 23′lük bir hayır oyuna karşı, seçim yolsuzlukları ve camilerin ağır şantajları üzerinden empoze edilen büyük bir evet oyu) Nisan referandumunda onaylanan manasız değişiklikler, 2. Maddeye dokunmamıştır. Ekim/Kasım 2011′de yapılacak olan meclis ve başkanlık seçimleri, yozlaşmış unsurların halen görevde olduğu bir durumda ve bu anayasa altında düzenlenecek oldukları düşünüldüğünde, esaslı bir demokrasi aldatmacası anlamına gelmektedir. Demokratik hareket, bunun tersine, söylemlerinin, olayları anlamaktan halen uzak olan Müslüman alt sınıfların o büyük katmanlarına gerçekten ulaşabilmesi için daha uzun bir “demokratik geçiş” talep etmektedir. Ancak ayaklanma başlar başlamaz Obama seçimini yapmıştır: Kısa, düzenli (yani hakim aparata herhangi bir tehdidin olmadığı) bir geçiş ve İslamcıların zaferi ile sonuçlanacak bir seçim. İyi bilindiği üzere, Mısır’da “seçimler”, dünyanın her yerinde olduğu gibi, demokrasiyi kurmanın en iyi yolu olmaktan ziyade, sıklıkla demokratik ilerlemeyi sınırlandırmanın en iyi yoludurlar.
Son olarak “yolsuzluk” konusunda da bir şeyler söylemek gerekiyor. “Geçiş rejiminin” birçok vaazı, yolsuzluğu kınama ve kovuşturmakla tehdit etmeye odaklanıyor. Şu anda Mübarek, eşi ve bazı başka kişiler tutuklu durumda ancak gerçekte ne olacağı belli değil. Yolsuzluk konusundaki bu söylem kesinlikle iyi karşılanıyor, özellikle de saf kamuoyunun büyük kısmı tarafından. Ancak geçiş rejimi derindeki sebeplerini analiz etmek ve–sadece Mısır ve genel olarak Güney ülkeleri örneğinde değil, komprador bir burjuvazi oluşturulacaksa, bunun gerçekleşmesinin tek yolunun devlet aparatı ile işbirliği yapmak olduğu her yerde–(Amerikan tarzı bir ahlaki vaaz şeklinde bireysel ahlaksızlık olarak sunulan) “yolsuzluğun”, burjuvazinin oluşumunun organik ve gerekli bir bileşeni olduğunu öğretmekle ilgilenmemektedir. Genelleşmiş tekelci kapitalizm aşamasında, yolsuzluğun kendi birikim modelinin yeniden üretilmesinde temel bir organik bileşen haline geldiğini savunuyorum: Rantçı tekellerin devletle etkin işbirliğine ihtiyacı vardır. İdeolojik söylemi (“liberal virüs”) ile, “devletin ekonomiden elini çekmesi” gerektiğini ilan ederken, pratikte “devlet ekonominin ta içinde, tekellerin hizmetindedir.”
Fırtına Bölgesi
Mao, gerçekte var olan (yani doğallığında emperyalist) kapitalizmin üç kıtanın (Asya, Afrika ve Latin Amerika’dan oluşan çeper–dünya nüfusunun yüzde 85′ini oluşturan bir azınlık!) halklarına sunacak hiçbir şeyi olmadığını ve Güney’in bir “fırtına bölgesi”, kapitalizmi aşacak sosyalizme doğru devrimci gelişmeler doğurma potansiyeline (ancak yalnızca potansiyeline) sahip bir sürekli başkaldırı bölgesi olduğunu söylerken hatalı değildi.
“Arap Baharı” bu realiteye bir katkıdır. Bu vaka, uzun vadede sosyalist bir perspektife geçebilecek somut alternatifler doğurma potansiyeline sahip toplumsal başkaldırılardan biridir. Bu yüzden kapitalist sistem, dünya çapında egemen olan tekelci sermaye, bu hareketlerin gelişmesini tolere edemez. Ekonomik ve finansal baskıdan askeri tehdide dek, istikrarsızlaştırmak için mümkün olan her yolu harekete geçirecektir. Şartlara bağlı olarak, faşist veya faşizan sahte alternatifleri veya askeri diktatörlüğün dayatılmasını destekleyecektir. Obama’nın ağzından çıkan tek bir kelimeye bile inanılmamalıdır. Obama, Bush’un farklı bir konuşma tarzına sahip versiyonudur. Emperyalist üçlünün (ABD, Avrupa ve Japonya) tüm liderlerinin konuşmalarına ikiyüzlülük hakimdir.
Bu makaledeki amacım, Arap dünyasında sürmekte olan hareketlerin her birinin (Tunus, Libya, Suriye, Yemen vd.) ayrıntılı incelemesi değildir. Hareketlerin bileşenleri ülkeden ülkeye farklılık arz etmektedir, tıpkı emperyalist küreselleşmeye entegrasyon biçimleri ve kurulu rejimlerinin yapısı gibi.
Tunus ayaklanması işaret fişeği olmuştur ve elbette ki Mısırlılara güçlü bir cesaret vermiştir. Dahası, Tunus hareketi kesin bir avantaja sahiptir: Bourguiba tarafından uygulamaya konan yarı laiklik İngiltere’deki sürgünlerinden dönen İslamcılar tarafından kesinlikle sorgulanamaz. Ancak Tunus hareketi aynı zamanda, liberal kapitalist küreselleşmeye içkin dışa yönelik kalkınma modeline meydan okuyamıyor görünmektedir.
Libya ise ne Tunus’a ne de Mısır’a benzemektedir. Egemen grup (Kaddafi) ve ona karşı savaşan güçler Tunus ve Mısır’daki muadillerine hiçbir şekilde benzememektedir. Fikirlerinin ne kadar boş olduğu Yeşil Kitab’ından görülebilen Kaddafi, hiçbir zaman bir soytarı olmaktan öteye geçememiştir. Halen arkaik bir toplumda hüküm süren Kaddafi, peşi sıra vaaz ettiği gerçekle çok az bağa sahip “ulusalcı ve sosyalist” konuşmalarla kendisini tatmin edip, ertesi gün “liberal” olduğunu iddia edebiliyordu. Bunu, liberalizm tercihinin hiçbir toplumsal etkisi yokmuş gibi “Batı’yı memnun etmek!” için yapıyordu. Ancak bu tercihin böylesi etkileri vardı, herkesçe bilindiği üzere, Libyalıların çoğunluğunun yaşam koşullarını kötüleştirdi. Bu koşullar daha sonra iyi bilinen ve ülkedeki bölgesel güçlerin ve siyasal İslamcıların hemen avantajı ele aldığı patlamaya yol açtı. Libya esasen hiçbir zaman bir devlet olmamıştır. Arap Batısını Arap Doğusundan ayıran coğrafi bir bölgedir (Mağrib’i Maşrık’tan). İkisi arasındaki sınır Libya’nın tam ortasından geçer. Sirenayka tarihsel olarak Yunan ve Helenistik’tir, daha sonra Maşrıklı olmuştur. Tripolitania da Romalıyken Mağribi olmuştur. Bu sebeple, bölgecilik ülkede her zaman güçlü olmuştur. Kimse Bingazi’deki Ulusal Geçiş Konseyi’nin üyelerinin gerçekte kim olduğunu bilmemektedir. Aralarında demokratlar olabilir, ancak aralarında bölgecilerin yanı sıra bazıları türünün en kötüsünden İslamcıların olduğu muhakkaktır. Ulusal Geçiş Konseyi başkanı, Bulgar hemşireleri ölüme mahkum eden, Kaddafi’nin ödüllendirdiği ve 2007′den Şubat 2011′e kadar Adalet Bakanı yaptığı Mustafa Muhammed Abdülcelil’dir. Bu sebeple Bulgaristan başbakanı Boikov, Konsey’i tanımayı reddetmiştir, ancak argümanları ABD ve Avrupa tarafından hiçbir şekilde dikkate alınmamıştır.
Başlangıcından itibaren Libya’daki “hareket”, sivil gösteriler dalgası olmaktan ziyade, orduyla savaşan silahlı bir başkaldırı formunu almıştır. Ve bu silahlı başkaldırı hemen NATO’yu yardıma çağırmıştır. Dolayısıyla emperyalist güçlere askeri müdahale olanağı sunulmuştur. Amaçları kesinlikle ne “sivillerin korunması” ne de “demokrasidir”. Yalnızca petrol yataklarının denetimini ve ülkede büyük bir askeri üs elde etmeyi istemektedirler. Elbette, Kaddafi liberalizme kucak açtığından bu yana Batılı petrol şirketleri Libya petrollerinin denetime sahiptir. Ancak Kaddafi ile kimse yarınından emin değildi. Ya yarın taraf değiştirip Hintliler ve Çinlilerle oynamaya başlarsa ne olacaktı? Belki de petrolden daha da önemlisi Libya’nın devasa yer altı su kaynaklarıdır. Kaddafi Afrika Sahel kuşağı ülkeleri ile Sahel kuşağı için hayati önemde olan bu kaynağın olası kullanımını değerlendirmekteydi. Bu artık sona ermiştir. Bilindik Fransız şirketleri, “daha karlı şekilde”, muhtemelen tarımsal yakıtlar üretmek amacıyla kullanılması için, bu suya erişim sağlayacaktır. Fransa’nın “insani müdahalenin” en istekli ve erken katılımcısı olması hiç de şaşırtıcı değil.
Ama daha önemli bir başka şey var. 1969′da Kaddafi İngilizlerin ve Amerikalıların İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ülkede tuttuğu üsleri terk etmelerini istedi. Şu anda ABD’nin Africom’u (ABD ordusunun Afrika komutanlığı, dünyadaki askeri denetiminin önemli bir parçası, ancak halen Stuttgart’a konuşlanmış durumda!) için Afrika’da bir yer bulması lazım. Afrika Birliği bunu kabul etmeyi reddetti ve bugüne kadar hiçbir Afrika ülkesi buna cüret etmemişti. Trablus’a (veya Bingazi’ye) yerleştirilecek bir uşak, Washington ile onun NATO mülazımlarının taleplerine kesinlikle uyacaktır.
Suriye ayaklanmasının bileşenleri henüz programlarını açıklamamışlardır. Halkın patlamasının ardında kuşkusuz, BAAS rejiminin neoliberalizme uzanan sağa kayışı ve İsrail’in Golan’ı işgali karşısındaki tuhaf pasifliği bulunmaktadır. Ancak CIA müdahalesi görmezden gelinemez: Komşu Ürdün sınırından Dera’ya geçen gruplardan söz ediliyor. Hama ve Humus’taki önceki ayaklanmaların arkasında olan Müslüman Kardeşler’in harekete geçirilmesi, belki de Washington’un, Lübnan’daki Hizbullah’a ve Gazze’deki Hamas’a önemli bir destek sağlayan Suriye/İran ittifakına nihai bir son vermeyi amaçlayan planının başlangıcıdır.
Yemen’de ülke, bağımsız Güney Yemen’e hükmeden ilerici güçlerin yenilgiye uğratılması ile birleştirilmişti. Hareket bu güçlerin hayata dönmesinin bir başlangıcı olacak mı? Washington ile Körfez ülkelerinin çekinceli tutumlarının arkasından kesinlikle bu var.
Bahreyn’de ayaklanma daha doğarken katliamlarla ve Suudi ordusunun müdahalesi ile bastırıldı. Buna ilişkin egemen medyada (El Cezire dahil) pek bir şey söylenmedi. Her zamanki çifte standart söz konusuydu.
En son ifadesi olsa da, “Arap ayaklanması”, “fırtına bölgesinin” istikrarsızlığını gösteren tek örnek değil.
Devrimler dalgasının ilki (eğer onları böyle adlandıracaksak), Asya’da (Filipinler ve Endonezya) ve Afrika’da (Mali) emperyalizm ve yerel gerici bloklar tarafından iktidara getirilmiş bazı diktatörlükleri devirmişti. Ancak ABD ve Avrupa, kimi zaman devasa büyüklükte halk kitlelerini mobilize etmiş olan bu halk hareketlerinin potansiyelini boşa çıkarmakta başarılı oldular. ABD ve Avrupa Arap dünyasında Mali, Endonezya ve Filipinler’de olanların bir tekrarını istemektedir: “her şeyi aslında hiçbir şey değişmeyecek şekilde değiştirmek!” Buralarda, halk hareketleri diktatörlerinden kurtulduktan sonra, emperyalist güçler temel çıkarlarını korumak için kendi dış politika çıkarlarına ve neoliberalizme uyumlu hükümetler kurmaya koyulmuşlardır. Müslüman ülkelerde (Mali ve Endonezya), bu amaçla siyasal İslam’ı harekete geçirdikleri kaydedilmelidir.
Bunun tersine, Güney Afrika’yı silip süpüren kurtuluş mücadeleleri dalgası, üç yönde büyük ilerleme sağlamıştır: Devlet ile toplumun demokratikleşmesi; tutarlı antiemperyalist konumlar benimsenmesi ve ilerici toplumsal reformlar yoluna giriş.
Egemen medya söylemi, üçüncü dünyanın “demokratik ayaklanmalarını”, “Berlin Duvarı”nın yıkılmasını takiben Doğru Avrupa’da “sosyalizmi” sona erdiren ayaklanmalarla karşılaştırmaktadır. Bu aldatmacadan başka bir şey değildir. Doğru Avrupa ayaklanmalarının sebepleri ne olursa olsun (ve bunlar ne kadar anlaşılır olursa olsun), bunlar bölgenin Batı Avrupa’nın emperyalist güçlerine (esas olarak Almanya’nın kârına) bağlanması perspektifine dahildiler.
Aslında, o zamandan beri gelişmiş kapitalist Avrupa’nın çeperlerinden biri olma durumuna indirgenmiş olan Doğu Avrupa, halen kendi özgün devrimlerini deneyimlemenin arifesindedir. Özellikle eski Yugoslavya’da, halihazırda bunun habercisi olan işaretler söz konusudur.
Her zamankinden fazla ölçüde bir fırtına bölgesi olan—ve bu gerçekle, bıkkınlık getirmiş “sonsuz kapitalizm” söylemini ve ona atfedilen istikrar, barış ve demokratik ilerlemeyi yalanlayan—bu üç kıtanın neredeyse her yerinde, devrimci gelişmeler doğurma potansiyeline sahip ayaklanmalar öngörülebilirdir. Ancak bu ayaklanmaların devrimci gelişmeler halini alması, birçok engelin aşılmasını gerektirmektedir. Bunlar bir yandan hareketin zayıflığını aşmak, bileşenlerini pozitif bir noktada birleştirmek, etkili stratejiler formüle edip uygulamak; diğer yandan emperyalist üçlünün müdahalelerini (askeri müdahaleler dahil) geri püskürtmek zorunda kalacaklardır. Hangi bahane altında olursa olsun, hatta iyi niyetli “insani” müdahaleler gibi görünseler bile, ABD ve NATO’nun Güney ülkelerinin içişlerine herhangi bir askeri müdahalesi engellenmelidir. Emperyalistler bu ülkelerde ne demokrasiye ne de toplumsal ilerlemeye izin vermek istemektedirler. Emperyalizm mücadeleyi bir kez kazandıktan sonra, iktidara yerleştirdiği uşaklar yine demokrasinin düşmanları olacaktır. Avrupa “solunun” emperyalizmin gerçekte ne olduğunu tümden unutmuş olmasından ancak derin bir utanç duyulabilir.
Şu anda hakim olan söylem, esas olarak bir halkın temel haklarının çiğnendiği her durumda müdahaleye yasal zemin sunan “uluslararası yasaların” uygulanması çağrısıdır. Ancak hareketin o yönde ilerlemesi için gerekli koşullar henüz mevcut değildir. “Uluslararası toplum” henüz yoktur. Avrupa’nınkilerce kendiliğinden takip edilen ABD elçiliği anlamına gelmektedir. Sicili bozuk söz konusu talihsizlik-ötesi müdahalelerin (örneğin Irak) listesini sayıp dökmeye gerek yok. Ne de bunların hepsinin ortak özelliği olan “çifte standarda” atıfta bulunmaya (akla hemen Filistinlilerin çiğnenen hakları ve İsrail’in koşulsuz desteklenmesi, Afrika’da halen desteklenmekte olan sayısız diktatörlük geliyor).
Güneyin Halkları için Bahar, Kapitalizm için Sonbahar Vakti
Arap halklarının “baharı”, Latin Amerika halklarının yirmi yıldır yaşamakta olduğu sürece benzemektedir. Güney halklarının uyanışının ikinci dalgası olarak adlandırdığım şeyi temsil etmektedir. İlk dalga yirminci yüzyılda açığa çıkmış ve neoliberal kapitalizm/emperyalizmin karşı saldırısı ile sona erdirilmiştir. Bu ikinci uyanış, kaderlerini neoliberalizme bağlamış söz konusu otokrasileri hedef alan patlamalardan, “yükselen ülkeler” tarafından uluslararası düzenin kendisine yapılan meydan okumalara kadar çeşitli biçimler almaktadır. Dolayısıyla Güneydeki bu yeni bahar vakti, “kapitalizmin sonbaharına”, yani küresel, finansallaşmış, genelleşmiş tekellerin kapitalizminin düşüşüne denk düşmektedir. Bu hareketler, önceki yüzyılınkiler gibi başladılar. Sistemin çeperindeki halklar ve ülkeler bağımsızlıklarını yeniden kazanıyor, dünyayı dönüştürmede yeniden inisiyatif kazanıyor. Bu sebeple tüm antiemperyalist hareketlerin üzerindedirler ve dolayısıyla sadece potansiyel olarak antikapitalisttirler.
Bu hareketlerin, bir başka gereklilik olan emperyalist merkezlerdeki işçilerin yeniden uyanışı ile birleşmeyi başarması halinde, tüm insanlık için gerçek bir sosyalist perspektifin yolu açılabilir. Ancak bu hiçbir şekilde zorunlu bir “tarihsel gereklilik” değildir. Kapitalizmin düşüşü, sosyalizme doğru uzun bir geçişin yolunu açabilir, ancak insanlığı genelleşmiş bir barbarlık yoluna sokması da eşit derece de olasıdır. ABD’nin yürüttüğü (ve NATO mülazımları tarafından desteklenen) zor gücü ile dünya üzerinde askeri denetim sağlama projesi, emperyalist merkez ülkelerde demokrasi erozyonu ve ayaklanma halindeki Güney ülkelerinde demokrasinin ortaçağa özgü bir şekilde inkarı (siyasal İslam, siyasal Hinduizm ve siyasal Budizm’in yaydığı “köktenci” yarı-dinci yanılsamalar şeklini alan); bunların tümü birden bu dehşetengiz sonuca ermek için çalışmaktadır. İçinde bulunduğumuz dönemde, laik demokratikleşme için mücadele hayati önemdedir—hem halk kurtuluşunu güçlendirdiği için hem de genelleşmiş barbarlığa muhalefeti nedeniyle.