İstanbul’da bir park, Saraybosna’da bir bebek, Sofya’da bir üst düzey güvenlik bürokratı,  Atina’da bir TV istasyonu ve Sen Paul’daki otobüs biletleri arasında ortak olan şey nedir? İlk bakışta, rastgele bir araya getirilmiş gibi görünse de, bu şeyleri birleştiren, birbirine bağlayan ortak bir tema vardır. Saydığımız durumların hepsi kendilerine özgü biçimlerde, modern ulus devletin kalbindeki temsili demokrasinin gittikçe derinleşen krizini gözler önüne sermektedir. Böylece, sonuç olarak, her bir durum ülke çapında gösterilere, işgallere ve devlet ve halk arasında çatışmaları ateşleyen protestolara yol açmaktadır.     

Türkiye’de göstericiler hükümetin İstanbul’un merkezindeki sevgili Gezi Parkı’ndaki ağaçları kesip yerine eski bir Osmanlı topçu kışlasını yeniden dikme girişimlerine karşı çıkarak iki haftayı aşkın bir süredir sokaklarda çevik kuvvet polisleri ile çatışıyorlar. Ancak, konuyla ilgili daha uzun başka bir yazımda gösterdiğim gibi, polisin #OccupyGezi eylemini çok sert bir biçimde bastırması, sadece dağı-taşı tutuşturan; bir sürü dert ve şikayeti ortaya döktüren ve nihayetinde, Erdoğan’ın otoriter neo-liberal hükümetinin temsiliyet krizini ifşa eden bir kıvılcım olmuştur. 

Şimdi, görünüşte “önemsiz”, benzer yerel şikâyetleri dillendiren protesto hareketleri başka yerlerdeki toplumsal gösterilerin fitilini ateşliyor. Brezilya’da, Sen Paulo’da otobüs bileti fiyatlarındaki artışı protesto eden küçük bir gösteri, protestoculara şiddetle çullanan polisin vahşetini- bir kameramanın gözlerine biber gazı sıkılması, bir fotoğrafçının plastik mermi ile bir gözünü kaybetmesi ve gözlerini gazdan korumak isteyenlerin sirke taşıdıkları için tutuklanmaları- ortaya çıkarmıştır. Polisin bu hafta dört gün boyunca vahşice bastırmasından sonra protestolar tekrar ivme kazanıyor görünüyor.

Yüksek enflasyon, dökülen altyapı ve süregelen büyük eşitsizlik ve yüksek suç oranlarından gına gelmiş birçok Brezilyalı, hükümetin, zor durumlarını sadece görmezden gelen değil, aynı zamanda daha da kötüleştiren firavunca projelere milyarlar ayırmasına hiddet duyuyor. 2014 Dünya Kupası ve 2016 Olimpiyatları öncesinde yoksulların yaşadığı teneke evlerden oluşan mahalleler ve yerlilerin yaşadığı köylerin asker marifeti ile zapturapt altına alınması ve buralarda buldozerlerle temizlik yapılması bu duruma bir örnektir. Her zaman olduğu gibi, iktidardaki İşçi Partisi işçileri değil, sermayeyi memnun etmekle meşgul görünüyor.     

Bu arada, Saraybosna’da bir ailenin acil tıbbi müdahaleye ihtiyacı olan hasta çocukları için yurtdışına seyahat izni alamaması Yugoslavya’nın dağılmasından sonra kurulan sözde demokratik devletin (Bosna-Hersek) çok temel eksiklerini açığa çıkardı. 5 Haziran’da hükümet, yabancı bankerleri yatırım yapmaya özendirmeye uğraşırken, binlerce insan parlamento meydanını işgal etti, geçici olarak politikacıları parlamento binasına kilitledi ve bu durum karşısında, başbakan pencereden kaçmak zorunda kaldı.     

Etnik gruplar siyasi gücü ele geçirmek için yarışırken Bosna halkı acı çekmeye devam ediyor. Bosnalı siyasetçiler yabancı yatırımlardan, Dünya Bankası ve Avrupa Birliği kalkınma fonlarından gelen paraları tırtıklamaya çalışırken, ırk ve din kartlarını oynayarak halkı bölünmüşlük içinde tutmayı umuyorlar. Ama etnik bölünmelerin çoğunun toplumsal kaynaklı değil, siyasi bir kurgu oldukları biliniyor ve Saraybosna’yı İşgal Et protestocularının siyasetçilerine çok yalın bir mesajı var: “Hangi etnik gruba ait olursanız olun, hepiniz iğrençsiniz.”  

2011’de Tunus ve Mısır’da başlayan ve geçenlerde Türkiye’deki ayaklanma ile tekrar canlanan mücadeleler dalgasına Bulgaristan da Cuma günü katıldı. Medya ve (mafya) devi Delyan Peevski’nin on beş dakika içinde Milli Güvenlik Kurulu başkanlığına parlamentoda aday gösterilip on beş dakika içinde (sonucu önceden garantiye alınmış) bir seçimle hiç tartışılmadan atanması ülke genelinde on binlerce insanı sokaklara döktü.

“Mafya” olarak seslendikleri Peevski’yi istifaya davet eden Bulgarlar, politikacılarını da sınıra dayandıkları konusunda uyarıyorlar. Devlet komünizminden demokratik kapitalizme geçiş, küçük bir oligarşik azınlığa kamu mallarını semirerek zengin olma yetkisi verdiğinden beri Bulgaristan bir mafya kleptokrasi (hırsızlar-rejimi) tarafından yönetiliyor. Herhangi bir kapitalist devlette olduğu gibi, siyaset ve iş dünyası seçkinleri aynı insanlar oluyor ve bu durum Bulgarların “Tarihin Sonunda” bel bağladıkları vaatlerin altını oyuyor.      

Yunanistan ise nihayet kemer sıkma politikalarının yarattığı uykudan uyanmış görünüyor. Troika’nın neoliberal hizmetçisi Antonis Samaras’ın 2700 çalışanını hiçbir uyarı yapmadan kapı dışına koyup devlet radyo ve televizyonu ERT’yi kapatmasından sonra, ERT çalışanları televizyon ve radyo istasyonlarını işgal ettiler ve şimdi Avrupa’da çalışanları tarafından işletilen ilk devlet radyo-televizyon kanalı ünvanlıyla yayınlarına devam ediyorlar. ERT emekçilerine perşembe günü ERT’nin kapatılmasını protesto etmek için genel greve giden on binlerce protestocu ve emekçi katıldı.    

İlk bakışta bu protestolar yerel bir takım sıkıntılara tepki olarak görülebilir ve böyle yorumlanabilir. Ama her durumun dikkate alınması gereken kendine has özellikleri olduğunu hesaba katarken, bu durumları birleştiren ortak temaları ıskalamak naiflik olacaktır. Arkadaşım ve meslektaşım Roar dergisi yazarlarından Leonidas Oikonomakis’ın işaret ettiği gibi, Türkiye’deki ayaklanma birkaç ağaç yüzünden başlamış olabilir, ancak bu, yeni dalga ile gelen bu mücadelelerin aşikâr yapısal boyutları olduğunu görmezden gelmemize neden olmamalıdır.  

Bu protestoların her birine yakından baktığımızda, hiç de yerel olmadıklarını görüyoruz. Gerçekten de, öyle ya da böyle her protesto, finansal çıkarlar ve iş dünyasının geleneksel demokratik süreçlere gittikçe artan tecavüzleri ve bu durumun şekillendirdiği muazzam temsiliyet krizi ile uğraşıyor. Dahası, protestolar, her yerde iktidarı elinde tutanların -dindar ve seküler, Boşnaklar ve Sırp, siyahlar, yerliler ve beyazlar, fakirler ve daha az fakirler, yerliler ve göçmenler gibi karşıtlıklara dayanan- böl ve yönet taktiğinin kendi gücümüzü anlamamızı engellemek için kullandıkları stratejinin bir parçası olduğunu göstermekte ve bu konuda aydınlatıcı bir farkındalık yaratmaktadır.     

Kısaca, tanık olduğumuz şey, Leonidas Oikonomakis ile benim “direnişin yankılanması” diye adlandırdığımız şeydir: Dünyanın bir köşesindeki toplumsal mücadeleler bulundukları yerlerin sınırlarını aşıyor, gerçek özgürlük, sosyal adalet ve demokrasi getirmek için başka protestoculara meseleleri ellerine alıp hükümetlerine direnmek yolunda ilham kaynağı oluyor. Ulusal, etnik ve dinsel sınırları aşan bu mücadelelerin yankıları, “Tarihin Sonundan” bu yana, 30 yıllık neo-liberal barışın gerçekten bir barış olmadığını; bu otuz yılın sadece gizlenmiş küresel bir sınıf savaşında karşı tarafın geçici bir zaferi olduğunu anlatıyor bize. 

Şimdi, işte bu barış sona eriyor. Yeni bir Sol yükseliyor. Uzun bir süredir kendini bayatlamış ideolojik miraslardan ve Soğuk Savaş ve sonrasındaki politik çatışmaları canlandıran kolektif sanrılardan uzun süredir arındıragelen, bağımsız taze bir ruhtan ilham alan yeni bir Sol yükseliyor. Sen Paola’daki göstericilerden birinin şu sözü bunu çok güzel gösteriyor: “Barış bitti, burası artık Türkiye” Ve Bulgaristan, Bosna ve Yunanistan da… Aynı zamanda Tunus, Mısır, İspanya, Şili, Meksika, ve Québec de… Dünyanın başka başka yerlerinden insanlar bu küresel mücadelede yer alarak gerçek demokrasi için ayaklanıyorlar.  

İktidardakiler için söylenecek meşum son söz de şu: Her yerdeyiz [Her yer Taksim her yer direniş] Bu dünyayı işgal işi falan? O daha yeni başlıyor.