Tavsiye ettikleri politikanın takip edilmesi kaydıyla, çoğu politikacı ve yorumcu ulemanın, bizi daha iyi bir geleceğin beklediğini vaat etmekte çıkarı vardır. Halihazırda yaşadığımız dünya çapındaki ekonomik güçlükle bu davranış tarzında bir değişikliğe yol açmadı. Tartışmalar ister ABD’deki işsizlik ister Avrupa’da giderek artan borçlanma maliyetleri isterse Çin, Hindistan ve Brezilya’da aniden düşüşe geçen büyüme oranları üzerine dönüyor olsun, orta vadeli iyimserlik beyanları revaçta.
Peki ya bu iyimser öngörüler doğru çıkmazsa? Böyle zamanlarda belirli aralıklarla birazcık dürüstlüğün açığa çıktığını görürüz. 7 Ağustos [2012]’de Ross Sorkin, The New York Times’ta bir makale kaleme aldı. Sorkin bu makalede, “yatırımcıların niçin borsaları terk ettiklerine ilişkin daha doğrudan ve yalın bir açıklama” sunuyordu: “Çünkü borsalar kaybettiren bir işe dönüşmüştü. Bütün bir yatırımcılar kuşağı bir dolar bile kazanamamıştı.” Keza 10 Ağustos’ta James Mackintosh, Financial Times’ta şöyle yazıyordu: “İktisatçılar Büyük Durgunluğun büyümede kalıcı bir hasar yarattığını kabul etmeye başladılar … Yatırımcılar artık daha kötümser.” Ve bunların üstüne, 14 Ağustos’ta New York Times’ta hızlı para ticaretinin yükselen maliyetlerini konu alan bir makale yayımlandı. Makalenin sonlarında şunu okuyorduk: “Varlıklarda oluşan balonlar ve küresel ekonomideki istikrarsızlık yüzünden son 10 yılda neredeyse hiç kazanç getirmeyen bir piyasa nedeniyle [yatırımcıların] da keyfi kaçtı.”
Ortada çok küçük bir kesimin inanılmaz paralar kazandığına dair bir dolu gözlem varken, nasıl olur da borsa kaybettiren bir iş haline gelir? Uzun bir süre boyunca borsa yatırımlarının temel hikmeti şuydu: Hisse senetlerinin uzun vadede enflasyondan arındırılmış getirileri yüksekti ve özellikle tahvillerin getirilerinden daha yüksekti. Bunun, hisse senetlerinin kısa vadeli ve hatta orta vadeli yüksek oynaklığından [volatilite] kaynaklanan riskleri taşımanın ödülü olduğu varsayılıyordu. Hesaplar değişiklik gösteriyor, fakat genel olarak geçen yüzyıl [20. yüzyıl] boyunca hisse senetlerinden elde edilen kazançlar, elbette yatırımcıların hisse senetlerini elinde tuttuğunu varsayarak, tahvillerinkine göre çok daha yüksekti.
Pek fazla göz önüne alınmayan bir husus ise, 20. yüzyıl boyunca hisse senetlerinden elde edilen kârların seviyesinin, Gayri Safi Milli Hasıladaki (GSMH) artışın aşağı yukarı iki misli olduğuydu. Bu durum, az sayıda analist tarafından bir Ponzi oyunu olarak adlandırdı. Hisse senetlerinden elde edilen bu harikulâde kazançların, 1970’lerin başlarından günümüze kadar olan dönemde gerçekleştiğini görüyoruz; yani farklı isimlerle, “küreselleşme”, “neoliberalizm” ve/veya finansallaşma diye adlandırılan dönemde.
Fakat bu dönemde gerçekte olan neydi? Öncelikle bahsettiğimiz 1970’ler sonrası dönemin, (açık arayla) kapitalist dünya-ekonomi tarihinin üretim, üretkenlik ve küresel artı-değerdeki en büyük genişleme döneminin ardından geldiğini saptayarak başlamak gerekiyor. Fransızlar işte bu nedenle söz konusu dönemi, “trente-glorieuses” [muzaffer otuzlar] (1943-1973) diye tanımlar. Benim kendi analitik dilimde, bu bir Kondratieff A-evresi [kapitalist dünya-ekonomideki konjonktürel büyüme evresi] idi ve bu dönemde hisse senetlerine yatırım yapanlar gerçekten de çok iyi kazandılar. Gelir açısından baktığımızda, aynı dönemde genel anlamda üreticiler, ücretli çalışanlar ve hükümetler de iyi gelirler elde etti. Büyük Buhran’dan ve çok büyük yıkımlar getiren II. Dünya Savaşı’ndan sonra “Otuzlar”ın, bir dünya-sistem olarak kapitalizme ılımlı bir itici güç kazandırdığı görülüyordu.
Heyhat! … Bu iyi zamanlar sonsuza kadar devam etmedi, edemezdi. Öncelikle dünya-ekonominin genişlemesi öncü sanayiler denen sanayilerde bazı kısmi tekellerin üzerine inşa edilmişti ve bu tekeller varlıklarını sürdürebildikleri kadar sürdürdüler, ta ki sonunda dünya pazarına giriş yapan rakipleri onların altını oyana dek. Daha fazla rekabet fiyatları düşürür (rekabetin erdemi), fakat aynı zamanda kârlılığı da azaltır (rekabetin kötülüğü). Bundan sonraki pek muzafferane olmayan 30 ila 40 yıl boyunca (1970’ler – 2012 +) dünya-ekonomi uzun bir durgunluğa girdi. Bu dönemi karakterize eden özellikler ise şunlardı: (Aşağı yukarı herkesin) artan borçluluğu, dünya çapında artan işsizlik ve pek çok –belki de çoğu– yatırımcının borsadan giderek çekilmesi ve güvenli tahvil piyasalarına, özellikle ABD Hazine Tahvillerine yönelmesi.
ABD Hazine Tahvilleri elbette güvenliydi veya daha güvenliydi, ancak çok kârlı değillerdi. Bunun tek istisnası, hiçbir değer üretmeden dünya çapındaki finansal işlemleri manipüle eden ve gittikçe küçülen bir bankalar ve hedge fonları grubuydu. Bu da bizi şimdi bulunduğumuz noktaya getirdi: Gerçek ücretlerin (hâlâ 1940’lardaki düşük seviyenin üzerinde olsa da) 1970’lerdeki zirve noktasının epeyce altına düşmesi ve hükümet gelirlerinin de benzer şekilde düşmesi. Art arda gelen borç “kirzleri”, dünya-sistemin bir parçasını, ardandan başka bir parçasını yoksullaştırdı. Bunun sonucu olarak efektif [fiili] talep dediğimiz şey dünya çapında düşmeye başladı. Sorkin, piyasaların sermaye biriktirilecek bir kâr kaynağı olarak artık çekiciliğini kaybettiğini söylerken bunu kast ediyor.
“İyi ama, Birleşik Devletler ve Batı Avrupa gittikçe derinleşen bir krize girerken en azından daha iyi durumda olan yeni ‘yükselen ülkeler’ var” diyebilirsiniz. Liste uzun ve ardışıktır. Öncelikle Japonya’yı, sonra Güney Kore’yi, ardından Güney Avrupa’yı ve İrlanda’yı, sonra BRIC ülkelerini (özellikle Çin, Hindistan ve Brezilya’yı), bunların ardından Türkiye ve Endonezya’yı ve şimdi de (kimilerine göre) bazı Afrika ülkelerini içerir. Fakat sorun şu ki bu ülkelerin çoğunun yalnızca geçici olarak başarılı olduğu ortaya çıkıyor ve “sıkıntı”ya düşme sırası onlara gelmeye başlıyor.
Açmazın özü, sistemin temel çelişkilerinden birisinde yatıyor. Kısa vadede en etkili oyuncular için kazançları azamiye çıkaran şey (artan kâr marjları), uzun vadede alıcıları sıkıştırır. Giderek daha fazla insan ve bölge dünya-ekonomiye tamamen entegre oldukça, “düzeltme” veya “yenileme”ler için gerekli olan marj gittikçe daralır ve yatırımcılar, tüketiciler ve hükümetler artan şekilde içinden çıkılması güç tercihlerle yüz yüze kalmaya başlar.
Geçen yüzyıl boyunca borsa getirilerinin, GSMH’daki artış oranının iki misli olduğunu hatırlayalım. Böyle bir durum ikinci kez tekrarlanabilir mi? Hayal etmesi güç görünüyor –bunu sadece ben söylemiyorum, borsadaki potansiyel yatırımcıların çoğu da böyle düşünüyormuş gibi görünüyor. Bu, her gün ABD ve Avrupa’da kendini açığa vurduğunu gördüğümüz ve yakında “yükselen ekonomiler”de de göreceğimiz kısıtı yaratıyor. Borç seviyesi taşınamayacak ölçüde çok yüksek.
Dolayısıyla bir yandan “kemer sıkma politikaları” için güçlü bir politik çağrı var. Ancak kemer sıkma fiiliyatta (emekli maaşları, sağlık hizmetlerinin düzeyi, eğitim harcamaları gibi) mevcut sosyal faydalarda kesinti yapılması ve bu faydaların garanti edilmesinde hükümetlerin üstlendiği rolün azaltılması demek. Ve eğer daha fazla insanın geliri ve sosyal avantajları azalırsa, açık bu insanlar daha az harcar, dolayısıyla ürünleri satanlar karşılarında gittikçe daha az satın alıcı bulmaya başlar; bunun da anlamı, daha düşük bir efektif taleptir. O halde üretim (hisse senetlerinin getirisi) hâlâ daha az kârlı bir iş olmaya devam eder ve hükümetler de hâlâ daha yoksul olmayı sürdürürler.
Bu bir kısır döngüdür ve bu kısır döngüden kolay ya da kabul edilebilir bir çıkış yolu yoktur. Aslında pekâlâ hiçbir çıkış yolu olmadığı anlamına da gelebilir bu. Bazılarımız bunu, kapitalist dünya-ekonominin yapısal krizi olarak adlandırageliyor. Bu durum, sistem çatallandıkça kaotik (bayağı şiddeti) dalgalanmalara yol açar ve kendimizi, mevcut olanı nasıl bir sistemin izleyeceği konusunda verilen çok uzun ve şiddetli bir mücadelenin içinde buluruz.
Politikacı ve ulema takımı bu gerçeklikle ve kendi dayattıkları tercihlerle yüzleşmek istemiyor. Sorkin gibi gerçekçi birisi bile analizini, ekonomiye “taze kan” geleceğini ve toplumun “uzun vadede [ekonomiye] inanç duyacağı”nı belirterek analizini bitiriyor. Bunun yeterli olacağını düşünüyorsanız, size Brooklyn Köprüsü’nü satmaya hazırım.