Bir yıldan daha kısa bir süre içinde Prof. Chomsky’yle yapacağım ikinci söyleşi için (ilkini Eylül 2010’de Cambridge’de yapmıştım) tanınmış sanatçı ve gazetecilerin her birinden, Noam Chomsky’ye sormak istedikleri bir soru göndermelerini istedim. Aşağıda okuyacağınız dört kişi davetimi kabul ederek yanıt verdiler. Bu sayede 45 dakikalık ilginç bir söyleşi yapma fırsatım oldu.

John Berger [[dipnot1]]

Siyasi pratik sıkça siyasi söz dağarcığı açısından beklenmedik gelişmelere yol açabiliyor. Örneğin son zamanlarda Ortadoğu’da meydana gelen Devrim’in “demokrasi” talep ettiği söyleniyor. Daha uygun sözcükler bulamaz mıyız?

Eski ve sık sık ihanete uğramış sözcüklerin kullanılması, meydana gelen şiddetli darbeyi selamlayıp başka yerlere sirayet ettirmek yerine, onu absorbe etmenin yollarından birisi olarak kullanılmıyor mu?

İlk önce, “devrim” sözcüğünün biraz abartılı olduğunu düşünüyorum. Belki ileride bir devrime dönüşecek, fakat hâlihazırda ılımlı bir reform çağrısı söz konusu. Hareketin içinde, işçi hareketi gibi, onu mevcut durumun daha ötesine taşımak için gayret göstermiş olan unsurlar yok değil; fakat bu gibi unsurların çabasının hareketi nereye götüreceği henüz belli değil. Terminoloji hakkındaki gözleminize katılıyorum, fakat bu sorundan kurtulmanın bir yolu yok. Sözünü ettiğiniz sorun sadece “demokrasi” sözcüğü için değil, siyasi meselelerle ilgili tartışmalarda kullanılan hemen bütün sözcükler için geçerli. Her sözcüğün iki anlamı vardır. Bir sözlük anlamı, bir de siyasi açıdan avantaj sağlamak için, ideolojik ve doktriner amaçlarla ona yüklenmiş olan bir anlam vardır. Dolayısıyla ya hiç konuşmamamız ya da sözcükleri daha hassas bir şekilde kullanmaya çalışmamız gerekiyor. Ve bunu sadece demokrasi sözcüğü için söylemiyorum. Örneğin “kişi” [[dipnot2]] gibi basit bir sözcüğü ele alalım, kulağa basit bir sözcük gibi geliyor. Şimdi bu sözcüğe biraz daha yakından bakalım. Birleşik Devletler ilginç bir ülkedir. Birleşik Devletler’de kişi hakları, belki de başka herhangi bir ülkeden epeyce ileri güvencelerle korunur. Anayasa’da yapılan tadilatlar, yasal süreç gerektiği şekilde işletilmeden hiç kimsenin haklarından mahrum bırakılamayacağını son derece sarih şekilde belirtir. Bu ilke özgür kalmış kölelere uygulanmak niyetiyle 14. Tadilat’ta yeniden karşımıza çıkar –bu ile aslında 5. Tadilat’ın içinde yer almaktaydı, ancak 14. Tadilat’a kadar siyahlara uygulanmıyordu. Mahkemeler sözcüğün anlamını gayet can alıcı biçimde daraltır ve genişletir. Mahkemeler, “kişi”nin anlamını bir devlet gücüyle tesis edilmiş hayali yasal birimler olan şirketleri kapsayacak şekilde genişletir. Dolayısıyla şirketlere, şu anda gerçek kişilerin haklarının epeyce ötesine geçen “kişi” hakları verilir. Dolaysıyla 14. Tadilat’ta tanınan haklardan yararlanmış olanlar aslında şirketlerdir. Diğer yandan “kişi” teriminin anlamı aynı zamanda daraltılır, çünkü “kişi hakları”nın toplumdaki berbat işleri yapmak için etrafta dolaşan ve yasal belgeleri olmayan şu tuhaf mahlûklara [[dipnot3]] da uygulanacağını düşünebilirsiniz. Elbette böyle bir şey hiç iyi olmayacaktır, çünkü söz konusu mahlukların haklardan mahrum edilmesi gerekir. Bu durumda mahkemeler, engin bilgelikleriyle, onların “kişi” sayılamayacağına karar verdi. Mevcut biricik “kişiler”, yurttaşlık hakkına sahip olanlardı. Öyleyse karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor: İnsan-olmayanlar –Barclays Bankası gibi şirketler– kişi sayılır ve kişilere göre bayağı ileri haklarla donatılır; insanlar, yani sokakları süpürenler ise “kişi” olmazlar ve herhangi bir hakları da yoktur. Ve aynı şey, ele aldığınız bütün önemli terimler için geçerlidir. “Serbest ticaret anlaşmaları”nı ele alalım. Örneğin Kanada, ABD ve Meksika’nın katıldığı, Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması diye bir şey var. Bu tanımlamada doğru olan biricik şey, “Kuzey Amerika” sözcükleridir. En azından insanlar yaşadıkları toplum için bir anlam ifade ediyorsa, buna kesinlikle bir “anlaşma” diyemeyiz; çünkü her üç ülkenin de halkları bu anlaşmaya karşı çıkmıştı. Dolayısıyla bir anlaşma değildir. “Serbest ticaret”le de ilgili değildir. Yüksek düzeyde korumacıdır, ilaç şirketlerine tekelci fiyatlandırma yapma hakkı tanımaktadır, bunun gibi şeyler. Anlaşmanın büyük bir bölümünün ticaretle de uzaktan yakından ilgisi yoktur. Aslına bakarsanız, burada “ticaret” dediğimiz şey bir şaka gibidir. Örneğin, eski Sovyetler Birliği’nde bir ürünün parçaları Leningrad’da imal ediliyor, ardından montaj için Varşova’ya sevk ediliyor ve sonra da Moskova’da satılıyorsa, ulusal sınırları geçmiş olsa da, buna ticaret demezdik. Bu, tek bir merkezi planlama ekonomisi içindeki karşılıklı etkileşimlerden ibaretti. Şimdi eğer General Motors parçalarını Hindistan’da imal eder, montaj için onları Meksika’ya gönderir ve nihai ürünleri de Los Angeles’ta satarsa, tam olarak yine aynı şey geçerlidir. Buna her iki yönde gerçekleşen ticaret diyoruz. Aslında gerçek anlamda ticaretin payına bakacak olursanız, bütün bu işlemlerin yaklaşık yüzde 50’si düzeyinde olduğu tahmin ediliyor. Anlaşmanın içindeki pek çok şey de sadece yatırımcı haklarıyla ilgili: Mesela, General Motors’a Meksika’da ulusal şirketlerin sahip olduğu hakların tanınması gibi. Ve Meksikalı insanlar aynı haklara ABD’de sahip değiller. Siyasi söz dağarcığından istediğiniz terimi seçin, tamamen aynı durumla karşılaşırsınız. Dolayısıyla evet, bu bir sorundur ve çarpıtılmış bir terminolojiyi nasıl kullandığımız konusunda açık davranmaya çalışarak bu sorunun etrafından dolanıyoruz.

Chris Hedges [[dipnot4]]

“The Treason of Intellectuals” [Entelektüellerin İhaneti] adlı kitabında Julien Benda, entelektüellerin ancak pratik amaçların veya maddi avantajların peşinde olmadıklarında vicdani ve düzeltici bir işlev görebileceklerini ileri sürüyor. Bir zamanlar sıradan kalabalıkların gerçekçiliğine doğrudan karşı çıkarak yaşamış olan filozofların, dini liderlerin, yazarların, gazetecilerin, sanatçıların ve bilginlerin artık var olmayışı hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu kayıp, entelektüel ve ahlaki yaşamımızda sizce ne gibi sonuçlara yol açtı?

Julien Benda’nın duygularını anlayabiliyor ve paylaşıyorum, fakat sözünü ettiğiniz “kaybın” nasıl bir kayıp olduğunu pek bilemiyorum. Her şeyden önce, entelektüellere ilişkin bu görüşün doğru olduğu bir dönem hiç oldu mu acaba? Hatırlayabildiğim kadarıyla entelektüel terimi Dreyfusçular [[dipnot5]] döneminde edindiği genel modern anlamda yaygın kullanıma hiçbir zaman dahil olmadı. Entelektüeller küçük bir azınlıktı. Kara çalınan küçük bir azınlık. Entelektüellerin ana gövdesi devlet iktidarını destekledi. I. Dünya Savaşı sırasında, savaştan kısa süre sonra her ülkedeki entelektüeller coşkuyla kendi devletlerini ve kendi devletlerinin zorbalıklarını destekledi. İngiltere’de Bertrand Russell, Almanya’da Rosa Luxembourg ile Karl Liebknecht ve ABD’de Eugene Debs gibi bir elin parmakları kadar istisna vardı. Hepsi de hapse atıldılar. Marjinal bir gruptular ve hepsi de hapisteydi. Birleşik Devletler’de ilerici John Dewey çevresi, ABD’deki liberal entelektüeller coşkuyla savaşı desteklemişlerdi. Savaş bahsinde bu çevrede diğerleriyle birlikte hareket etmeyen tek bir kişi vardı, o da Randolph Bourne idi. Bourne hapse atılmadı, Birleşik Devletler epey özgür bir ülkedir (gelgelelim Debs gibi işçi hareketi liderleri için geçerli değildir bu özgürlük); fakat gazetelerden atıldı, entelektüel açıdan tecrit edildi vs. Yani demek istediğim, bu işler her zaman böyle yürüdü. 60’ları, büyük aktivizm dönemini dikkatle inceleyin: Entelektüeller, başka birilerinin üzerine gittiği sürece Martin Luther King’i ve yurttaşlık hakları hareketini tamamen destekliyorlardı. Yurttaşlık hakları hareketi Alamaba’daki ırkçı şeriflerin peşine düştüğü sürece her şey yolunda gidiyordu. Herkes bu hareketten övgüyle söz ediyordu. Fakat sınıf meselelerine yönelir yönelmez marjinalize edildi ve bastırıldı. İnsanlar Martin Luther King’in çöpçülerin grevine katıldığı sırada öldürüldüğünü ve bir yoksullar hareketinin örgütlenmesine yardımcı olmak için Washington’a gitmekte olduğunu unutma eğilimde. Durun bakalım, bu hareket çizmeyi aşıyor ve bizim peşimize düşüyor. Ayrıcalıkların ve Kuzey’in vs. peşine düşüyor. İşte o sırada entelektüeller ortadan kayboldular. Vietnam savaşına ilişkin olarak da durum aynen böyledir. Tanınmış entelektüeller arasında savaşa karşı ilkesel bir muhalefet neredeyse hiç olmadı. Elbette periferide insanlar vardı ve bunlar çoğunlukla genç insanlardı, fakat tanınmış, ünlü entelektüeller arasında hemen hiç kimse böyle bir muhalefette yer almadı. Sonunda, 1968’deki Tet saldırısından [[dipnot6]] sonra, iş dünyası savaşın aleyhine döndüğünde, “Evet, ben zaten uzun süredir hep savaşa karşı çıkan bir aktivisttim” diyen bir sürü insanla karşılaşmaya başladınız. Hâlbuki kayıtlarda bu kişilere dair hiçbir iz yoktu. Aslında bu durumu tarihin erken dönemlerinde de görebilirsiniz. Antik Yunan’a geri dönelim. Baldıran zehrini kim içti? Sahte tanrılarla Atina gençliğini yozlaştırmakla suçlanan adam [[dipnot7]]. Kutsal Kitap’ta söylenenlere bakalım. Burada “entelektüel” terimi geçmez, fakat kabaca bizim entelektüel terimiyle kast ettiğimiz anlama gelen bir terim kullanılır: Peygamber. Anlamı pek açık olmayan İbranice bir sözcüğün kuşkulu bir çevirisidir bu. Jeopolitik eleştiriler yapan, kralı felakete yol açmakla suçlayan, kralın işlediği suçları mahkum eden, dullara, yetimler ve öksüzlere merhamet gösterilmesini talep eden ve “Peygamber” denilen entelektüeller vardı… Evet, bunlara entelektüeller diyebiliriz. Peki, bu insanlar nasıl bir muamele gördüler? İsrail’e kin gütmekle suçlandılar. Kullanılan ifade tam olarak buydu. Modern dönemdeki “kendisinden nefret eden Yahudi” ifadesinin kökeni buradan gelir. Bu kişiler zindanlara atıldı, çöle sürüldü ve buna benzer muamelelerle karşılaştılar. Fakat övgü gören entelektüeller de vardı: saraydaki dalkavuklar. Yüzyıllar sonra bu kişilere “sahte peygamberler” dendi. Ama o zaman böyle nitelendirilmemişlerdi. O zamandan bu yana neredeyse bütün tarih bu tür örneklerle doludur. Az sayıda istisna vardır. Modern dönemde bildiğim önemli bir istisna Türkiye’dir. Önde gelen sanatçıların, akademisyenlerin, gazetecilerin, yayıncıların –yani çok geniş bir entelektüeller yelpazesinin– sadece devletin işlediği suçları mahkum etmekle kalmayıp ona karşı sürekli sivil itaatsizlik eylemlerine giriştiğini bildiğim tek ülke Türkiye’dir. Bu yüzden oldukça ağır cezalar alma tehlikesiyle karşılaşıyorlar ve genellikle de bu cezalara çarptırılıyorlar. Avrupa’ya gidip de orada, Türklerin kendi gelişmiş toplumlarına katılamayacak kadar medeniyetten uzak olduğundan şikayet edenleri duyunca gülesim geliyor. Oysa Türkiye’den bazı dersler öğrenebilirler. Ve bu epeyce alışılmadık bir durumdur. Aslında o kadar alışılmadık ki pek bilinmiyor, bu yüzden gündeme getiremiyorsunuz. Ancak “kayıp” sözcüğünü bir yana bırakırsak, Chris Hedges’in yorumlarını doğru buluyorum. Fakat nasıl bir “kayıp” yaşadığımızı göremiyorum. Bugünkü durumun da aşağı yukarı her zamanki gibi olduğu kanısındayım. Diğer yandan, eleştirel entelektüellerin karşılaştığı muamele tabii ki değişiyor. Diyelim ki ABD’de bu kişilere kara çalınıyor veya buna benzer şeylere maruz bırakılıyorlar. Bu kişiler, eski Sovyetler Birliği’nde, diyelim ki 60’lar ve 70’lerdeki Çekoslavakya’da, Waclaw Havel gibi hapse atılabilirlerdi. Eğer Amerika’nın hakimiyetindeki bir bölgede, örneğin El Salvador’da yaşıyor olsaydınız, JFK özel harp okulunda yeni eğitim almış seçkin bir askeri birlik tarafından beyniniz patlatılırdı. Dolayısıyla evet, hangi ülkede olduklarına bağlı olarak entelektüellere farklı farklı muameleler yapılıyor. 

Amira Hass [[dipnot8]]

Arap devletlerindeki başkaldırılar geçmişte yaptığınız bazı değerlendirmelerini değiştirmenize ya da gözden geçirmenize neden oldu mu? Mesela kitleler, umut, facebook, yoksulluk, Batı müdahalesi, sürpriz gibi mefhumlarınızı etkiledi mi ve etkilediyse nasıl etkiledi?

Aslında Arap ülkelerindeki gelişmelerden birkaç ay önce Amira’yla Türkiye’de karşılaşmıştık, birkaç saat sohbet etme şansımız oldu ve ikimiz de olacakları öngörmedik. Belki kendisi öngörmüştür, fakat konuşmamızda buna dair bir şey söylemedi. Ben kesinlikle Arap dünyasında böyle şeylerin olacağını öngörmedim. Dolayısıyla evet, beklenmeyen bir şey olması anlamında görüşümü değiştirdi. Diğer yandan, Arap ülkelerinde olup bitenlere baktığınızda, daha önce meydana gelen başkaldırılardan o kadar da farklı olmadığını görüyorsunuz; şu istisnayla ki geçmişteki başkaldırılar büyük bir gaddarlıkla bastırılmıştı ve aslına bakarsanız şimdikiler de bastırıldı. Başkaldırıların ilki Kasım’da, Fas tarafından daha önce istila edilmiş olan Batı Sahra’da meydana geldi. 25 yıl önce Fas, BM kararlarını ihlal ederek Batı Sahra’yı işgal etmişti; zalimce gerçekleştirilen bir işgaldi bu. Kasım ayında şiddet içermeyen bir protesto gösterisi oldu, Fas askeri birlikleri müdahale etti ve gösteriyi şiddetle bastırdı. Fas zaten 25 yıldır bu tür gösterileri şiddetle bastırıyordu. Bu son gösteri o kadar sert biçimde bastırılmıştı ki olası bir soruşturma için mesele BM’nin gündemine getirildi. Fakat bu noktada Fransa müdahale etti; Fransa, eski sömürgelerinin olduğu Batı Afrika’daki zalimliklerin ve suçların önde gelen koruyucusudur. Dolayısıyla, Fransızlar BM soruşturmasını engellediler. İşte bu, meydana gelen ilk başkaldırıydı. Bir sonraki başkaldırı, yine aşağı yukarı Fransa hâkimiyeti altındaki olan Tunus’ta meydana geldi. Biliyorsunuz, turizm bakanı veya bakanlardan birisinin tam başkaldırının ortasında tatil için Tunus’a gitmesi ve bunun üzerine olumsuz yayınlar yapılması gibi bazı skandallar yaşandı. Ancak Tunus’taki başkaldırı başaralı oldu ve diktatörü devirdi. Ardından, bu ülkenin Arap dünyası için taşıdığı anlam dolayısıyla en önemli başkaldırı olan Mısır’daki olaylar geldi. Bu başkaldırı son derece dikkat çekiciydi, insanlar olağanüstü bir cesaret, adanmışlık ve kararlılık sergilediler. Buradaki halk hareketi diktatörü devirmek konusunda başarılı oldu, ancak henüz rejimi değiştiremedi. Belki rejimi de değiştirebilir, fakat şu anda rejim farklı isimler altında yerli yerinde duruyor. Ancak başkaldırının yepyeni bir olay olmadığını bilmekte fayda var. 25 Ocak’ta meydana gelen isyana, kendilerine 6 Nisan Hareketi adını veren gençler öncülük ettiler. 6 Nisan isminin seçilmesinin bir sebebi vardı. Bu ismi seçmişlerdi, çünkü birkaç sene önce Mahalla tekstil tesislerinde, sanayi tesislerinde yapılan büyük bir grevin tarihi 6 Nisan’dı. Bunun gerçekten büyük bir grev olduğu ve grevi desteklemek için başka eylemlerin yapıldığı söyleniyor. Bütün bu eylemler şiddetle ezildi. İşte 6 Nisan ismi buradan geliyor ve bu grevin bir dizi olaydan sadece birisi olduğunu da arada belirtelim. 6 Nisan başkaldırısının ezilmesinden kısa süre sonra Başkan Obama İslam dünyasına dönük meşhur konuşmasını yapmak üzere Mısır’a geldi. Yola çıkmadan önce yapılan bir basın toplantısında Obama’ya, Cumhurbaşkanı Mübarek’in otoriter yönetimi hakkında herhangi bir şey söyleyip söylemeyeceği soruldu. Obama böyle bir eleştiride bulunmayacağını, Mübarek’in iyi bir adam olduğunu, iyi şeyler yaptığını (6 Nisan grevinin ezilmesi gibi hamlelerle) istikrarı koruduğunu ve bir sorun olmadığını dile getirdi. Daha sonra başkaldırılar başka yerlere sıçradı. En hassas olanı Bahreyn’deki gösterilerdi. Bu gösteriler, Batı için korku vericiydi, çünkü her şeyden önce Bahreyn beşinci filoya, bölgedeki en önemli askeri güç olan ABD filosuna ev sahipliği yapıyor. Bahreyn’deki gösterilerin korkutucu olmasının ikinci nedeni ise, nüfusunun çoğunluğunun Şii olması ve ülkenin yine çoğunluğu Şii olan ve tesadüf eseri petrolün büyük bölümünün bulunduğu Suudi Arabistan’ın doğusuna bir otoyolla bağlı olmasıydı. Tabii bu, korkutucu bir durum. Batılı planlamacılar yıllarca, bir nevi coğrafi ve tarihsel bir tesadüf olan bu durumdan endişe duydular: Dünya petrolünün büyük bölümü Şiilerin yaşadığı alanlarda, Körfez’in bu bölümünde, Güney Irak’ta ve Suudi Arabistan’ın doğusunda bulunuyor. Dolayısıyla Bahreyn’deki başkaldırı Suudi Arabistan’a yayılırsa, Batılı güç odaklarının başı büyük belada demektir. Aslında Obama, başkaldırılar hakkında konuşurken bir süre sonra kullandığı retoriği değişirdi. Obama bir süreliğine rejim değişikliğinden söz etti; o zaman başkaldırılar başarıya ulaşmıştı ve Obama bu değişikliklere uyum sağlamak üzere harekete geçmişti. Fakat Bahreyn’deki olaylardan sonra artık yalnızca mevcut rejim içinde değişikliklerden bahsetmeye başladı. Rejimin değişmesini istemiyorduk. İşleri yönetecek bir diktatörün olması paha biçilemez ölçüde değerliydi. Aslında bütün bu olup bitenler arasında bir olay var ki insana son derece ilginç geliyor. Wikileaks’in ifşaatlarına bakın. Batı medyasında en fazla yer verilen, büyük manşetlere ve sevindirik yorum yazılarına konu olan ifşaatlar, Amerikan büyükelçilerinin Arap dünyasının İran’a karşı bizi desteklediğini belirttikleri telgraflardı. Evet, gazetelerde köşe yazarları ve diğerlerinin gösterdikleri bu sevindirik tepkide eksik olan bir şey vardı: Arap kamuoyunun düşüncesi. Aslında büyükelçiler, “Arap diktatörler bizi destekliyor” demek istiyorlardı. Peki ya Arap kamuoyu? Bu konuda hiçbir yorum yoktu, Arapların ne düşündükleri aktarılmadı. Birleşik Devletler’de bu yönde hiçbir haber yayımlanmadı. Sanıyorum İngiltere’de bir haber çıktı, haberi Jonathan Steele yapmıştı. Muhtemelen Fransa’da da Arapların görüşlerine yer veren hiç haber yayımlanmamıştır, bilmiyorum. Fakat son derece prestijli kurumların yayımladıkları ve ABD’li anket kuruluşlarının düzenledikleri kamuoyu araştırmalarından, Arapların ne düşündükleri gayet iyi biliniyor. İran’ın bir tehdit oluşturduğunu düşünen Arapların oranının yüzde 10 olduğu ortaya çıkıyor. Çoğunluk, hatta ezici çoğunluk ise başlıca tehdidin Birleşik Devletler ve İsrail olduğunu düşünüyor. Mısır’da halkın yüzde 90’ı, ABD’nin başlıca tehdit olduğu görüşünde. Aslında ABD politikasına karşı muhalefet o kadar güçlü ki Mısır’da yüzde 80’e yakın bir kesim İran’ın nükleer silahlara sahip olması halinde bölgenin daha iyi durumda olacağını düşünüyor. Bütün bir bölgede çoğunluk böyle düşünüyor. Evet, böyle olması kimin umurunda ki? John Berger’in üzerinde durduğu demokrasi terimine dönecek olursak, Batılı entelektüellerin demokrasiyi küçümsemesi o kadar derinlere kök salmıştır ki Araplar bizi destekliyor diye sevinirken Arapların ne düşündüğünü sormak kimsenin aklına gelmemiştir.  Arapların ne düşündüğünün önemi yoktur; seslerini çıkarmayıp boyun eğdikleri ve kontrol altında oldukları sürece, “istikrar” denilen şey devam ettiği sürece, Arapların ne düşündüğünün hiçbir önemi yoktur. Diktatörler bizi destekliyor, o kadar, nokta ve hepimiz buna çok seviniyoruz. Aslında bütün bu söylediklerim, bu sorulardan bir kısmını birbirine bağlıyor. Ancak Amira Hass’ın yorumuna dönecek olursak, yaşananların bizi sadece Arap dünyasında değil başka yerlerde olan bitenler hakkında da düşünmeye sevk etmesi gerekir. Geçmişte halk ayaklanmaları şiddetle bastırıldı ve bir yüzyıl boyunca bu hep böyle oldu. Britanyalıların bir yüzyıl boyunca İran’daki demokrasi hareketlerini bastırmasından söz ediyorum. I. Dünya Savaşı’ndan sonra Britanyalılar çeşitli bölgeleri birleştirip Irak’ı alelacele kurunca, burada büyük bir Şii ayaklanması oldu. Bu büyük ayaklanmalar şiddetle bastırıldı ve bastırılırken ilk kez sivillere saldırmak için uçaklar kullanıldı. Britanya bundan çok gurur duydu. 1932’de Britanya bir silahsızlanma konferansını bloke etmeyi başardı ve konferansın sivillere karşı uçak kullanılmasını yasaklamasını engelledi. Lloyd George, meşhur Lloyd George o zaman hatıra defterine bunun büyük bir başarı olduğunu, çünkü Kara Derilileri bombalama hakkını saklı tutmamız gerektiğini yazmıştı. Dolayısıyla Britanya hükümeti çok iyi bir iş çıkarmıştı. Ve böyle devam edip gitti. 1953’te Birleşik Devletler ve Britanya, İran’da parlamentonun seçtiği hükümeti devirmek üzere bir araya geldiler. 1936-1939 arasında Filistin’de Britanyalılara karşı büyük bir Arap ayaklanması meydana geldi ve gaddarca bastırıldı. Yine Birinci İntifada çok önemli bir halk hareketiydi, neredeyse hiç şiddet içermiyordu ve gerçek bir halk hareketiydi; kadın hareketleri feodal yapıyı protesto ediyor ve onu parçalamaya uğraşıyorlardı vs. Bu hareket de gaddarca bastırıldı. Suudi Arabistan ve Bahreyn’de ne olacağını bilmiyoruz. Aslında Mısır’da neler olacağını da gerçekten bilmiyoruz. Şu ana kadar askeriye denetimi elinde tuttu, en azından üst düzey askeri komutanlar eski baskıcı rejimde köklü biçimde iç içe geçmiş durumdalar. Birçok ekonomik işletmenin mülkiyeti onlara ait. Üst düzey komutanlar Mübarek diktatörlüğünden büyük çıkarlar sağlıyorlardı; dolayısıyla kolay kolay vazgeçmeyecekler. O halde Mısır’da neler olacağını bekleyip göreceğiz.

 

Ken Loach [[dipnot9]]

Nasıl soldaki sekterliğin üstesinden gelebiliriz?

Pek gelebileceğimizi sanmıyorum. Bir kere sekterliğin bir türünün olumlu karşılanması gerekir: anlaşmazlık. Pek çok şey açık değil, tartışmalı ve anlaşamamalı, farklı seçeneklerin peşinden gitmeliyiz. Fakat Loach’un kast ettiği ve genellikle de sekterlik deyince anlaşılan şudur: Bazen halk hareketlerine son vermeye yeltenen ve çoğunlukla da başarılı olan girişimler. Kendilerine özgü gündemleri olan ve denetimi ele geçirmek, Lenincikler olmak ve bunun gibi işler yapmak isteyen bireyleri veya siyasi grupları kast ediyorum. Bu tür bir sekterliğin asla ortadan kaldırılabileceğini düşünmüyorum. Olsa olsa marjinalleştirilebilir. Mesela Arap dünyasındaki başkaldırılar sırasında, diyelim Mısır’da Tahrir Meydanı’nda sekter tutumlar şaşırtıcı ölçüde azdı. Bildiğiniz gibi pek çok farklı görüş vardı; fakat göstericilerin arasında birlik vardı ve ortak bir amaç söz konusuydu. Maalesef bu durum bozulmaya başlıyor. Daha dün kadınlar için çeşitli haklar talep eden, kadınların düzenlediği bir gösteri oldu. Gösteriye saldırdılar. Mısır çok cinsiyetçi bir toplumdur, kadınlar saldırıya uğradılar. İnsanları bir mücadele içinde birleştiren ortak bir amaç kalmamışsa, işte o zaman sekterlik ortaya çıkar. İnsanları bir araya getirmenin yolu, ortak bir amaç olmasıdır. Örneğin işçi hareketi, diyelim ki Amerika’daki işçi hareketi genellikle aşırı derecede ırkçıydı ve ırkçılığı ille de Siyahlara yönelik değildi. Örneğin 19. yüzyılın sonlarında İrlandalılar, Siyahlara çok benzer bir muamele görüyorlardı. Yani, Boston’da yürürken “Köpekler ve İrlandalılar” giremez gibi yazılar görebilirdiniz. Diğer azınlıklara ise “Hunlar” deniyordu, yani Doğu Avrupa’dan gelenler kast ediliyordu; Hunlara ve İtalyanlara karşı yoğun bir ırkçılık vardı. Bu çok eskilere kadar gider. Ancak 19. yüzyılın son döneminde grev dalgaları başladığında ve insanların şehirleri ele geçirip yönetmeye başladığı Batı Pennsylvnia’daki kömür ve çelik havzaları gibi yerlerde ciddi boyutlara ulaştığında, ırkçılık kayboldu. İnsanlar bir şeyi gerçekleştirmek üzere birlik olmuşlardı. Aynı şey CIO [[dipnot10]] 1930’larda örgütlenmeye başlayınca da oldu, Siyahlara karşı ırkçılığı saf dışı ettiler ve onlarla birlikte çalıştılar. Sekterliğin üstesinden gelmenin benim bildiğim tek yolu budur. Aynı durum yurttaşlık hareketinde de meydana geldi. Eğer ortak bir amacınız varsa ve bir araya gelip bu amaca ulaşmaya çalışıyorsanız, o zaman sekter çabalar marjinalize olur. Hiç kuşkusuz bütünüyle ortadan kalmaz, hala çeperlerde dolanan tipler vardır ve insanları harekete geçiren saikler ve kararlılık azaldığında, Mısır’da görmeye başladığımız gibi, hareketi ele geçirmeye çabalayabilirler. Fakat bunun dışında, sekterliği ortadan kaldırmanın bir yolunu bilmiyorum.

Paul Laverty [[dipnot11]]

Muhtemelen tarihte hiçbir zaman zenginliğin ve iktidarın bu kadar az elde yoğunlaştığı bir dönem olmamıştır. Güçlüler durumu olduğu gibi muhafaza etmek konusunda çok donanımlılar. Ama belki de biz bunu, solun yetersizliklerini gizlemek için bir bahane olarak kullanıyoruz. Kaynakları demokratik şekilde kullanmak ve şirketlerin kudretine kafa tutmak üzere kitlesel uluslararası bir kampanya inşa edebilmek için hayal gücümüzü çalıştırmakta nelerin eksik olduğunu düşünüyorsunuz? Yaşamımızı ve ekonomilerimizi rekabetçi değil işbirliğine dayalı şekilde örgütleyebileceğimiz bir dönem hayal edebiliyor musunuz?

Kesinlikle hayal edebiliyorum, aslında bu konuda başarılı deneyimler olmuştur ve bazıları da şu sıralar yaşanıyor zaten. Bu deneyimlerin hiçbirisi, sizin veya benim ya da başkalarının uzun vadede esinleneceği deneyimlerin hiçbirisi ütopik değildir; bunların önemsiz şeyler olduğunu da söyleyemeyiz. İspanya’daki Mondragon sistem [[dipnot12]] ele alalım. İşçiler tarafından yönetilmiyor, ama mülkiyeti işçilere ait. Bir kooperatif türü, epey başarılı ve kapsamı çok geniş. Birleşik Devletler’e bakacak olursanız, muhtemelen özyönetimle yönetilen yüzlerce işletme vardır; bunlar çok büyük işletmeler değil, bazıları ise oldukça büyük, fakat başarılılar. Tam da şu anda Mısır’da olanları düşünelim. Mısır’daki ilginç şeylerden birisi, yıllardır gerçekten militanca mücadele veren bir işçi hareketinin oluşu. Az önce dediğim gibi, Mısır’daki ayaklanma boşluktan doğmadı. Öyle görünüyor ki  Mısır’da Mahala gibi bazı sanayi merkezlerinde işçiler işletmeyi devralmışlar ve kendileri yönetiyorlar. Medyada pek haber yapılmadığı için malumat da almak zor, fakat sanıyorum Amira Hass bu konuda haber yapıyordu. Eğer bu doğruysa, Berger’in sözcüklerini kullanacak olursak, bir devrimin başlangıcı olabilir bu. Yani evet, işbirliğine dayalı bir ekonomik düzen uygulanabilir. Eşitsizliğe ilişkin yapılan yorum son derece doğru. Diğer ülkelere dair ayrıntılı istatistikleri bilmiyorum, fakat ABD’de şu anda eşitsizlik, tarihteki en yüksek düzeyi olan 1920’lerdeki düzeyine geri dönmüş durumda. Fakat bu yanıltıcı, çünkü ABD’de çok yüksek derecede bir servet yoğunlaşması var. Bu keskin eşitsizlik durumu, büyük ölçüde nüfusun yüzde 1’ini oluşturan en yukarıdaki kesimden kaynaklanıyor. Gelir dağılımına bakabiliriz. Gelir dağılımı, en zenginlerin olduğu tepeye doğru çıkıldıkça büyük dengesizlik gösteriyor ve en tepedeki yüzde 1’in 10’da birinin serveti devasa boyutlarda. Gerçekten olağanüstü bir zenginlik ve eşitsizliği asıl büyüten de bu. Eğer bu kesimi dışarıda tutarsanız eşitsizlik yine var, ama bu denli devasa boyutlarda değil. Peki kimler en tepedekiler? Hedge fonların [[dipnot13]] yöneticileri, şirketlerin genel müdürleri (CEO’lar), bankacılar ve benzerleri. Evet, çok önemli bir gelişme yaşanıyor. 1970’lerden bu yana ekonomi dikkat çekici ölçüde değişti, finansallaştı. Mesela 1970’lere geri dönüp bakalım. O zamanlar finansal kurumlar, bankalar, yatırım firmalarının kârları, şirket karlarının küçük bir yüzdesini oluşturuyordu. Şimdi ise, örneğin 2007’de yüzde 40’ına ulaşmış durumda. Bu kuruluşların ekonomiye bir faydaları dokunmuyor; muhtemelen ekonomiye zarar veriyorlar, yaptıkları şeylerin çoğunun toplumsal bir faydası yok, ama çok güçlüler. Ekonomik güç siyasi gücü de beraberinde getirir. Bunun nedeni gayet aşikârdır. Böylece büyük bir siyasi güç kazandılar. Örneğin Obamayı seçtirip başkanlık koltuğuna oturtanlar büyük ölçüde bu tür finansal kuruluşlardı. Obama’nın seçim kampanyasının finansmanı buralardan geldi. Siyasi güç de beraberinde yasama sistemini değiştirme fırsatını getirdi ve şu sıralar bunu yapmakla meşguller. Dolayısıyla esas olarak 1980’den beri zenginliğin çok yüksek oranda belli ellerde yoğunlaşmasını temin etmek için mali politikalar, vergi politikaları değişti. Şirketlerin yönetimine dair kurallar değişti; örneğin bir şirketin yönetim kurulu başkanının, kendi maaşının miktarını saptayacak olan yönetim kurulunu seçmesine müsaade ediyorlar. Evet, böyle bir şeyin sonuçlarını tahmin edebilirsiniz. Aslında bu tür şeyleri, örneğin yönetimlere verilen olağanüstü miktardaki primleri her gün gazetelerde okuyorsunuz, işte olağanüstü primler bu durumdan kaynaklanıyor. Düzenleyici sistem çöktü ve bunun çok ciddi sonuçları oldu. Bu gelişmelerin dünyanın diğer bölgeleri için de geçerli olduğunu söyleyebiliriz. ABD hakkında konuşuyorum, çünkü burasını daha iyi biliyorum. New Deal düzenleyici sistemi [[dipnot14]] 1980’lere kadar gerçekten de finansal krizleri önledi. 1980’lerden bu yana kriz üstüne kriz yaşıyoruz. Gayet ciddi boyutlarda olan bu krizlerin bazıları Reagan döneminde yaşandı. Reagan’ın görev süresi bittiğinde arkasında Büyük Buhran’dan bu yana meydana gelen en berbat finansal krizi bırakmıştı: emlak kredi kuruluşlarının krizi [[dipnot15]]. Sonra Clinton geldi ve ileri teknoloji şirketlerinin hisse değerlerinde meydana gelen balon patladı; ardından bu korkunç konut krizi geldi, 8 trilyon dolar sanal para buharlaştı ve ekonomiyi mahvetti. Evet, bunların tümü siyasi kararlardır. Bu arada seçim kampanyalarının maliyeti alıp başını gitti ve bu durum, partileri, asıl büyük parayı elinde tutan iş dünyasından çok yüksek miktarlarda finansman sağlamak zorunda bıraktı. 2012’deki bir sonraki seçimlerin yaklaşık 2 milyar dolara mal olması bekleniyor. Obama yönetimine baktığınızda, şu sıralar hükümet üyeliklerine şirket yöneticilerini getiriyor. Bu kişilerin, seçimleri satın alacak olan iş dünyasının finansman imkânlarına erişimleri var. Seçimler giderek halkla ilişkiler endüstrisi tarafından yönetilen bir maskaralığa dönüşüyor. Bir pazarlama girişimi halini alıyor, bunu kendileri de açıkça söylüyorlar zaten. Obama, en iyi pazarlama kampanyası olduğu gerekçesiyle 2008 seçim kampanyası için reklam endüstrisinden ödül aldı. Reklam endüstrisindekiler ne olup bittiğini çok iyi biliyorlar tabii. Bütün bunlar bir tür kısır döngü oluşturuyor. Zenginliğin belirli ellerde birikmesini arttırıyor, siyasi gücü arttırıyor ve siyasi güç de zenginliği daha da arttırmak üzere yeniden devreye giriyor. Peki, neden kimse bir tepki vermiyor? Aslında tam da şu sıralarda ilk kez böyle bir tepki gösteriliyor; Wisconsin’de olup bitenler son dedece önemli. Her gün on binlerce kişi sokaklarda gösteri yapıyor ve geniş bir halk desteğine sahipler. Belki de nüfusun üçte ikisi onları destekliyor. Şu anda saldırı altında olan işçi haklarını, toplu pazarlık haklarını savunmaya çalışıyorlar. Şunu demek istiyorum: İş dünyası şirketlerin zorbalığının önündeki engellerden birinin örgütlü işçi hareketi olduğunu gayet iyi biliyor. Dolayısıyla bu hareketin yok edilmesi gerekiyor. Birleşik Devletler’de işçi hareketi şiddet ve zorbalık dolu bir tarihe sahiptir ve Avrupa’dakinden daha büyük zorluklarla boğuşmuştur. Sendikaları ortadan kalmak için gösterilen çabaların ardı arkası kesilmemiştir. Fakat yine de sendikalar yeniden canlanıyor. Şimdi de böyle bir yok etme çabasıyla karşı karşıyalar, fakat direniyorlar. Bu saldırılara karşı büyük halk hareketleri direniyor. Fakat bütün bunlar olurken sol nerede? Aslında solun başına gelenler oldukça ilginç. Büyük bir yeniden uyanışın olduğu 1960’lardan bu yana epeyce aktivist bir sol var. Öyle sanıyorum ki 1960’lara göre daha fazla sayıda genç aktivist var. Fakat ilgilenilen meseleler değişmiş durumda. Bu meselelere, bazen post-materyalist meseleler deniyor. Yanlış anlamayın, küçümsediğim için söylemiyorum, bunlar önemli meseleler. Eşcinsel hakları, çevre hakları, kadın hakları, hepsi de önemli meseleler. Fakat bu meseleler, ekonomik bir buhranda işsizlerin katlandığı koşulların bile altında koşullarda yaşayanların sorunlarıyla bağ kuramıyor. Toplumun yiyecek karnesine muhtaç kalacak kadar yoksul olan kabaca yüzde 20’sine ulaşamıyor. Bu kesimlere ulaşmak ve örgütlenmek yönünde herhangi bir çaba harcanmadı. Dolayısıyla birkaç hafta önce Wisconsin’de protestolar başladığında ortada hemen hiçbir sol inisiyatif yoktu. Konuşma yapmak için birkaç ünlü şahsiyet geldi gelmesine, fakat bu etkinlikler, tam da direnişin kalbinde olması gereken sol gruplar tarafından örgütlenmemişti. Direniş sürüyor ve sol da oraya gitse iyi olacak; yoksa gerçekten ciddi bir sorunla karşı karşıyayız demektir. Kayda değer, çok önemli bir sol aktivizm olmasına karşın, bu sol aktivizm toplumun çoğunluğunun yaşamını sürdürmek ve insanca yaşamak için verdiği günlük mücadeleden kopmuş durumda. Bir şekilde bu kopukluğun üstesinden gelinmesi gerekiyor.

Alice Walker [[dipnot16]]

Ben, Filistin-İsrail açmazına bir çözüm getirebilmek için tek devlete dayalı çözümün kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum. Ayrıca tek devletli çözüm, iki devlete dayalı çözüme göre daha adil olacaktır. Böyle düşünmemin nedeni, ister İsrail vatandaşı isterse işgal edilmiş topraklarda yaşayan Filistinliler olsun, İsrail’in asla Filistinlileri denetim altına almaktan vazgeçmeyeceğine inanıyor olmam. İki devletli bir çözüm olduğu takdirde, bir yanda İsrail olacak, diğer yanda da bir Filistin bantustanı.

Tek devletli çözüm fikrini sanki saçma bir şeymiş gibi küçümsemenize şaşırdım ve neden böyle düşündüğünüzü anlamak istiyorum. İsrailliler ve Filistinlilerin de, Güney Afrika’da apartheid rejimi çöktükten sonra Beyazlar ve Siyahları gibi birlikte yaşabileceklerine dair hiç umut yok mu?

İlginç bir soru. Alice Walker olağanüstü bir kadındır, gerçekten de kendini Filistin davasına vakfetmiştir. Ancak sorusu, son dönemlerdeki Filistin Dayanışma hareketine ilişkin bazı ipuçlarını ele veriyor veriyor. Demek istediğim, örneğin kendisine “Niçin Birleşik Devletler’de Siyahların yurttaşlık haklarını savunmaya çalışmanın saçma olduğunu düşünüyorsunuz?” diye soracak olsaydım, hiçbir şekilde şaşırmaz veya hayret etmezdi, hayatının büyük bir bölümünü bu mücadeleye adadı. Aslında böylesi bir soru karşısında verilebilecek tek yanıt şu olurdu: “Siz hangi gezegende yaşıyorsunuz?” Burada da aynı durum geçerli. Ben de bütün hayatım boyunca bu işle uğraştım. Son zamanlarda bu düşüncenin yeniden vücut bulmasıyla birlikte kullanılan ifadeyle söyleyecek olursak, aşağı yukarı 70 yıldır “tek devlete dayalı bir anlaşmayı” savunuyorum. Dikkat edin, “tek devlete dayalı çözüm” demiyorum, anlaşma diyorum. Tek devlete dayalı anlaşma genellikle “iki-uluslu bir anlaşma” olarak adlandırılır ve bu konu üzerine düşünecek olursanız, evet bu, iki-uluslu bir anlaşma olmak zorundadır. 1940’larda genç bir aktivist olarak bir Yahudi devletine karşı iki-ulusa dayalı bir anlaşmayı savunuyordum. O zamanlar iki-uluslu bir devlete, yani tek devlete dayalı bir anlaşma için mücadele ediyorduk. Bir kesinti olmadan böyle devam edip gitti. Bunu gözden kaçırmak pek de kolay olmasa gerek. 1960’ların sonlarından itibaren de yazdığım bir dizi kitapta, çok fazla sayıda makalede, mütemadiyen yaptığım binlerce konuşmada ve verdiğim mülakatlarda hep bu düşünceyi dile getirdim: Bir Yahudi devletine karşı iki-uluslu bir anlaşma için çaba sarf ettim. Bu konuda bir ton çalışma yaptım, aktivizm çalışması yaptım, yazdım vs. Fakat mesele şu ki söz konusu olan sadece bir slogan değildir ve sanıyorum Alice Walker gibi birisinin bunu bilmemesinin nedeni bundan kaynaklanıyor. Buradaki sorun sadece, “hadi gelin hep birlikte mutlu mutlu yaşayalım” gibi bir slogan değildir. Burada söz konusu olan, soruna ciddi şekilde yaklaşmaktır. Eğer bu meselede ciddiyseniz, şunu sorarsınız: “Peki o noktaya nasıl ulaşabiliriz?” Bu durumda, yalnızca “barış olursa her şey harika olmayacak mı?” diye sormak yerine “hangi adımlar bizi o aşamaya taşır?” diye sorarsınız. Bu, aslında kolay bir şeydir. O noktaya nasıl ulaşırız? Pekala, bütün taktik seçimlerde olduğu gibi bu da koşullara göre değişir. 1948 öncesi dönemde bunun yanıtı gayet açıktı: “Bir Yahudi devleti istemiyoruz”, iki-uluslu bir devletimiz olsun. 1948-67 arasında ise böyle bir pozisyon benimsemeniz makul olmazdı, kendi kendinize konuşur duruma düşerdiniz. 1967 işgali, bu seçeneği tekrar öne çıkardı. 1967’de bir tür federal sisteme doğru ilerleme, ardından bu federal sistemin daha sıkı bir entegrasyona dönüşmesi ve belki de gerçek anlamda iki-uluslu seküler bir devlet haline gelmesi fırsatı vardı. Ve hakikaten o zamanlar, yani 1967’den sonra her yerde bu imkâna dikkat çeken yazılar yazıyordum. Dediğim gibi, kitaplar, makaleler yazdım, mülakatlar verdim. Bu durum 1975’e kadar sürdü. 1975’ten itibaren Filistin milliyetçiliği iyice billurlaştı ve uluslararası gündemde kendine bir yer buldu. FKÖ iki-devlete dayalı bir anlaşmayı savunmaya başladı. O tarihten sonra iki-devletle dayalı anlaşma, herkesin bildiği biçim altında, giderek ülkelerin ezici çoğunluğunun benimsediği uluslararası bir konsensüse dönüştü. 1967-1975 yılları arasında doğrudan doğruya daha sıkı bir entegrasyonu savunmak mümkündü ve o zamanlar bu, lanetlenen, nefret edilen ve telin edilen bir seçenekti, çünkü tehdit ediciydi. Tehdit ediciydi, çünkü gerçekleştirilebilecek bir şeydi ve gerçekleştirilebilir olması politika oluşumuna zarar verirdi. Dolayısıyla Filistinliler ile İsrailliler arasında daha sıkı bir entegrasyon düşüncesi çok nadiren gündeme getirildiğinde bile, hemen telin edilir ve lanetlenirdi. 1975’ten sonra hâlâ bu pozisyonu muhafaza edebilirdiniz, ancak gerçeklikle yüzleşmeniz gerekiyordu; böyle bir hedefin ancak aşama aşama gerçekleştirilmesi mümkündü. “Gelin hep birlikte barış içinde yaşayalım” önerisini bir yana bırakırsak, şimdiye karda sadece bir tek mantıklı öneri duydum. İşte o bildiğim tek öneri şudur: Uluslararası konsensüsle, iki devlete dayalı bir anlaşmayla işe başlayın. Bu öneri şiddeti, şiddet döngüsünün düzeyini azaltacak, ticaret, kültür ve diğer alanlarda bugünkü koşullarda bile belirli ölçüde gerçekleşen daha yoğun karşılıklı etkileşimler için olanaklar yaratacaktır. Böyle bir gelişme, sınırların aşınmasına yol açabilir. Daha sıkı bir entegrasyona ve belki de eski iki-uluslu devlet kavramına benzer bir yapıya doğru gidilmesini sağlayabilir. Ben bunu “anlaşma” olarak adlandırıyorum, çünkü yolun sonu olduğunu düşünmüyorum. Emperyalist sınırları kutsamak için özel bir neden de göremiyorum.  Örneğin, ben ve eşim öğrenciyken İsrail’e gitmiştik. Kuzey İsrail’de sırtımızda çantalarla dolaşırken farkında olmadan Lübnan tarafına geçtik, çünkü sınırı belirten herhangi bir işaret yoktu. Sonunda birisi bize seslendi ve geri dönmemizi istedi. Neden orada bir sınır olması gerekiyor ki? İki ülke arasındaki sınır, Britanya ve Fransa’nın zoruyla dayatılmıştır. Bütün bir bölge için daha sıkı bir entegrasyona doğru ilerlemeniz gerekir ve bunun için ille bir terim istiyorsanız, “devletsiz bir anlaşma” diyebiliriz. Her ne olursa olsun devletlerle ilgili yanlış giden bir dolu şey var. Neden devlet yapılarını kutsamamız gerekiyormuş? Devlet yapılarının aşındırılması gerekir. Dolayısıyla çözüm bir dizi adımdan oluşuyor. Birileri o noktaya ulaşmanın başka bir yolunu akıl edebiliyorsa, bunu bize söylemeleri gerekir. Bu görüşleri dinleyebilir ve üzerine konuşabiliriz. Fakat ben başka bir çözüm yolu bilmiyorum. Bu durumda sonunda ulaştığınız sonuç veya en azından benim ulaştığım sonuç, yazılarımda ve konuşmalarda ifade ettiklerim, bir twitter mesajı haline getirilemeyecek kadar karmaşık. Çağımızda bir twitter mesajı haline getirilemeyen bir şeyin aslında var olmadığı düşünülüyor. Hem iki devletli hem de tek devletli anlaşmayı –çözümü değil– desteklemeliyiz. Her ikisini de desteklemeliyiz, çünkü birisi diğerine giden yolu açıyor. Eğer ilk hamleyi yapamazsanız hiçbir yere ulaşamazsınız. Alice Walker İsrail’in iki devletli bir anlaşmayı kabul etmeyeceğini söylüyor. Eğer haklıysa, o zaman tek devletli bir anlaşmayı da kesinlikle desteklemeyecektir. Dolayısıyla Walker’ın argümanı güçlü bir argümansa, önerisinin hiçbir şansı yok demektir ve tabii o zaman benim önerimin de hiçbir şansı olmaz. Aynı argümana başvurarak aparthied rejiminin hiçbir zaman sona ermeyeceğini de gösterebilirsiniz. Beyaz milliyetçilerin aparthied’ın sona bulmasını asla kabul etmeyeceklerini de gösterebilirsiniz ki gerçekten de asla kabul etmezlerdi. Pekâlâ, madem öyle, o zaman gelin aparthied karşıtı mücadeleyi bırakalım. Endonezya asla Doğu Timor’u bırakmazdı. Nitekim generaller bunu yüksek sesle ilan etmişlerdi: “Doğu Timor bizim bölgemiz, onu elimizde tutacağız.” Eğer eylemler bir boşlukta gerçekleşiyor olsaydı, gerçekten de sonuç bu olurdu. Fakat eylemler bir boşlukta meydana gelmedi ve işin içine başka faktörler girdi. Her zaman önem taşıyan ve bu tür vakalarda belirleyici olan faktörlerden birisi, ABD politikasıdır. Bu politika taşa kazınmış gibi değişmeyen bir şey değildir. Endonezya ve Doğu Timor’a yönelik ABD politikası değiştiğinde, Endonezyalı generallerin Doğu Timor’dan çıkması için Başkan Clinton’ın tek bir ifadesi yetti. Bir noktada, Clinton “artık bitti” dedi. Ardından Endonezyalılar geri çekildi. Apartheid örneğinde ise durum biraz daha karmaşıktır. Orada Küba büyük rol oynadı. Mesela Küba, Güney Afrikalıları Namibya’dan çıkardı ve Angola’yı korudu. Bu, büyük bir etki uyandırdı. Ancak ne zamanki 1990’lar civarında ABD politikasını değiştirdi, işte apartheid rejimi o noktada çöktü. Şimdi İsrail’e dönecek olursak, Birleşik Devletler’in rolü belirleyicidir. İsrail, ABD’nin desteklemediği hiçbir şeyi yapamaz. Birleşik Devletler, İsrail’e diplomatik, askeri, ekonomik ve ideolojik destek sunuyor. Eğer bu destekler ortadan kalkacak olursa, İsrail, ABD ne diyorsa onu yapacaktır. Aslında pek çok kez bunun olduğunu gördük. Dolayısıyla evet, İsrailliler bir boşlukta hareket ediyor olsalardı, şimdi yapmakta oldukları şey dışında hiçbir şeyi kabul etmezlerdi. Gazze hapishanesini yönetmeye, istedikleri kadar toprağı gasp etmeye devam ederlerdi. Ne var ki bir boşlukta hareket etmiyorlar. Diğer örneklerde olduğu gibi burada da durumu değiştirmek için yapabileceğimiz şeyler var. Bu örnekte, daha da iyi bir noktaya ulaşmanın bir adımı olarak, tek devlete dayalı anlaşma yolunda bir hamle yapmak için bir plan düşünebilir, hatta somut bir plan ortaya koyabilirsiniz. Görebildiğim kadarıyla bunu yapabilmenin tek yolu, bir ilk adım olarak uluslararası konsensüsü desteklemekten geçiyor. Bir adım, ardından başka adımların geleceği bir başlangıç şeklinde. Bu, çok somut eylemleri gündemimize almak demek. Soyut olasılıkları tartışacağımız bir seminer yapmamıza gerek yok. Bunlar son derece somut ve atılabilecek adımlar. Mesela, Batı Şeria’dan İsrail ordusunun çekilmesini sağlamak bu adımlardan birisi olabilir. Bu somut bir öneridir ve uygulanabilmesi için atılabilecek adımlar vardır. Örneğin pek devrimci bir örgüt sayılamayacak olan Uluslararası Af Örgütü, İsrail’e silah ambargosu uygulanması çağrısı yaptı. Pekala, eğer ABD’de, Britanya’da, Fransa’da ve diğer ülkelerdeki kamuoyu kendi hükümetlerini bu öneriyi kabul etmeye zorlayabilirse, yani İsrail’e “ordunuzu Batı Şeria’dan çekmezseniz silah ambargosu uygulayacağız” mesajının iletilmesini sağlayabilirse, bunun ciddi bir etkisi olacaktır. Başka eylemler de böyle bir etki uyandırabilir. Ordu Batı Şeria’dan çekilecek olursa, yerleşimciler de onunla birlikte gideceklerdir. Kendilerine tahsis edilen kamyonlara binecek ve Batı Şeria’da İsrail tarafından sübvanse edilen evlerinden İsrail’de yine aynı şekilde sübvanse edilen evlerine taşınacaklar. Tıpkı emir aldıklarında Gazze’de yaptıkları gibi çekip gideceklerdir. Muhtemelen bazıları Batı Şeria’da kalacak, ama bunda bir sorun yok. Eğer bir Filistin devletinde yaşamak istiyorlarsa, bu onların bileceği şey. Dolayısıyla yapılabilecek epeyce somut şey var. Bunlar, parmaklarınızı şıkırdatıp da bir anda gerçekleştirebileceğiniz şeyler değil belki de, ama bunların çok daha ötesinde değişimler, başta ABD olmak üzere büyük güçler politikalarını değiştirdiğinde başka yerlerde meydana gelmiştir.