Euro krizinin kökeninde aşırı hükümet harcamaları değil, bankların aşırı kredi vermesi var. İşte bu nedenle krizin maliyetini halkın değil bankacıların ödemesi gerekir.
Yaklaşık üç yıldır eski, söylene söylene aşınmış aynı hikâyeyi dinliyoruz: Hükümetler savurgan harcamalarını kısmazlarsa, Euro krizi ivmelenecek ve dünya bir felâketle karşı karşıya kalacak. Bankaların batması, hızla artan işsizlik, isyan eden işçiler; bunların hepsinin, 1930’lardan bu yana görülen en büyük krize yol açan sorumsuz mali politikaların doğrudan sonucu olduğu söyleniyor. Bütün bunlardan hükümetler sorumlu tutuluyorsa, yegâne tedavi hiç kuşkusuz kemer sıkma politikalarıdır.
“Fakat durun bir dakika”, yüz binlerce protestocu geçen sene boyunca şu soruyu sordu: Hükümetler aşırı miktarda para harcıyorduysa, o halde bu kadar para nereden gelmişti? Eğer elimizdeki nakit para, sosyal güvenliği, eğitimi, sağlık hizmetlerini ve başımızı suyun üzerinde tutabilmek için zorlu mücadelelerle kazandığımız emeklilik maaşlarını feda edecek derecede hızla tükendiyse, o zaman zora girdiklerinde her zaman bankalara verilecek para nasıl bir şekilde bulunabiliyor?”
Bu soruları ortaya atan protestocular yanıt almak yerine, çoğunlukla cop darbelerine maruz kaldılar. Atina’dan Barcelona’ya kadar öfkeli yurttaşların devlet tarafından bu kadar acımasızca dövülmesinin nedeni şu ki bu sorular, hem demokratik kapitalizme özgü hem de onun asli bir özelliği olan aşılması imkânsız bir paradoksun tam kalbine yöneliyor. Bazı iktisatçılar bunu “ölümcül döngü” olarak adlandırdı: devletin ve finansal sektörün karşılıklı birbirine bağımlılığı.
Peki bu “ölümcül döngü” veya karşılıklı bağımlılık nasıl işliyor? Çok basit: Özel bankalar çekici faiz oranlarıyla borç vererek devletleri destekliyor. Fakat bankalar devletlere (şimdi geri ödeyemedikleri) çok düşük faizle çok büyük miktarda para borç verdikleri için devletler iflas ettiğinde, batan devletler, şimdi kendi hataları yüzünden batmaya başlayan özel bankaları desteklemeye zorlanıyorlar. Devletlerin batmakta olan bankaları kurtarması bizatihi devletlerin kendi borç sorunlarını daha da arttırdığı için açık ki bu durum yalnızca sorunu daha da vahim hale getiriyor.
Banka kurtarmalarının sonucu, bu bankaların geçici olarak suyun üzerinde kalmasını sağlıyor; fakat bu kez de bankalar, borcu giderek artan devlete borç vermekte giderek daha çekinik davranmaya başlıyor. Bu durum da, ayakta kalabilmek için bankaların verdiği kredilere bağımlı olan devletin bankaları desteklemeyi sürdürmesini daha da zora sokuyor. Böyle bir kısır döngü içinde bankalar ve devletler, ölümcül bir kucaklaşma halinde, birbirine dolanmış iki paraşüt gibi yuvarlana yuvarlana aşağıya doğru düşüyorlar.
Bugün Avrupa’da olan, tam olarak budur. Bu akşam, sabahleyin Kıbrıs ve İspanyol Hükümetleri’nin AB tarafından kurtarılmak üzere resmi başvurularını konu alan kısa bir mülakat için Russia Today televizyonuna çıktım (yarın mülakatın tümünü izleyebilirsiniz). Bana sorulan dosdoğru sorulardan birisi şuydu: “Eğer kriz bu kadar uzun süredir devam ediyorsa, niçin İspanya ve Kıbrıs ancak şimdi resmi bir AB kurtarma paketi talep etmek zorunda kaldı? Bu zamanlama ne anlama geliyor?”
Sorunun yanıtı yine basit: Bir taşma noktasına geldik. Nihayet, karşı karşıya kaldığımız şeyin sadece bir ülke borçları krizi değil, aynı zamanda dört dörtlük bir bankacılık krizi olduğunu yadsımanın imkânsız hale geldiği bir evreye ulaştık. Öyle bir aşamaya geldik ki sorunların kaynağında bol keseden yapılan devlet harcamalarının değil, bol keseden verilen banka kredilerinin olduğu artık yadsınamaz hale geldi. Bankalar ister hükümetlere (Yunanistan, Portekiz) isterse ev sahiplerine kredi vermiş olsunlar, nereye ve kimlere borç verdilerse, basitçe çok fazla borç verdiler. Şimdi müsrifçe verilen bu banka kredileri, daha da müsrifçe yapılan banka kurtarmalarıyla tam bir fasit daire oluşturdu.
Sonuç olarak, aşırı kamu harcamalarına dair söylenen yüzeysel yalanlar, insanlara gittikçe içi boş sözler gibi gelecek. Euro krizi az çok Yunanistan’la sınırlıyken, neoliberal aparatçıkların, büyük Euro projesinin rayından çıkmasının nihayetinde Yunanlıların hovardalıkları, yozlaşmışlıkları ve tembelliklerinden kaynaklandığını ileri sürmeleri kolaydı. Artık bu gerekçelerden hiçbirisi, 2010’da kamu borcu, Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’sının (GSYH) yüzde 81,2’sine ulaşan Almanya’dan daha düşük olan İspanya’nın (o zaman İspanyanın kamu borcunun GSYH’ya oranı 63,4 idi) şimdi AB’den kurtarma talep etmesi karşısında kullanılamaz.
İspanya’nın sorunlarının hiçbir şekilde aşırı kamu harcamasıyla bir ilgisi yok. İspanya’nın sorunları, milyonlarca ev inşa edilmesi ve bir zamanlar son derece güzel olan kıyıların ve kırsal alanın tahrip edilmesiyle sonuçlanan devasa konut balonunun bir sonucudur. Konut balonunun sonsuza kadar devam edeceğini varsayan İspanyol bankaları, normal durumda bu borcu asla geri ödeyemeyecek olan ailelere mortgage (ipotekli konut kredisi) sistemi çerçevesinde milyarlarca Euro borç verdi.
Böylelikle, 2008’de Wall Street’te başlayan finans krizi, İspanya’da konut inşaatını durma noktasına getirip ekonomiyi durgunluğa sokunca ve işsizlik oranlarının rekor düzeye çıkmasına yol açınca, yüz binlerce İspanyol birdenbire mortgage kredilerini geri ödeyemez hale geldi. Dört yıllık kriz süresince yarım milyonun üzerinde aile zorla evinden tahliye edildi. Mortgage kredilerinin geri ödenmemesi, yani bu büyük “temerrüde düşme” dalgası, aynı zamanda bankacılık sisteminin sallanmaya başlamasına neden oldu.
Sonunda tabii ki hükümet tarafından kurtarılanlar, ev sahipleri değil bankalar oldu. Tam da Caritas, İspanyolların yaklaşık dörtte birinin şimdi yoksulluk içinde yaşadığını ve buna ilaveten 11 milyon İspanyolun da yoksulluğun eşiğinde olduğu ilan ederken; Rajov Hükümeti, Bankai’nin kurtarılması için 23,5 milyar Euro pompaladı (bu miktar, halihazırda eğitim ve sağlık hizmetlerinde yapılan kesintilerin toplamının iki mislinden daha fazla ediyor). Bankai’nin, iflas etmiş bölgesel mevduat bankalarını bünyesinde barındıran bir topluluk olması ve Yönetim Kurulu Başkanı Matías Amat’ın 6,2 milyon Euro’luk bir prim verilerek erken emekliye ayrılmasının hiç önemi yok.
Her ne kadar İspanya; Yunanistan, Portekiz ve İrlanda’ya dayatılan yeni-sömürgeci AB “kurtarma paketi”nden kaçınmayı başardıysa da, İspanyol bankalarını kurtarmak için AB’den 100 milyar Euro talep etmesi, o çok korkulan ölümcül döngünün şimdi tam anlamıyla işbaşında olduğunu teyit ediyor. AB’nin “kurtarma parası”, batık durumdaki İspanyol bankalarını geçici olarak destekleyebilir, fakat İspanya’nın kamu borcunun GSYH’ye oranını yüzde 15 daha artıracağı için, sonuç İspanyol devletinin uzun vadeli kredibilitesinin azalması olacaktır. Bu arada, bankaların aşırı borç vermesinin sonucunda oluşan maliyet bir kez daha halka ödettirilmek istenecek.
Yatırımcılar bu durumu, AB politika yapıcılarına göre daha iyi anlamışa benziyorlar. O halde, AB banka kurtarma paketinin hemen ardından İspanya’nın devlet tahvilleri faizlerinin –yani İspanyol devletinin borçlanma maliyetinin– tarihsel bir seviye olan yüzde 7’nin üzerine fırlamasında şaşılacak bir şey yok. Bu faiz seviyesi, tam da AB’den kurtarma paketi talep etmeden önce Yunanistan, Portekiz ve İrlanda devlet tahvillerinin ulaştığı seviyeydi. Dolayısıyla İspanyol Hükümeti’nin bankalarını desteklemek üzere AB’den yardım talebinde bulunarak “ortodoks” bir kurtarma paketinden kaçındığı pek söylenemez; aksine böyle tam bir “devlet borçlarını kurtarma paketini” kendisi açısından daha da zorunlu hale getirmiş olabilir.
Bu korku hikâyelerinin ortasında Kıbrıs’a dönük kurtarma paketinin nispeten daha az dikkat çekmesi bir tesadüf sayılmamalı. Fakat toplam nüfusu sadece 1 milyon olsa da, Kıbrıs’ın içinde bulunduğu badire ölümcül döngüye tipik bir örnek oluşturuyor. Kıbrıs bankaları Yunanistan’a 29 milyar Euro’dan fazla borç verdi (Kıbrıs’ın GSYH’nın yüzde 160’ı !). Bu paranın 7 milyarı, tahvilleri uzun süredir “çürük tahvil” [junk bonds] statüsüne gerilemiş olan Yunan Hükümeti’ne verildi. Tıpkı birbirine dolanmış iki paraşüt gibi, Yunan devletinin iflas etmesi Kıbrıs bankalarını da kendisiyle birlikte aşağıya çekti.
Bugüne kadar Kıbrıs bankaları, Avrupa Merkez Bankası’ndan (ECB) aldığı düşük faizli kredilerin karşılığında teminat olarak Kıbrıs Hükümeti’nin tahvillerini gösterebiliyordu. Böylelikle çok hızlı bir iflastan kendilerini koruyabiliyorlardı. Fakat ECB artık teminat olarak kabul edeceği devlet tahvillerinin, üç büyük derecelendirme kuruluşundan en az birisi tarafından “yatırım yapılabilir” olarak notlandırılmış olması şartını koşuyor. Şimdi iki büyük derecelendirme kuruluşundan sonra en son Fitch, Kıbrıs’ın devlet tahvillerini çürük tahvil düzeyine indirdi. Bunun sonucunda, artık Kıbrıs bankaları ECB’den ucuza kredi alamıyor.
Böylelikle Kıbrıs Hükümeti, en az 4 milyar Euro’luk bir yardım yaparak bankaları desteklemek üzere devreye girmek zorunda kaldı. Ancak hükümet dış sermaye piyasalarından fiili olarak dışlanmış olduğundan, banka kurtarmaları için gerekli parayı bu piyasalardan toplayamıyor. Dolayısıyla bizatihi kendi bekası için bel bağladığı bankaların iflasını engellemek üzere AB’den kurtarma paketi talep etmek zorunda kaldı. Fakat AB, bu “yardım” karşılığında zalimce kemer sıkma politikaları dayatacak ve söz konusu yardım nihayetinde, Kıbrıslı vergi mükelleflerinin parasıyla geri ödenecek. Böylece dayatılacak kemer sıkma önlemleri, ölümcül döngünün şiddetini daha da artırmaktan başka bir işe yaramayacak.
O halde İspanya ve Kıbrıs’ın kurtarma paketi talepleri bize üç şey anlatıyor: Her şeyden önce Euro krizi, müsrif hükümet harcamalarından değil bankaların aşırı ölçüde kredi vermesinden kaynaklandı. Bu nedenle Euro krizi, başından bu yana her zaman bir bankacılık kriziydi. İkincisi, devletler ve bankaların ödeme güçlüğünden oluşan ölümcül döngü dört dörtlük bir mekanizma olarak işliyor ve bütün finansal sistemi uçurumdan aşağıya yuvarlama riski taşıyor. Ve son olarak, bu ölümcül döngü devam ettiği sürece, demokratik kapitalizmin finansal felâketlerinin faturasını halka ödetecekler.
Başka bir ifadeyle, devletler vaktiyle aldıkları risklerin bedelini bankacılara ödettirmedikçe, siyasi ve ekonomik sistemimizin hiçbir şekilde demokratik olmadığını ileri sürmek için üç iyi nedenimiz var demektir. Aynı zamanda bunlar, modern Avrupa Bankokrasisine karşı popüler direnişimize taze bir güç vermek için de üç nedendir. Son olarak, bu ölümcül döngüyü ancak biz durdurabiliriz: bankaları kurtararak değil, bankalara el koyup onları toplumsallaştırarak. Her şeyden önce bugün gerçekten kurtarılmayı hak edenler, yaratmadıkları bir kargaşanın bedelini kendi rızıklarıyla ödemek zorunda bırakılan milyonlarca İspanyol, Yunanlı ve diğer Avrupa ülkelerindeki insanlardır.