Başkan'ın Irak'ta zafer ilan etmesinin birinci yıldönümünü geride bıraktık. Irak'ta neler olup bittiği hakkında konuşmayacağım. Bu konuda yeterince bilgi var ve herkes kendi sonuçlarını çıkartabilir. Bunun bir yönünden bahsedeceğim: Iraklılara neler oluyor? Bu konuda çok az şey biliyoruz, çünkü bu araştırılmıyor. Yakın zamanda Britanya basınında bilgilerimizdeki bu boşluk ile ilgili bir şaşınlık dile getirildi. Bu bir yanlış anlaşılmadır. Bu son derece genel bir pratiktir. Örneğin Hintçini'ndeki Amerikan savaşları sırasında milyon mertebesinde bir yaklaşıklıkla dahi kaç kişinin öldüğünü bilmiyoruz. Bilgi ve ilgi o kadar zayıftır ki bulabildiğim tek dikkatli çalışmada ölen Vietnamlılara ilişkin ortalama tahmin 100,000 kişidir, ki bu da resmi rakamların yüzde 5'i ve gerçek rakamların belki de yüzde 2-3'üdür. Neredeyse hiçkimse, 1962'de başlayan kimyasal savaşın kurbanlarının 600,000 cıvarında tahmin edildiğini, hala ölenler olduğunu, kullanılan öldürücü karsinojenlerin miktarının açıklanandan iki kat fazla ve sanayileşmiş toplumlarda tolore edilebilecek seviyenin çok üstünde olduğununun yakın zamanda açığa çıktığını bilmiyor –bunların hepsi Güney Vietnam'da olmuştur, Kuzey Vietnam bu zalimlikten nasibini almamıştır.

Bir düşünce deneyi olarak, eğer Almanlar Holokost'ta ölenlerin sayısını 200-300 bin kişi olarak tahmin ederlerse ve kıyımın biçimleri konusunda çok az bilgi ve ilgi sahibi olurlarsa nasıl tepki vereceğimizi kendi kendimize sormalıyız.

Hindçini'ndeki kayıplarla ilgili bilgi eksikliğine bir istisna vardır. Kızıl Kmerler'e atfedilebilecek zalimlikleri ortaya çıkartmak ya da sıkça olduğu gibi onların üzerine yıkılacak bir takım zalimlikler icat edivermek için başından beri yoğun emek harcanmıştır. Kızıl Kmerler sonrası yayınlanan çalışmalar oldukça hacimlidir. Bunlar arasında, sonuna doğru zalimliklerin en yüksek seviyeye ulaştığı yolunda kanıtların mevcut olduğu 1980 yılında CIA tarafından yayınlanan ve Kızıl Kmerler'in işledikleri suçlara ilişkin çok düşük bir tahminde bulunan tuhaf demografik çalışmadan, çok daha fazla ve daha inandırıcı rakam tahminlerinde bulunan ciddi ve geniş akademik çalışmalara kadar bir dizi yayın vardır. Kurala istisna oluşturan tek durumun doktriner olarak kullanışlı olan suçları içerdiğini görmemek için kör olmak lazım.

Irak'a dönecek olursak bilgi azdır ancak tamamen de yok değildir. Merkezi Londra'da bulunan bir sağlık örgütü olan MEDACT geçen Kasım'da yayınlanan ve ABD'de neredeyse hiç sözedilmeyen bir çalışmasında kaba bir tahminle 22 bin ila 55 bin Iraklı'nın öldüğünü, doğum sonrası anne ölümlerinin arttığını, akut yetersiz beslenmenin neredeyse ikiye katlandığını, sudan bulaşan ve aşı ile önlenebilir hastalıkların arttığını rapor etmiştir. Dr Victor Sidel, "bu çalışmadan çıkan en önemli sonuç elimizde verilerin olmadığıdır" yorumunda bulunuyor. Kendisi önde gelen bir ABD'li sağlık otoritesidir, Nükleer Savaşın Önlenmesi İçin Uluslararası Hekimler Birliği'nin eski başkanı ve yapılan çalışmanın danışmanıdır. İki ay önce Belçikalı bir STÖ olan Üçüncü Dünyaya Tıbbi Yardım adlı kuruluş tarafından organize edilen bir hakikat komisyonu, ABD ve Britanya'nın tıbbi malzemeye uyguladıkları veto da dahil, uyguladıkları yaptırımların mahvedici etkisinin bile daha aşılamadığı, gittikçe bozulan yaşam koşulları –gıda, taşınabilir su, tıbbi yardım ve hastanelere erişimin eksikliği ve alım gücündeki hızlı düşüş- nedeniyle çocuk ölümlerinin arttığı ve genel sağlık durumunun kötüleştiğini bulmuştur. Bunlar büyük ölçüde, tarihteki en kolay askeri işgalin olağanüstü başarısızlığının sonuçlarıdır. Kıdemli Britanyalı muhabir Patrick Cockburn son derece makul bir şekilde bunun "tarihteki en olağandışı başarısızlıklardan biri olduğunu" söylemektedir. 

Duyduğum en iyi açıklama, dünyanın önde gelen insani yardım örgütlerinin birinin, dünyadaki en berbat yerlerde geniş bir deneyime sahip olan üst düzey bir yetkilisinden geldi: Bağdat'ta geçirdiği moral bozucu aylardan sonra askerleri değil de Pentagon'u yöneten sivilleri kastederek "kibirlilik, bilgisizlik ve yetersizliğin" bu şekilde biraraya geldiği başka bir durumla karşılaşmadığını söylemiştir. Irak'ta aşağı yukarı uluslararası arenada başardıkları şeye ulaştılar: ABD'yi en çok korkulan ve nefret edilen ülke haline getirmek. Irak'ta –işkencenin açığa çıkmasından önce- yapılan en son derinlemesine kamuoyu yoklamaları, Iraklı Araplar'ın 12'ye 1 oranında ABD'yi bir "kurtarıcı güç" olarak değil bir "işgalci güç" olarak gördüğünü bulmuştur ve bu oran giderek artmaktadır. Yine Ebu Greyb öncesi bir kamuoyu yoklamasına göre, kendi açık amaçları ve umutları olan Kürtler hesaba katıldığında bile yüzde 88 gibi ezici bir çoğunluk böyle düşünmektedir. Rumsfeld ve Wolfowitz ile yardımcıları daha önceden marjinal bir figür olan Muktada el-Sadr'ı Irak'ta Büyük Ayetullah Ali Sistani'den sonra en popüler kişi haline getirmeyi başarmışlardır; halkın 1/3'ü onu "kuvvetle desteklemekte" diğer 1/3'ü ise "bir şekilde desteklemektedir". Diğer Batılı kamuoyu yoklamaları işgalci güçlere desteğin tek haneli rakamlarda olduğunu göstermektedir; Yönetim Konseyi için de durum aynıdır.

Ancak Irak'ı bir kenara koyup Irak'ın işgali ile eyleme geçirilen "yeni emperyal büyük strateji" ve bunun ardında yatan doktrinler ve vizyonlara döneceğim. 

"Yeni emperyal büyük strateji" terimi bana ait değildir. Çok daha ilginç bir kaynaktan geliyor: Dış İlişkiler Konseyi'nin kurulu düzen yanlısı yayın organı Foreign Affairs dergisi. Irak'ın işgali Eylül 2002'de Bush yönetiminin, dünyaya belirsiz bir geleceğe dek hükmetme ve ABD hakimiyetine yönelen herhangi bir meydan okumayı yok etme niyetini belirten Ulusal Güvenlik Stratejisi (UGS) ile birlikte ilan edilmişti. BM'nin, yönetimin ılımlılarından Colin Power'ın verdiği talimatta söylediği gibi, ABD'nin her nasılsa yapacaklarına onay verdiği takdirde, "konuyla ilgili kalmaya" devam edebileceği, aksi takdirde bir tartışma cemiyetine dönüşeceği belirtildi. Irak'ın işgali UGS'de ilan edilen yeni doktrinin denendiği ilk durumdu, bir yıl önce bu deneyin büyük bir başarı olduğunu ilan eden New York Times'ın tabiri ile "önalıcı politika deneyinin geliştirildiği test tüpü" idi. 

Bu doktrin ve onun Irak'ta uygulanması tüm dünyada daha önce örneği görülmemiş protestolara neden oldu; buna ABD'de dış politika seçkinleri de dahildir. Foreign Affairs dergisinde "yeni emperyal büyük strateji" hem dünyaya hem de ABD'ye karşı bir tehdit oluşturduğu için hemen eleştirildi. Bu seçkinci eleştiri dikkate değer ölçüde yaygındı ancak çok dar bir zeminde yapılıyordu: ilke yanlış değildir, ancak tarz ve uygulama tehlikelidir ve ABD'ye bir tehdit oluşturmaktadır. Bu eleştirinin ana teması Madeleine Albright tarafından yine Foreign Affairs dergisinde saptanmıştı. Albright her başkanın benzer bir doktrini olduğuna ancak bunu gerek görüldüğü takdirde kullanılmak üzere cebinde saklandığına işaret etti. Bunu insanların yüzüne çalmak, dünyanın geri kalanı bir yana, müttefiklerin bile karşı olduğu bu doktrini arsızca uygulamak ciddi bir hatadır. Bu açık bir aptallıktır ve "kibirlilik, cahillik ve yetersizliğin" tehlikeli karışımının başka bir örneğidir. 

Albright tabii ki Clinton'ın da benzer bir doktrini olduğunu biliyordu. ABD'nin BM nezdindeki büyükelçisi olarak, Başkan Clinton'ın "ABD'nin, yapabildiği durumda çokyanlı olarak, ancak gerekli olduğu durumda da tek yanlı olarak davranabileceği" mesajını Güvenlik Konseyi'ne iletmişti. Daha sonra da Dışişleri Bakanı olarak Beyaz Saray'ın Kongre'ye yolladığı mesajların anlamını ayrıntılarıyla açıklamıştı. Bu mesajlarda ABD'nin, hayati çıkarlarını korumak için Bush ve Blair'in öne sürdüğü bahanelere bile başvurmadan "tek yanlı olarak askeri güç kullanma" hakkı olduğunu ilan etti. ABD'nin hakları arasında "kilit önemdeki piyasalara, enerji kaynaklarına ve stratejik kaynaklara sınırsız erişimini garanti altına almak" da vardı. Kelimesi kelimesine alındığında Clinton doktrini Bush'un UGS'nden daha yayılmacıdır, ancak sessizce ve düşmanlık uyandırmayacak bir tavırla yayınlanmıştır, uygulanması için de aynı şey geçerlidir. Ve Albright'ın da doğru bir şekilde belirttiği gibi bu doktrinin ABD'de ve başka yerlerde, düşünmek bile istemeyeceğimiz örneklerle köklü bir geleneği vardır.

Daha önceki örneklerine rağmen "yeni emperyal büyük stratejinin" son derece önemli olduğu düşünülmüştür. Henry Kissenger 17. yy. Westphalia sistemi ile kurulan uluslararası düzeni, ve tabii ki BM tüzüğünü ve modern uluslararası hukuku ayaklar altına alan bu doktrini "devrimci" olarak nitelemektedir. Kissenger, yeni devrimci yaklaşımın doğru olduğunu söylemekte ancak tarz ve uygulama konusunda uyarıda bulunmaktadır. Çok önemli bir şart koymaktadır: bu "erenselleştirilmemelidir". Üstü kapalı ifadeleri bir kenara koyacak olursak canı istediği zaman saldırma hakkı yalnızca ABD'ye saklı olmalı ve belki de seçilmiş birkaç müttefikine devredilmelidir. En temel ahlaki apaçıklıklarından birisini kuvvetli bir biçimde reddetmeliyiz. Bu apaçıklık da şudur: kendimize de diğerlerine uyguladığımız standartları uygulamalıyız.

Başkaları da bu doktrini ve ilk denemesini çok farklı nedenlerle eleştirdiler. Bunlardan biri belki de hayattaki en saygın Amerikan tarihçisi olan Arthur Schlesinger idi. Schlesinger, Bağdata ilk bombalar düştüğünde, Japonya Pearl Harbor'ı bombaladığında Rooswelt'in söyledi "onursuzluk içinde yaşadığımız bir gün" lafını hatırlattı. Şimdi Amerikalılar onursuzluk içinde yaşıyorlardı, çünkü hükümetleri emperyal Japonya'nın izlediği yolu izliyordu. Aynı zamanda Bush ve planlamacılarının "küresel bir sempati dalgasını" "Amerikan kibirliliğine ve militarizmine karşı duyulan küresel bir nefret dalgasına" çevirdiğini de ekliyordu. Uluslararası kamuoyu yoklamalarının açığa çıkardığı üzere bir yıl sonra durum daha da kötüdür. ABD politikaları hakkında en fazla deneyime sahip olan Latin Amerika'da en fazla ABD yanlısı kesimlerde, Latin Amerikalı seçkinler arasında Bush'a muhalefet yüzde 87'ye ulaşmıştır; Brezilya'da yüzde 98'dir, Meksika'da da bu kadar yüksektir. Yine etkileyici bir başarı.

Yine savaşın terör tehdidini arttıracağı tahmin edilmiştir. İslam dünyasındaki tavırları gözlemleyen bir Ortadoğu uzmanı, "küresel cihada çağrı yapan İslamcılığın" bir süredir düşmekte olan cazibesinin yeniden canlandığını görünce şaşkınlığa düşmektedir. Daha önce terör ile bir bağlantısı olmayan Irak (Harvard'lı terörizm uzmanı Jessica Stern'ın dediği gibi) bir "terörist cenneti" haline gelmiştir ve 13. yy.'dan beri ilk intahar saldırılarına maruz kalmıştır. 2003'de intahar saldırıları modern zamanların en yüksek seviyesine ulaşmıştır. Yılın sonunda ABD'de daha önce örneği görülmemiş ölçüde sert bir terör alarmı verilmiştir. 

Savaşın birinci yıldönümünde New York Büyük Merkez İstasyonu'nda, Avrupa'daki en kötü terörist suç olan Madrid bombalamalarına karşı bir tepki olarak, ağır silahlarla donanmış polisler devriye gezmiştir. Birkaç gün sonra İspanya, halkın ezici çoğunluğunun iradesine rağmen savaşa giden hükümeti iktidardan düşürmüştür. Bu hükümet savaşa girerek, Yeni Avrupa'daki öncü rolü ile geleceğin umudu olduğu için büyük takdir kazanmıştır; Batılı yorumcular Yeni Avrupa'ya üyelik kriterinin, halkın iradesini bir kenara atmaya ve Texas'taki Crawford çiftliğinden gelen emirlere uymaya istekli olmak olduğunu farketmemekte parlak bir başarı sergilediler. Bir yıl sonra İspanya Irak'taki İspanyol birliklerini BM otoritesi altına girmedikleri takdirde geri çekeceğini söylediğinde teröre taviz verdiği için şiddetli bir biçimde kınandı. Yorumcular bunun aynı zamanda Amerikalıların da yüzde 70'inin görüşü olduğunu saptamayamadılar. Amerikalılar güvenlik konusunda BM'nin önderliğini, Irak'ın ekonomik olarak yeniden inşa edilmesini ve demokratik bir hükümet kurmak için Iraklılarla birlikte çalışılmasını istiyordu. Ancak bu gerçekler çok az bilinmektedir, bu meseleler seçim gündeminde değildir ve bu durum "demokratik yeterliliğin" bir başka örneğidir. 

Şu anda Bush yönetiminin Irak üzerindeki emelleri nedeniyle "teröre karşı savaşı" önemsiz bir konuma itip itmediğini tartışan Batılı yorumcular tuhaf bir performans sergiliyorlar. Tartışmayı kışkırtan Bush yönetiminin eski yetkililerinin itiraflarının en ilginç yanı bunları ilginç bulan kişilerin olmasıdır; hele şu anda, yönetimin Irak'ı işgal ederek buradaki amaçlarına ulaşmak için terör tehditini bilerek attırdığı bu kadar açıkça ortaya çıkmışken.

Ancak öncelikler bu kadar dramatik bir biçimde ortaya konmadan da çıkartılacak sonuçlar son derece açık olmalıdır. Hükümet planlamacıları açısından önceliklerin sıralaması son derece rasyoneldir. Terör binlerce Amerikalıyı öldürebilir, ancak bu ABD tarafından eğitilen mücahitlerin 1993'de Dünya Ticaret Merkezi'ni havaya uçurma girişimlerinden beri biliniyordu. Ancak bu tehlike, dünyanın en büyük enerji rezervlerinin kalbindeki bağımlı bir uydu devlette ilk güvenli askeri üslerin kurulması ile karşılaştırıldığında çok da önemli değildi; bu enerji rezervleri 1940'larda yüksek düzeylerdeki yetkililerin farkına vardığı üzere "muazzam bir stratejik güç kaynağı" ve kıyas kabul etmez bir "maddi ödül" idi. Zbigniew Brzezinski, "Amerika'nın bölgedeki güvenlik rolünün" –yani düz bir dil ile askeri hakimiyetinin- "kendileri de bölgeden enerji ihracatına bağımlı olan Avrupa ve Asya ekonomileri üzerinde dolaylı fakat politik olarak kritik bir kaldıraç sağlayacağını" söylemiştir. Brezinski'nin de çok iyi bildiği üzere Avrupa ve Asya'nın bağımsız bir rota izleyebileceği kaygısı bugün küresel hakimiyetin esas sorunudur ve yıllar boyunca da ana kaygısı olmuştur. Elli yıl önce önde gelen planlamacı George Kennan muazzam stratejik güç kaynağı üzerinde denetim kurmanın ABD'ye rakiplerinin yapabilecekleri karşısında bir "veto gücü" vereceğini söylemiştir. Otuz yıl önce Avrupa, savaşın yıkımını telafi ettiğini onaylamak için "Avrupa Yılı"nı kutladı. Henry Kissenger bir "Avrupa Yılı" konuşması yaptı ve bu konuşmada Avrupalı astlarına, sorumluluklarının ABD tarafından yönetilen bir "genel düzen çerçevesi" içinde "bölgesel sorumluluklarıyla" meşgul olmak olduğunu hatırlatıyordu. Bugün problemler daha da ciddidir ve dinamik Kuzeydoğu Asya bölgesine uzanmaktadır. Körfezin ve Orta Asyanın denetimi daha da fazla önem kazanmıştır. Körfezin, önümüzdeki onyıllarda dünya enerji üretiminde daha da önemli bir rol üstleneceği beklentisi ile önemi artmaktadır. ABD ve Britanya'nın Orta Asya'daki kötü diktatörleri desteklemesi ve boru hatlarının nereden geçeceği ve kimin yönetiminde olacağı üzerine çevrilen dalavereler, yeniden oynanan aynı "büyük oyunun" parçalarıdır. 

Bu durumda neden "teröre karşı savaşın" Irak'ın işgali lehine önemsiz bir konuma itilmesi şaşkınlık yaratıyor? Ya da Wolfowitz-Rumsfeld-Cheney üçlüsü ile yardımcılarının ve de Blair ve Straw'un için haberalma teşkilatları üzerine, işgali haklı çıkartacak delil kırıntıları bulmaları, Irak'ın terörle bağlantısı, Kitle İmha Silahları, ne olursa olsun bir delil bulup çıkartmaları için baskı uygulaması neden saşkınlık yaratıyor? Asıl çarpıcı olan şey, bahaneler birbiri ardına çökerken ve liderlik yeni bir bahane ortaya atarken yorumcuların sadık bir şekilde bunu takip etmeleri ve neredeyse hiç dile getirilemeyen açık nedeni her zaman dikkati çeker bir şekilde es geçmeleridir. Tabii bu durum Batılı aydınlar arasında böyledir, Irak'ta değil. Bağdat'ta Amerikalılar tarafından yapılan kamuoyu yoklamalarında büyük çoğunluk, işgalin ardında yatan güdünün Irak'ın doğal kaynaklarının denetimini ele geçirmek ve Ortadoğu'yu ABD çıkarları doğrultusunda yeniden düzenlemek olduğunu varsaymıştır. Namlunun ucunda olanların, yaşadıkları dünyaya dair daha açık bir kavrayışları olması hiç de olağandışı bir durum değildir.

Ortadoğu'nun uygun bir şekilde disiplin altına alınması ile karşılaştırıldığında terörün önemsiz bir mesele olarak değerlendirildiği gerçeğini açığa çıkaran bol miktarda güncel örnek var –Bağdatlılar için bu gerçek yeterince açıktır. Daha geçen hafta bu durumu açığa vuran bir örnek vardı: Bush, geçen ay Kongre'den geçen Suriye Hesap Verebilirlik Yasası'nı uygulamaya geçirerek bu ülkeye yeni yaptırımlar uyguladı, ki bu, Suriye ABD emirlerini uygulamazsa fiilen savaş ilanı anlamına geliyordu. Suriye terörizmi destekleyen ülkelerin sıralandığı resmi listede yeralmaktadır; oysa CIA Suriye'nin uzun yıllardır terörü desteklemediğini ve el-Kaide ve diğer radikal İslamcı örgütler hakkında Washington'a önemli bilgiler sağlayarak işbirliği yaptığını teslim etmektedir. Suriye'nin terör ile bağlantılı olduğu yönündeki kaygıların ciddiyeti on yıl önce, Suriye'yi ABD-İsrail barış koşullarını kabul ederse terörü destekleyen ülkeler listesinden çıkarmayı teklif eden Clinton tarafından dile getirildi. Suriye işgal edilmiş topraklarını geri kazanmak konusunda ısrar edince listede kaldı. Eğer bu gerçekleşseydi 1982'den beri ilk defa bir ülke listeden çıkarılıyor olacaktı. Bugün yönetim makamlarını işgal edenler 1982'de Reagancı evrelerinde Saddam'ı listeden çıkardılar; böylece –Britanya ve diğer ülkelerle birlikte- ona en kötü zalimliklerini yaparken çok ihtiyaç duyduğu yardımı sağlayabilirlerdi. Irak'ın listedeki yerini Küba almıştır, ki bu, Küba'ya karşı Kennedy'nin başkan olduğu yıllardan beri süregiden ABD terörist savaşının 1982'de vahşilik açısından tepe noktasına ulaştığı gerçeğini teyit etmektedir. Bu durum da yine bize terör ve devlet suçlarına karşı tutum hakkında birşeyler söylemektedir. 

Bunların hiçbirinin, Reagan yönetimi tarafından 1981'de ilan edilen, hızla cani bir terörist savaş haline gelen ve 20 yıl sonra az çok aynı retorikle yeniden ilan edilen "teröre karşı savaş" hakkında hiçbir şey söylemeyeceği varsayılmaktadır. 

Oybirliğine yakın bir oyla geçen Suriye Hesap Verebilirlik Yasası'nın uygulanması, Suriye'de ABD ve İsrail'in taleplerini kabul edecek bir rejim kurmayı hedefleyen yüksek amaca ulaşmak için ABD'yi radikal islamcı terörizme ilişkin önemli bir kaynaktan mahkum bırakmaktadır. Bu hiç de alışılmamış bir kalıp değildir, ancak yine de deliller ne kadar kuvvetli ve kalıp ne kadar düzenli olursa olsun, yapılan tercihler açık ve anlaşılabilir planlama öncelikleri açısından ne kadar rasyonel olursa olsun yorumcular sürekli olarak bunu şaşırtıcı bulmaktadırlar.

Geçen Aralık'ta çıkan Suriye Hesap Verebilirlik Yasası uluslararası ilişkiler uzmanı Steven Zunes'in işaret ettiği gibi devlet öncelikleri ile entellektüel ve ahlaki kültürdeki yaygın doktrinler hakkında daha fazla bilgi vermektedir. Esas talebi 520 sayılı Güvenlik Konseyi kararına gönderme yapmaktadır. Bu karar Lübnan'ın egemenliğine ve toprak bütünlüğüne saygı gösterme çağrısında bulunmaktadır. Lübnan'ın egemenliği ve toprak bütünlüğü Suriye tarafından ihlal edilmiştir çünkü Suriye burada, 1976'da Filistinlileri katletme görevi ile Lübnan'a girdiğinde ABD ve İsrail tarafından memnuniyetle karşılanan bir askeri güç bulundurmaktadır. Kongre'den çıkan yasada, ve haberlerle yorumlarda görmezden gelinen bir nokta 1982'de alınan 520 nolu kararın açık bir şekilde Suriye'ye değil İsrail'e yöneltilmiş olması ve İsrail Lübnan'la ilgili bu kararı ve diğer Güvenlik Konseyi kararlarını 22 yıldır ihlal ettiği halde İsrail'e karşı yaptırım uygulanması ya da İsrail'e verilen muazzam koşulsuz yardımın azaltılması yönünde bir çağrı yapılmamış olmasıdır. Bu 22 yıllık sessizliği İsrail'in Lübnan'ı terketmesini emreden Güvenlik Konseyi kararlarını ihlal ettiği için Suriye'yi kınayan bu yasaya bugün imza verenler de paylaşmıştır. İlke çok açıktır; Zunes şöyle yazmaktadır: "Lübnan'ın egemenliği ancak işgalci ordu, ABD'nin karşısına aldığı bir ülkeye ait ise savunulmalı, eğer ABD'nin müttefiki ise bir kenara atılmalıdır." Bu ilke tabii ki yalnızca ABD'de değil başka yerlerde de çeşitli örneklerle oldukça yaygın bir şekilde uygulanmaktadır. 

Bir gözlem notu ekleyeyim: ABD nüfusunun üçte ikisi İsrail'i KİS geliştirdiği ve insan haklarını ihlal ettiği için hesap vermeye çağıracak bir İsrail Hesap Verebilirlik Yasası'nı desteklemektedir. Ancak bu gündemde değildir, hatta görüldüğü kadarıyla haber bile edilmemiştir. 

Açık ancak farkedilemez önceliklere ilişkin daha bir çok örnek vardır. Bunlardan birinden bahsedecek olursak Hazine Bakanlığı'nın kuşkulu finansal transferleri araştırmakla görevlendirilen bir ofisi vardır (OFAC: Office of Foreign Assets Control, Yabancı Malvarlıklarını Denetleme Ofisi) ve bu, "teröre karşı savaşın" çok önemli bir bileşenidir. OFAC'ın 120 çalışanı vardır. Birkaç hafta önce OFAC Kongre'ye, dört çalışanının Osama bin Laden ve Saddam Hüseyin'in varlıklarını araştırmakla görevlendirildiğini, buna karşılık iki düzine çalışanın Küba'ya ambargonun uygulamasını denetlemeye atandığını bildirmiştir, ki bu ambargo konuyla ilgili her uluslarararası kuruluş tarafından, hatta genellikle itaatkar olan Amerika Devletleri Örgütü tarafından bile yasadışı ilan edilmiştir. OFAC Kongre'ye şu bilgileri vermiştir: 1990'dan 2003'e kadar terörizmle ilgili 93 adet soruşturma yapılmış ve bunların sonucunda 9000 dolar ceza kesilmiştir; oysa Küba ile ilgili 11,000 adet soruşturma yapılmış ve 8 milyon dolar ceza kesilmiştir. Bu durum, şimdi Bush yönetiminin -ve öncellerinin- diğer öncelikler yararına teröre karşı savaşı ikinci plana itip itmediği üzerinde düşünüp taşınanlar arasında hiç bir ilgi uyandırmamıştır. 

Neden Hazine Bakanlığı Küba'yı boğmaya teröre karşı savaştan çok daha fazla enerji harcıyor? ABD istisnai bir açık toplumdur, dolayısıyla devlet planlaması hakkında oldukça fazla miktarda bilgi edinebiliriz. Temel nedenler, Arthur Schlesinger'in terör operasyonlarını en yüksek önceliği olarak yürüten Robert Kennedy'nin biografisinde anlattığı üzere, 40 yıl önce Kennedy yönetimi Küba'yı "her türlü terör belasına" maruz bırakmaya çabaladığında hazırlanan gizli belgelerde açıklanmıştır. Dışişleri Bakanlığı planlamacıları, Castro rejiminin varlığının bile 150 yıllık ABD politikalarına ve Monroe doktrinine "başarılı bir meydan okuma" olduğu yolunda uyarıda bulunmuştu. Burada Ruslar işin içinde değildi, ancak yarıkürenin efendisine karşı meydan okumak hoş görülemezdi. Dahası Schlesinger, Başkan'ın Latin Amerika misyonunun yazdığı raporu özetlerken yönetimi devralan Başkan Kennedy'yi şu şekilde uyarmaktadır: bu başarılı meydan okuma, "Castro'nun halkın kendi kaderini kendi eline alması" fikrini bulaştırarak diğer halkları da cesaretlendirebilirdi. Schlesinger'in ayrıntısıyla anlattığı gibi bu türden tehlikeler özellike "toprakların ve diğer ulusal zenginliklerin dağılımının mülk sahibi sınıfları kayırdığı ... ve fakirlerin ve ayrıcalıklardan yoksun olanların Küba devrimi ile uyarılıp makul bir yaşam sürdürme talebinde bulunduğu" durumlarda özellikle vahim idi. Halkın kendi sorunlarını kendi eline alması fikri kötü tohumlarını yaydıkça tüm hakimiyet sistemi çözülebilir. 

Başarılı meydan okuma hala hoş görülemez, terörle mücadeleden daha yüksek bir önceliğe sahiptir, ve bu durum yerleşik, içsel olarak rasyonel, kurbanları için yeterince açık, ancak uygulatıcıları için algılanamaz olan ilkelerin başka bir örneğidir. Bush yönetiminin öncelikleri açığa çıktığında kopartılan gürültü ve 11 Eylül olaylarına ilişkin Washington'daki oturumlar apaçık olan şeyleri algılamakta, hatta bir olasılık olarak akılda tutmaktaki tuhaf yetersizliğin başka bir örneğidir.

Teröre dönecek olursak –ve terörün doktriner olarak kabul edilebilir tek alt kategorisinden, yani onların bize uyguladığı terörden konuşacak olursak- uzmanlar arasında tehditin nasıl azaltılacağı, ya da tam tersine, er ya da geç gerçekten korkunç bir hal alabilecek yeni terörist zalimliklerin nasıl kışkırtılacağı konusunda yaygın bir uzlaşma vardır. Konuyla ilgili teknik literatürün 11 Eylül olaylarından çok önce tahmin ettiği gibi terör ve KİS'nın biraraya gelmesi yalnızca zaman meselesidir. 

Irak'ın işgali tipik bir örnektir: genellikle olduğu gibi şiddet, şiddet içeren bir tepkiyi kışkırtır. El-Kaide ve bin Laden'e ilişkin ciddi araştırmalar bu isimlerin Clinton 1998'de Sudan'ı bombalayana kadar bilinmediğini ortaya çıkarmıştır. Bombalamalar el-Kaide tipi şebekelere (el-Kaide gerçekten bir örgüt değildir) verilen desteği, katılımları ve bunların finans ağlarını arttırmış, bin Laden'i önemli bir kişilik haline getirmiş, ve daha önceden birbirlerine soğuk ve düşmaca olan el Kaide ile Taliban arasında daha sıkı ilişkiler kurulmasını sağlamıştır. 

Eğer istersek Batı uygarlığının Sudan'ın bombalanmasına verdiği tepkiden birşeyler öğrenebiliriz. Bu bombalama güvenilir tahminlere göre onbinlerce kişinin ölümüne yol açmış ve İnsan Hakları İzleme Örgütünün yöneticisi tarafından hemen öngörülen bir insani felakete yol açmıştır. Her zaman olduğu gibi konu ciddi bir şekilde araştırılmamış ve ilgi uyandırmamıştır. Eğer büyük bir terörist saldırı ABD'de, İngiltere'de, İsrail'de ya da önem taşıyan başka bir yerde önemli bir ilaç malzemesini yok etseydi tepki daha farklı olurdu, ki buralarda sonuçlar o kadar da ciddi olmazdı çünkü zengin bir ülkede ilaç malzemeleri kolayca yenilenebilirdi. Bu hiç de alışılmamış bir durum değildir. Burada da silahın namlusunda olanlar dünyayı farklı bir biçimde görmektedirler ve bu, uygarlık değerlerinin bekçileri arasında öfke yaratmaktadır. 

1998'deki bombalamalardan sonra el Kaide'nin büymesine katkıda bulunan en büyük etmen, Afganistan'ın daha sonradan sessiz bir biçimde teslim edildiği üzere hiç bir inanılır gerekçe öne sürmeden bombalanmasıdır. Bu durum "iyi ve kötü arasındaki evrensel mücadeleye" katılımları ve katılanların şevkini keskin bir biçimde arttırmıştır. "İyi ve kötü arasındaki evrensel mücadele" retoriği bin Laden ve Başkan Bush'un konuşmalarını yazanlar tarafından paylaşılmıştır (bin Laden'in kendi söylevlerini kendisinin yazdığını tahmin ediyorum).

Burada el-Kaide hakkında yapılan en dikkatli ve ayrıntılı çalışmadan, Britanyalı gazeteci Jason Burke'in çok önemli kitabından alıntı yapıyorum. Burke birçok örneği inceleyerek "her güç kullanımının bin Laden için başka küçük bir zafer olduğu" sonucuna varmaktadır. Genel sonuç, başka yorumcuların yanısıra İsrail askeri haberalma teşkilatının ve Genel Güvenlik Teşkilatı'nın (Shabak) eski başkanları tarafından da kendi bağlamlarında yaygın olarak paylaşılmaktadır. 

Neredeyse hergün yeni bir örnek ortaya çıkıyor. Mukteda el-Sadr'ın ününün yükselişi de buna bir örnektir. Daha öğretici bir örnek Felluce'de yakın geçmişte yaşanan dehşettir. 100 kişinin ölümüne yol açan deniz piyadelerinin istilası sözleşmeli çalışan dört Amerikalı güvenlik görevlisinin öldürülmesine tepki idi. Bu vahşi cinayetlerin sorumluluğu kendilerini "Şehit Ahmet Yasin Tugayları" olarak adlandırılan yeni bir örgüt tarafndan üstlenildi. Bir hafta önce Gazze'de bir camiden çıkarken cıvarda bulunan yarım düzine insan ile birlikte öldürülen felçli bir din adamı olan Şeyh Yasin'in intikamını alıyorlardı. Bu hatalı bir şekilde bir İsrail suikasti olarak haber edildi. Şeyh Yasin, İsrailli bir pilot tarafından kullanılan bir Amerikan helikopteri tarafından öldürüldü. İsrail helikopter üretmemektedir. ABD bu helikopterleri savunma için değil, düzenli olarak böylesi amaçlar için kullanılacağını bilerek göndermektedir. Çok iyi şekilde belgelenen ancak sistematik olarak görmezden gelinen bazı olaylar oldukça dikkate değerdir. Geçen altı ay boyunca "hedeflenmiş süikastler" 50 şüpheliyi ve cıvarda bulunan 80 kişiyi öldürmüştür. Bunların hiçbiri, yürütenlerin niteliği nedeniyle devlet terörizmi kayıtlarına girmemiştir: ABD böylesi bir suçlamadan muaftır ve uyduları, özellikle de ortak harekatlarda dokunulmazlığı devralır. Entellektüel ve ahlaki kültürün canalıcı bir şartı güçlülere kuralları koyma hakkının bahşedilmiş olmasıdır. Bunlar dünya düzeninin önemli ilkeleridir, ya da uluslararası düzene raslantısal olmaktan öte bir benzerliği olan mafyanın ilkeleridir.

Bu örnekte şiddet döngüsünü izlersek doğrudan doğruya Şeyh Yasin'in ABD ve İsrail tarafından öldürülmesinden Irak'taki yangına ulaşırız. Bu başından beri biliniyordu ancak medyada neredeyse tamamen susturuldu; en azından medyanın dikkatli bir biçimde denetlendiği ABD'de.

Devlet terörünü haklı çıkartmaya çalışanlar şiddet döngüsünün Şeyh Yasin suikasti ile başladığına itiraz edecektir. Bu doğru olabilir ancak konumuzla ilgisi yoktur. Şiddet döngüsünü daha gerilere doğru izlemek çok daha çirkin sonuçlara yol açacaktır. 

Terör tehditinin nasıl azaltılacağına dair uzmanlar arasında yaygın bir uzlaşma vardır. Bunun iki ayağı var. Teröristler kendilerini öncü olarak görür, diğerlerini harekete geçirmeye çalışır, ve kendi davalarına hizmet edecek şiddeti memnuniyetle karşılar. Kriminal eylemlere karşı uygun tepki polisiye bir iştir ve bu, Avrupa'da Güney ve Güneydoğu Asya'da ve diğer yerlerde oldukça başarılı olmuştur. Bundan çok daha önemlisi, teröristlerin seferber etmeye çalıştıkları, onlardan korkan ve nefret eden ancak yine de doğru ve adil bir dava için savaştıklarını düşünen geniş tabandır. Burada uygun tepki, bu insanların genellikle meşru olan ve terör ile herhangi bir bağlantısı olup olmadığına bakılmaksızın ele alınması gereken şikayetlerine kulak vermektir. 

Bunun bir çok örneği vardır. Yakın geçmişten bir örnek ele alacak olursak İngiltere ve Kuzey İrlanda'ya bakabiliriz. Londra'nın IRA terörüne tepkisi şiddet olduğu sürece terör ve teröre verilen destek artmıştır. Meşru şikayetlere biraz kulak verilmeye başlandığında ise azalmıştır. Belki şimdi Belfast bir ütopya değildir ama on sene öncesine göre çok daha iyi bir yerdir. Aklıma gelmişken, IRA terörü ABD'den, tam da benim yaşadığım yerden * finanse edilmektedir. FBI'ın antiterör uzmanları bunun farkındaydı, ancak müdahale etmediler. Bunun mümkün olamayacağına inandılar. Şimdi bu türden önlemler Suudi Arabistan'dan talep edilmektedir ve göründüğü kadarıyla az çok başarılı bir şekilde yürütülmektedir. Her zaman olduğu gibi bunun "mümkün olup olmadığı" kimin canının yandığına bağlıdır.

Şiddet başarıya ulaşabilir. Bunun bir çok da örneği vardır. ABD'nin yerli nüfusu bunun dramatik bir örneğidir. Bu çoğu zaman çok şaşırtıcı bir biçimde gözardı edilmiş ya da yadsınmıştır ve bu kendi işlediğimiz suçlara verilen tipik bir tepkidir.

Şiddet başarılı olabilir ancak muazzam bir maliyeti vardır. Tepki olarak daha büyük bir şiddeti kışkırtabilir ve genellikle de kışkırtmıştır. Üstelik terörü kışkırtmak en uğursuz güncel örnek de değildir. 

İki ay önce Rusya son yirmi yıldır en büyük askeri tatbikatını gerçekleştirdi. ABD'yi hedef alan yeni ve daha sofistike KİS'lerini sergiledi. Rusya'nın siyasi ve askeri liderleri bunun, daha önceden de tahmin edildiği gibi Bush yönetiminin eylem ve programlarına karşı doğrudan bir tepki olduğunu açıkça belirttiler. Üzerinde durdukları başlıca örneklerden birisi ABD'nin düşük kapasiteli nükleer silahlar –sığınak tahrip eden bombalar- geliştirmesidir. Rusya'nın stratejik analistleri Amerikalı meslektaşları gibi, bu silahların Ruslar'ın nükleer cephaneliğini kontrol eden komuta sığınaklarını hedef aldığını biliyordu. Washington'un uzayı saldırıya yönelik askeri amaçlar için kullanma ısrarı bir diğer temel kaygıdır.

ABD'li analistler Rusya'nın ABD tarafından geliştirilen, dünyanın yörüngesinde dolaşıp birdenbire atmosfere girerek herhangi bir yere uyarmadan ağır bir saldırı yapabilen sesüstü Cruise Aracı'nı taklit etmeye çalıştığından kuşkulanıyorlar. ABD'li analistler Bush-Putin yıllarında Rusya'nın askeri harcamalarının üç katına çıktığını da tahmin ediyorlar. 

Rusya Bush'un -istenilen zamanda saldırganlık yapmak anlamına gelen ve- Kissenger'ı etkileyen "önalıcı vuruş" doktrinini de benimsemiştir. Aynı zmanda otomatik karşılık verme sistemlerine de bel bağlamaktadırlar, ki bu sistemler geçmişte birkaç dakika içinde bir nükleer saldırıyı başlatma noktasına gelmişlerdir ve bu saldırı son anda insan müdahalesi ile durdurulmuştur. Şimdi bu sistem son yılların piyasa fanatizmi sayesinde Rus ekonomisinin çökmesi ile daha da kötüleşmiştir.

ABD sistemleri, bilgisayarlar bir füze saldırısı uyarısında bulunduktan sonra insan müdahalesi için üç dakika süre tanımaktadır, ve bu türden uyarılar gündelik olarak meydana gelmektedir. Daha sonra başkana 30 saniyelik bir brifing verilmektedir. Pentagon analistleri bilgisayar güvenlik sistemlerinde terörist hackerların girmesine ve bir füze saldırısını simüle etmesine izin veren ciddi hatalar bulmuşlardır. ABD'nin önde gelen stratejik analistlerinden biri olan olan Savunma Enformasyon Merkezi başkanı Bruce Blair bunun "geliyorum diyen bir kaza" olduğu uyarısında bulunmuştur. Rusya'nın sistemleri çok daha az güvenilirdir. 

Tehlikeler, şiddet tehditi ya da şiddet kullanılması ile tırmandırılmaktadır, ve şimdi hayatın bekasına ilişkin gerçek tehditlerden bahsediyoruz. 

Bush yönetimi yeni bir füze savunma sisteminin ilk ögelerini 2004 yazında başkanlık seçimleri sırasında Alaska'ya yerleştireceğini açıkladı. Bu planlar eleştirildi, çünkü zamanlama partizan siyasi amaçlar gözönünde bulundurularak yapılmıştı, çok pahalı bir maliyetle denenmemiş bir teknolojiyi kullanıyordu, ve muhtemelen çalışmayacaktı. Bunların tümü doğru olabilir ancak daha ciddi bir eleştiri de var: sistem çalışabilir, ya da en azından çalışıyor gibi görünebilir. Nükleer savaşın mantığında önemli olan gerçeklik değil algılamadır ve planlamacılar en kötü durum analizi yapmak zorundadır. Tüm taraflar "füze savunma sisteminin" bir saldırı silahı olduğunu anlamışlardır, bu da ilk nükleer saldırı da dahil saldırganlık konusunda kendilerini özgür hissetmelerine neden olacaktır. Bu durum ABD'li analistlerce ve potansiyel hedeflerce üzerinde uzlaşılan bir yargıdır, hatta aynı kelimelerle ifade edilmektedir: bir füze savunma sistemi yalnızca bir "kalkan" değil aynı zamanda bir "kılıçtır" da.

Yakın zamanda açıklanan bazı belgeler. 1968 yılında Moskova cıvarına yerleştirilen küçük bir Anti Balistik Füze sistemine ABD'nin nasıl tepki gösterdiğini açığa çıkarmaktadır. ABD sistemi ve radar üslerini hemen nükleer silahlarla hedef almıştır. Mevcut ABD planları da benzer bir Rus tepkisini kışkırtacaktır, ancak şimdi herşey çok daha büyük bir ölçekte olacak. Çin'in de aynı yönde, belki de daha şiddetli bir tepki vermesi beklenmektedir, çünkü bir füze savunma sistemi Çün'in halihazırda çok sınırlı olan caydırıcı gücününün inandırıcılığına zarar verecektir. Bu bir dalga etkisi yaratacaktır: Hindistan Çin'in saldırı amaçlı stratejik silahlarının genişlemesine tepki verecektir, Pakistan Hindistan'a, ve bu böyle yayılacaktır. Bu olasılıklar tartışılmaktadır ve ciddi kaygı kaynağıdır.

En azında ABD'de tartışılmayan şey ise Batı Asya'dan kaynaklanan tehdittir. İsrail'in diğer KİS'lerle arttırılan nükleer kapasitesi yalnızca oluşturdukları tehdit nedeniyle değil, tepki olarak bu türden silahların yayılmasını teşvik ettiği için de, ABD Stratejik Komuta Merkezi'nin önceki başkanı olan General Lee Butler tarafından "son derece tehlikeli" olarak değerlendirilmektedir. Bush yönetimi şimdi bu tehditi arttırıyor. İsrailli askeri analistler hava kuvvetlerinin ve zırhlı kuvvetlerinin ABD dışındaki bütün NATO güçlerinden daha büyük ve teknolojik olarak daha gelişmiş olduğunu iddia ediyor. Bunun nedeni, bu küçük ülkenin kendi kendisine güçlü olması değil, ABD'nin bir denizötesi askeri üssü ve yüksek teknoloji merkezi olarak hizmet vermesidir. ABD şimdi İsrail'e en gelişmiş bombardıman jetlerinden, 100'ün üzerinde F16I göndermektedir. Çok açık bir şekilde bu uçakların İran'a gidip geri uçabilme kapasitesinde olduğu söylenmiştir, ve 1981'de İsrail'in Irak'ın nükleer reaktörünü bombalamak için kullandığı F16'ların modernleştirilmiş versiyonudur. Bombalanan reaktörün nükleer silah üretme kapasitesine sahip olmadığı hemen anlaşıldı. Daha sonra Batı'ya iltica eden Iraklı bilim adamlarının sunduğu kanıtlar, İsrail bombardımanının Saddam'ın nükleer silah programını geciktirmediğini, tam tersine başlattığını açığa çıkarmıştır, ki bu tanıdık olduğumuz türden bir şiddet döngüsüdür. İsrail basını bugünlerde (İbranice olarak) ABD'nin İsrail hava kuvvetlerine "özel silahlar" gönderdiğini yazmaktadır. Bu raporların gideceği adres olduğu varsayılan İran gizli servisleri ise muhtemelen en kötü durum analizleri yapacaklar ve bu silahların İsrail bombardıman uçakları için nükleer savaş başlıkları olduğunu varsayacaklar. Belki de, bu gözle görünür hamleler bir saldırı bahanesi olarak kullanılabilecek bir İran tepkisini kışkırtabilir ve bu saldırı İran liderliğini sarsıp iç çatışmalara ve kaosa katkıda bulunabilir. Amaç ne olursa olsun olası sonuçlar hiç de hoş değil.

Irak'ı işgal etmek için öne sürülen bahaneler de tanıdıktır. Ancak Bush ve Blair'ın yalanlarının çökmesinin en önemli sonucuna yeterli ilgi gösterilmedi. Bu sonuç saldırganlık için çıtanın alçalmasıydı. Terör ile bağ kurma gereksinimi sessiz sedasız bir kenara bırakıldı. Daha da önemlisi Bush yönetimi –Powell, Rice, ve diğerleri- hiç bir KİS'e ya da KİS geliştirme programına sahip olmasa bile bunu yapmaya "niyeti ve kapasitesi" olan bir ülkeye saldırma hakları olduğunu açıkladılar. Neredeyse her ülke KİS geliştirme "kapasitesine" sahiptir ve niyet ise öznel bir kriterdir. Buradan çıkan sonuç, neredeyse herkesin herhangi bir bahane olmadan yokedici bir saldırıya maruz kalabileceğinin açıklanmış olmasıdır. 

Geriye işgali destekleyen tek bir (açık) delil kalıyor: işgal Saddam'ı devirdi ve bu en kötü suçlarını işlerken ABD ve Britanya'nın Saddama verdiği desteğe gayretle karşı çıkanlar tarafından içten bir şekilde memnuniyetle karşılanacak bir sonuçtur. Saddam'ın en kötü suçları arasında 1991'de belki de kendisini devirebilecek Şii isyanının bastırılması da vardır ve bu bastırma sırasında ABD ve Britanya, o zaman ulusal basında içtenlikle açıklanan ancak şimdi kamuoyunun gözünden uzak tutulan nedenlerle kendisine destek oldu. 

Saddam'ın iktidarının sona ermesi, memnuniyetle karşılanan iki "rejim değişikliğinden" birisi idi. Diğer rejim değişikliği ise yaptırım rejiminin resmi olarak son bulmasıdır. Yaptırımlar binlerce kişinin ölümüne yolaçmış, Irak'ın sivil toplumunu mahvetmiş, tiranı güçlendirmiş, ve halkı hayatta kalmak için tirana bel bağlamaya mecbur bırakmıştır. Bu nedenlerle BM'nin "gıda karşılığı petrol" programını yöneten saygın uluslararası diplomatlar Denis Halliday ve Hans von Sponeck, "soykırım" olarak niteledikleri yaptırım rejimini protesto etmek için istifa ettiler. Bunlar Irak'ı en iyi bilen Batılı diplomatlardı, ülkenin her tarafındaki araştırmacılardan gelen düzenli bilgilere erişimleri vardı. Yaptırımlar BM tarafından yönetildiği halde, zalim ve vahşi içeriği ABD ve emrindeki Britanya tarafından dikte ediliyordu. Rejimin sona ermesi işgalin çok olumlu bir yanıdır. Ancak bu, işgal olmadan da yapılabilirdi.

Halliday ve Sponeck, eğer yaptırımlar silah programlarını önlemeye yönlendirilmiş olsaydı, Irak halkının Saddam Hüseyin'i, şu anda Washington'daki makam sahiplerinin ve onların Britanyalı müttefiklerinin desteklediği Ceausescu, Suharto, Marcos, Duvalier, Chun, ve Mobutu gibi diğer cani gangsterler ile aynı kadere havale edeceğini öne sürmüşlerdir. Bu canilerin listesi oldukça etkileyicidir, bazıları Saddam ile kıyaslanabilir, ve bu listeye hergün Batılı liderler tarafından yeni isimler eklenmektedir. Eğer durum böyle ise her iki cani rejm de işgale gerek olmaksızın sona erdirilebilirdi. David Kay'in başkanlığını yaptığı Irak İnceleme Grubu ** gibi savaş sonrası soruşturmalar, Saddam'ın ülke üzerindeki denetiminin ne kadar sallantıda olduğunu açığa çıkararak bu kanıları destekledi.

Konu ile ilgili öznel yargılara sahip olabiliriz ancak bunun bir önemi yok. ABD ve Britanya tarafından desteklenen diğer Haydutlar Galerisi üyelerinin durumunda olduğu gibi halka zalim bir tiranı devirme şansı verilmediği sürece bu iş için dış güce başvurmayı haklı gösterecek hiç bir dayanak yok. Yalnızca bu nedenler bile, resmi bahanelerin çökmesinden sonra uydurulan yeni doktrinleri destekleyebilecek hakikat kırıntılarını safdışı bırakır. Başka nedenler de vardır, ve bunların bazıları İnsan Hakları İzleme Örgütü'nün 2004 yıllık raporunda örgütün başkanı Kennet Roth tarafından tartışılmaktadır.

Bahane olmadan işgali içeren geliştirilmiş doktrine dönecek olursak, planları hayata geçirme kapasitesi, yeni askeri programlarla daha da arttırılmaktadır. Ulusal Güvenlik Stratejisinin yayınlanmasından kısa bir süre sonra ilan edilen bir büyük program, "uzayın askeri amaçlarla denetiminden" –ki bu Clinton'ın programıydı- "dünyada her yerde anında çatışmaya girebilme anlamına gelen uzayın sahiplenilmesine" doğru ilerlemeyi amaçlar. Ulusal Güvenlik Stratejisinin bu uygulaması dünyanın her bölgesini, sofistike küresel keşif sitemleri ve ölümcül uzay silahları sistemleri sayesinde ani imha riski ile karşı karşıya bırakır. 

Dünyadaki haberalma servisleri de alıntı yaptığım HAVA KUVVETLERİ UZAY KOMUTA STRATEJİK MASTER PLANI'na en az benim kadar kolaylıkla erişebilirler. Ve hepimiz için tehlike oluşturan uygun sonuçları çıkarırlar. Tarihin -yakın tarih de dahil- iktidar amaçlı dar çıkarlar peşinde koşarken, çok ciddi tehditleri bilinçli olarak şiddetlendiren liderlere ilişkin birçok örnekle dolu olduğunu anımsamalıyız. Ancak şimdi oynanan kumar çok daha yüksektir. 

Bahanelerin birbiri ardına çökmesi başka bir yeni doktrine yol açtı: Irak savaşının esin kaynağı, Başkan'ın Irak, Ortadoğu ve dünyaya demokrasi getirmeyi amaçlayan –liberal medyada söylendiği üzere- "Mesihvari kurtarıcı vizyonu" idi. Başkan bu vizyonu geçen Kasım ayında yaptığı bir konuşmada tasdik etmişti. 

Bu vizyona gösterilen tepkiler korku ile karışık bir saygıdan eleştiriye kadar bir yelpazede yer alıyordu. Mesihavari vizyonun "asaleti" ve "cömertliği" övülüyor, ancak uygulanmasının yapabileceğimizin ötesinde olduğu yolunda uyarılarda bulunuluyordu: bu çok pahalıya patlayabilirdi, bundan faydalanacak olanlar çok geri idi, başkaları asaletimizi ve fedakarlığımızı anlamayabilirdi. Haberlerde ve yorumlarda işgalin ardındaki güdünün yalnızca bu olduğu varsayılıyordu. Bu saygın tavır İngiltere'ye de sıçramıştı, örneğin Economist dergisi Irak'ı "komşuları için esin kaynağı olacak bir demokrasi örneğine dönüştürme yolundaki Amerikan misyonunun" sorunlarla karşılaştığını yazıyordu.

İşgalin mesihvari bir vizyondan esinlenlendiğine dair kanıtları araştırmak yararlı bir alıştırma olabilir. Bu araştırmayı yaparsak sözkonusu kanıtın, liderimizin bu doktrini ilan etmiş olmasının, doğruluğu hakkında hiç bir kuşkuya yer bırakmaması gerektiği gerçeğinden ibaret olduğunu görürüz. Ama bu asil niyet iddialarının herhangi bir bilgi vermediğini ve tamamen öngörülebilir olduklarını en kötü canavarların da yaptıklarından biliyoruz. Bu durumda "vizyonun" sorgulanmadan kabul edilmesinin fazladan bir zorluğu var: vizyonu ortaya koyan kişinin böylece kendisinin en etkileyici yalancı olduğunu ilan ettiği gerçeğinin bastırılması gerekmiştir, çünkü ülkeyi seferber ederken tek sorunun Irak'ın silahsızlanıp silahsızlanmayacağı olduğunu söylemişti. Anaakım medyadaki haberlerde ve yorumlarda söyleneni körü körüne kabul etme tavrına istisna oluşturan tek bir örnek varsa dahi ben raslamadım.

Tam doğrusunu söylemek gerekirse, bir istisna buldum. Başkan'ın korku ile karışık hayranlık uyandıran mesihvari açıklamasından birkaç gün sonra Washington Post gazetesi Bağdat'ta yapılan ve insanlara ABD'nin neden Irak'ı işgal ettiğini soran bir kamuoyu yoklamasının sonuçlarını yayınladı. Bir kısım Bağdatlı işgalciler arasında (anaakım eleştirmenler de dahil) neredeyse tam bir uzlaşma ile benimsenen görüşe, yani amacın Irak'a demokrasi getirmek olduğu düşüncesine katılıyordu: bunların oranı yüzde 1 idi. yüzde 5'i işgalin amacının Irak'lılara yardım etmek olduğunu düşünüyordu. Geriye kalan çoğunluktan zaten sözettim: büyük çoğunluk temel güdünün, kibar çevrelerce "komplo teorileri" olarak ya da daha düşük sınıflar tarafından kullanılan bir küfürün başka bir entellektüel karşılığı olarak reddedilen şey olduğunu düşünüyordu.

Aslında Bağdat anketinin sonuçları ince farklılıklar içeriyordu. Ankete katılanların yarısı aslında ABD'nin demokrasi istediğini, fakat buna ancak sonuç üzerinde kendi etkisini koruyabildiği sürece izin vereceğini düşünüyordu. Kısacası demokrasi iyiydi, aslında kendimiz iyi hissetmemiz ve iyi olduğumuzu göstermemiz için tercih edilir bir şeydi, ama yalnızca her dediğimizi yapacaklarsa. Yine Iraklılar bizi bizden daha iyi biliyorlardı, ya da kendimizi bilmeyi tercih ettiğimiz biçimden... Burada bir tercih sözkonusudur, çünkü aksi yöndeki kanıtlar son derece boldur, hatta ezicidir. Son aylarda gazetelerin ilk sayfalarında Haiti ve El Salvador'daki asil "demokrasi geliştirme" çabalarına ilişkin bolca kanıt yer aldı. Bir kez daha bu örneklerde Bağdatlılar'ın yargıları son derece doğru olduğunu "görmemek" için basının hürmetkar bir disiplin içinde olması gerekir, ancak burada ayrıntılara girmek için zamanımız yok.

Iraklılar'ın, bize anlatıldığı üzere ABD ve Britanya'nın politikalarına yön veren mesihvari vizyondan belli sonuçlar çıkarmak için Amerikan tarihini bilmeleri gerekmiyor. Kendi tarihleri yeterlidir. Irak'ın Britanya tarafından, kuzey Irak petrollerinin denetiminin Türkiye'de değil İngiltere'de kalmasını ve Irak'ın Britanya tarafından yönetilen Kuveyt prensliği tarafından denizden yalıtılarak bağımlı halde kalmasını garanti altına alacak sınırlar dahilinde yaratıldığını gayet iyi biliyorlar. Irak'a "bağımsızlık" ve bir "anayasa" verilmişti, ancak Iraklılar'ın, Britanya'nın Irak'ta ve başka yerlerde çeşitli "anayasal kurguların" ardında etkin olarak yönetimde olmasını sağlayacak bir "Arap vitrini" dayatma niyetlerini öğrenmek için gizli kayıtların serbest bırakılmasını beklemeleri gerekmiyordu. Irak, Anglo-Amerikan ikili hakimiyetinden çıktıktan sonra yüksek düzeyde yapılan tartışmalarda Britanya'nın bağımsız ulusçuluk dalgasını durdurmak için Kuveyt'e sözde kalan bir bağımsızlık vermeyi kabul ettiği, ancak Britanya ekonomisinin ana dayanaklarından biri olan bu ülkede işler ters gittiğinde acımasızca müdahale etme hakkını saklı tutuğunun, bu arada ABD'nin de Körfez'deki diğer büyük ganimetler için aynı hakkı saklı tuttuğunun öğrenilmesi için 1958 yılına ait ABD-Britanya kayıtlarının üzerindeki gizlilik hükmünün kaldırılmasını beklemeleri de gerekmiyordu. Bu belgelerin tümü Birinci Körfez Savaşı'ndan önce kamuya açıktı ve daha sonra meydana gelecek olaylarla oldukça ilgili idi, ancak kıyıda köşede birkaç yer dışında bu belgelere değinilmekten sistematik olarak kaçınıldı.

Dahası Iraklılar gözleri önünde olan biteni kendileri de görebilirler. 

Diplomatik cephede ABD dünyadaki en büyük elçilik binasını Irak'ta inşa ediyor. Amaçlarını bir kez daha vurgulamak için John Negroponte'yi elçi olarak atadı, ki bu ilginç bir seçimdir. Wall Street Journal Negroponte'yi (çok doğru bir biçimde) "modern prokonsül *** " olarak tanımlamıştır. Kendisi bu sanatı 1980'lerde, şu anki makam sahiplerinin Reagancı evresi sırasında Honduras'da öğrenmiştir. Orada "prokonsül" olarak bilinmekteydi ve ABD'nin Latin Amerika'daki ikinci büyük elçiliğine ve dünyadaki en büyük CIA karakoluna başkanlık ediyordu –kuşkusuz ki Honduras dünya egemenliğinin merkezi bir bileşeniydi. Prokonsül olarak Negroponte'nin görevi Kongere'ye Hondura'taki devlet terörü ile ilgili yalan söylemek, böylece askeri yardımın yasaları ihlal ederek akmasını sağlamak, daha da önemlisi Nikaragua'ya saldıran, onu yerle bir eden ABD lejyoner ordusunu yönetmekti. ABD bu nedenle Adalet Dıvanı'nda uluslararası terörizm (teknik olarak "yasadışı güç kullanımı") nedeniyle kınananan dünyadaki tek ülke olmuştu, bu kınama iki Güvenlik konseyi kararı tarafından desteklenmişti, ancak Britanya kibar bir şekilde çekimser kalırken ABD kararı veto edip uluslararası terörist saldırıları tırmandırdı. Dolayısıyla Negroponte dünyanın en büyük elçiliğini ve muhtemelen yine en büyük CIA karakolunu yönetmek için tam kalifiye bir kişidir –bunların hepsi Irak'lılara tam egemenliği devretmek içindir. Prokonsül Negroponte, BM özel temsilcisi Lakhdar Braahimi'nin sevecenlikle Irak "diktatörü" olarak adlandırdığı Pentagon'un adamı Paul Bremer'in yerini alacaktır. 

Iraklılar'ın, "sahne gerisinde ABD'nin Irak'ın geleceğini sıkı sıkıya eline aldığını", bakanlıkları ABD'li "danışmanlarla" ve özenle seçilmiş "vekillerle" doldurduğunu, prokonsül Bremer'in "ABD'ye, geçiş hükümetinin alacağı her önemli kararı etkileyecek güçlü manivelalar sağlayacak kurumları sessizce inşa ettiğini" ve "daha önce bakanlıkların elinde olan neredeyse tüm yetkileri ellerinden alacak" etkin fermanlar çıkartttığını öğrenmeleri için Wall Street Journal okumalarına gerek yok. 

Dolayısıyla Bush ve Blair'ın kurguladığı anlamda "tam egemenlik devrinden" sonra "yeni Irak hükümeti, silahlı kuvvetleri üzerinde çok az denetime sahip olacak ve ABD'nin gizli onayı olmaksızın yasa yapamayacak, mevcut yasaları değiştiremeyecek, ya da belli bakanlıklarda önemli kararları alamayacaktır." En önemlisi de tüm Irak askeri kuvvetlerinin "operasyonel kontrolünü" ABD'li komutanlara devredektir. Washington, işini sağlama almak için en yüksek askeri görevlerin, ABD askeri varlığını desteklemek için iyi nedenleri olan Kürt komutanların elinde olmasını garanti altına almıştır. Iraklıların işin özünü iyice anlamalarını ve "kendi kaderlerini kendi ellerine almak" türünden komik fikirlere kapılmamalarını iyice sağlama almak için Negroponte'nin elçiliği Saddam'ın "pek çok Iraklı'nın Irak egemeliğinin sembollerinden biri olarak gördüğü" saraylarından birinde yer alacaktır. Yatırımcılar herşeyin yolunda olduğuna güvenebilirler.

Adil olmak gerekirse dünya karşısında "Iraklıların görüşlerini" yansıtan geçici hükümetin yerel destekten yoksun olmadığını görmeliyiz. Son kamuoyu yoklamaları, başbakan Ayad Allawi'nin, yüzde 7 desteğe sahip devlet başkanının hemen altında, yüzde 5'lik bir desteğe sahip olduğunu açığa çıkarmıştır.

Daily Telegraph gazetesinin diplomatik editörü tarafından kaleme alınan güncel bir makalenin başlığı şudur: "Devir teslim hala yolunda". Son paragrafında şöyle yazıyor: "Kıdemli bir Britanyalı yetkili bunu hassas bir şekilde ortaya koydu: ‘Irak hükümeti tam egemeliğe sahip olacaktır, ancak egemelik fonksiyonlarını kullanamayacaktır'." Bu söze Lord Curzon bilgece başını sallayacaktır. 

Pentagon adına konuşan Paul Wolfowitz –"demokrasiyi yetiştirmek için"- uzun bir süre ABD birliklerinin Irak'ta varlığını sürdüreceğini ve Irak ordusunun zayıf olacağını ilan etti. Wolfowitz demokrasi getirme yolundaki mesihvari misyona önderlik ettiği için ulusal liberal basının takdirini toplamıştır. International Herald Tribune'un önceki editörü olan kıdemli yorumcu David Ignatius'a göre Wolfowitz yönetimin "baş idealistidir". Kendisi aynı zamanda demokrasiye karşı ne kadar büyük bir işgüdüsel nefret taşıdığını gösteren olağandışı ve şaşkınlık verici bir sicile sahiptir; ancak bunu burada gözden geçirmek için vaktimiz yok. Bu kolayıkla ortaya çıkarılabilir, ancak gözlerden gizlenmiştir. Baş idealist "demokrasiyi yetiştirmek için" Pentagon'un denetimini bırakmaması gerektiğini söylemişse, Batılı kamuoyu yoklamalarına göre Iraklıların ezici bir oranla, Felluce'de ABD komutasının kabul etmek zorunda kaldığı gibi Iraklıların güvenlikten sorumlu olmalarını istemelerinin bir önemi yoktur. Gerçi tüm Iraklılar bunu istememktedir: yüzde 7'si ABD komutasının, yüzde 5'i ise şimdi dağıtılmış olan Yönetim Konseyi'nin denetimini istemektedir, ancak Pentagon'un favorisi Ahmed Çelebi'nin hiç bir desteği yoktur. 

Bunların hiçbirinin mesihvari misyon açısından bir önemi yoktur. 

Iraklılar bir yandan ABD'nin diplomatik ve askeri önlemlerle denetimi elinde tutmasını seyrederken diğer yandan diktatör Bremer tarafından dayatılan biçimleri de görüyorlar. Bunlar arasında ABD'nin sanayi ve bankacılığı etkin bir şekilde ele geçirmesi için gerekli olan kararnamelerle (bu arada Britanya'ya da birkaç kırıntı atılacaktır) Irak'ın en az vergilendirilen ülkeler arasında yer almasını sağlayan yüzde 15'lik düz bir vergi oranı gibi şeyler de vardır. Bu vergi oranı ile, sosyal yardımlar ve altyapının yeniden inşası için son derece gereksinim duyulan kaynaklar için beslenen umut yok edilmiştir. Bu planlar Iraklı iş çevreleri tarafından hemen eleştirilmiştir. Bunlar, ekonomiyi yöneten yabancıların yerel acentaları olmayı kabul eden şirketlerin ayakta kalacağı, diğerlerinin ise yok olacakları suçlamasında bulunmuşlardır. Bu ekonomik tarihin çok iyi bilinen bir sonucudur: ekonomik bağımsızlık olmadan kalkınma da muhtemelen sınırlı olacaktır ve politik bağımsızlık yalnızca bir gölgeden öte birşey olamayacaktır. 

Iraklı işçiler, emek eksenli uzun bir militanlık gelenekleri olmasına rağmen çok az sorun yaratacaklardır. İşgalci ordu sendikaları yoketmek üzere eyleme geçmiştir: sendika binalarına girilmiş, sendika liderleri tutuklanmış, Saddam'ın sendika karşıtı yasaları uygulanmış ve şiddetli bir şekilde sendika karşıtı olan ABD'li şirketlere ayrıcalıklar tanınmıştır. Muhtemelen, er ya da geç ABD sendika bürokrasisi ve Ulusal Demokrasi Vakfı devreye girecek, ve her yerde son derece tanıdık olan kasvetli bir tarihi tekerrür ettirerek "demokratik sendikalar kuracaktır". 

Dayatılan ekonomik önlemler de tanıdıktır. Bu önlemler bugün "Üçüncü Dünya" olarak adlandırdığımız şeyin emperyal güç ile yaratılmasında büyük rol oynamıştır. Bu arada İngiltere, eski beyaz sömürgeleri ile Batı Avrupa güçlü bir devlete ve devletin ekonomiye canalıcı müdahalelerine bel bağlayarak tamamen değişik bir rota izlemişlerdir. Bu hala geçerlidir, en çok da ABD'de. Aynı şey, Japonya ile Güney'in sömürgeleştirilmeye direnen ve gelişen ülkeleri için de doğrudur. 

Iraklıların çeşitli "anayasal kurgularla" önerilen sözde bir egemenlik öngören mesihvari vizyona boyun eğip eğmeyecekleri cevabı şu an belli olmayan bir sorudur. Ancak ayrıcalıklı Avrupalılar ve Amerikalılar için çok daha yerinde bir soru var: hükümetlerinin geleneksel nüfuz ve etki alanlarındaki diğer yerlerde olduğu gibi, "baş idealist" Wolfowitz tarzında "demokrasi yetiştirmesine" izin verecekler mi? Aslında kısmen bir yanıt verdiler: Iraklıların geleneksel "anayasal kurguları" ısrarla reddetmeleri, biraz da NewYork Times'ın "ikinci süpergüç" olarak nitelediği dünya kamuoyunun da yardımıyla Washington'u adım adım geri çekilmesini sağladı. New York Times dünya kamuoyuna ilişkin bu nitelemeyi, 2003 yılı Şubat ayı ortalarında Avrupa ve eski beyaz sömürgelerinin tarihinde ilke defa daha resmi olarak başlamadan bir savaşa karşı yapılan kitlesel protestoları anlatmak için kullanmıştı. İşte bu bir fark yaratır. Örneğin Felluce problemi 1960'larda ortaya çıksaydı B-52'lerle **** ve karada yürütülen kitle kıyım operasyonları ile halledilirdi. Bugün daha uygarlaşmış bir toplum bu türden önlemlere izin vermez ve geleneksel kurbanların gerçek bağımsızlık kazanmaları için en azından bir alan temin eder. Bush yönetiminin başlangıçtaki savaş planlarını terketmek zorunda kalması bile olasıdır; bu Iraklılar tarafından gayet iyi anlaşılmıştır, ancak işgalcilerin ülkelerinde karanlıkta tutulmaktadır.

Tam da bu noktada sanayi demokrasilerinin doğasına ve geleceğine ilişkin canalıcı bir soru belirmektedir ve bu son derece önemli bir sorudur. Yeryüzündeki türlerin bekası gerçekten de tehlikededir. Ancak bunu başka bir zaman konuşalım.

Notlar:

* Boston (ç.n.)

** Iraq Survey Group (ç.n.)

*** prokonsül: Roma İmparatorluğu'nda bir eyaletteki orduya komutanlık eden ve bölge valisi olarak da görev yapan resmi yetkili (ç.n.)

**** ABD hava kuvvetlerinin envanterinde bulunan uzunmenzilli ağır bombardıman uçağı.