ABD’de olan bitenin dünyanın geri kalanı üzerinde muazzam bir etkisi olduğunu söylemeye bile gerek yok. Bunun tersi de doğru: dünyada olan bitenin çeşitli biçimlerde ABD üzerinde birçok yoldan etkisi olmaması mümkün değil. Birinci olarak, en güçlü devletin bile yapabileceklerine sınır koyuyor. İkinci olarak, Irak işgalinden önceki dev protesto gösterilerinden sonra, New York Times gazetesinin üzüntülü bir şekilde “ikinci süpergüç” olarak nitelendirdiği dünya kamuoyunun ABD içindeki bileşenini etkilemektedir. Bu protestolar kritik öneme sahip tarihsel olaylardı; yalnızca daha önce eşi görülmemiş bir ölçekte olmaları nedeniyle değil, aynı zamanda Avrupa ve onun Kuzey Amerika’daki uzantılarının yüzlerce yıllık tarihi boyunca ilk kez bir savaşın, daha resmi olarak ilan edilmeden kitlesel bir biçimde protesto edilmiş olması nedeniyle de. Karşılaştırma yapmak için 1962’de John F. Kennedy tarafından ilan edilen ve daha başından itibaren vahşi ve barbar bir savaş olan Güney Vietnam’ a karşı savaşı hatırlayabiliriz: bombardıman, yerli direnişine verilen sivil desteği, insanları açlığa mahkum ederek ortadan kaldırmak için ekinleri yok etmek üzere girişilen kimyasal savaş, popüler tabanı yok etmek için milyonlarca kişiyi gayriresmi toplama kamplarına ve şehirlerin varoşlarına sürmek üzere hazırlanan programlar. Protestolar dikkate değer bir boyuta ulaştığında, son derece saygı duyulan şahin Vietnam uzmanı ve askeri tarihçi Bernard Fall “kırsal alan, bu boyutta bir alana şimdiye kadar yöneltilen en büyük askeri aygıtın darbeleri altında kelimenin tam anlamıyla ölmekteyken, bir kültürel ve tarihsel varlık olarak Vietnam’ın yok olmaktan kurtulup kurtulamayacağını” merak ettiğini söylemişti. Burada özellikle ABD saldırısının ana hedefi olan Güney Vietnam sözkonusuydu. Protestolar yıllarca geç kaldıktan sonra sonunda geliştiğinde çoğunlukla tali sayılabilecek suçlara yönelmişti: Güney Vietnam’a karşı yöneltilen savaşın Hindçini’nin geriye kalan bölümlerine yayılması –bu da korkunç bir suçtur ancak daha önemsiz bir suçtur.

O zamandan beri dünyanın ne kadar değiştiğini hatırlamak önemlidir. Bu her zaman olduğu gibi, iyiliksever liderlerin hediyesi ile değil, gelişmekte çok geç kalmış olsa da sonunda etkili olan kararlı popüler mücadele sayesinde olmuştur. Bunun bir sonucu ABD hükümetinin II. Dünya Savaşı sırasında halk desteğinin çok yüksek olduğu zaman yaptığı gibi bir olağanüstü hal ilan edememiş olmasıdır, ki bu olağanüstü hal ekonomi için çok sağlıklı olacaktı. Johnson bir “silah ve ekmek” savaşı vermek zorundaydı, isteksiz halkı ekonomiye zarar vererek satın almalıydı. En sonunda Ocak 1968’deki Tet saldırısında bu savaşın uzun bir süre daha devam edeceği görüldüğünde iş çevreleri savaşa çok pahalı olduğu için karşı çıkmaya başladılar. Hitler’in ekonomi çarı Albert Speer’ın anıları da benzer bir sorunu tasvir etmektedir: Naziler kendi halkına güvenemiyorlardı, dolayısıyla demokratik düşmanları kadar disiplinli bir savaş yürütemiyorlardı. Bu durum da, teknolojik olarak önde olmalarına rağmen savaşın sonucunu ciddi olarak etkileyecekti. Aynı zamanda, ABD seçkinleri 60’ların aktivizmi ile kışkırtılan yükselen bir toplumsal ve politik bilinçten kaygı duyuyordu. Bu bilincin en önemli kısmı Hindçini’ndeki sefil suçlara karşı duyulan tepkiden ve sonunda kabaran popüler öfkeden kaynaklanıyordu. Pentagon belgelerinin son bölümünden Tet saldırısından sonra askeri komutanlığın Başkan’ın daha fazla asker konuşlandırılması çağrısını kabul etmekte çekince gösterdiğini öğreniyoruz. Komutanlık ABD’de “sivil karışıklıkları kontrol edebilecek yeterli gücün bulunup bulunmayacağından” emin olmak istemiş ve giderek artan protestoların “daha önce görülmemiş bir ölçekte bir iç krizi tetikleyebileceğinden” korkmuş. 

Reagan yönetimi –yani mevcut yönetim ya da onların ilk elden akıl hocaları- bağımsız bir halk ayaklanması sorununun üstesinden geldiklerini varsaymış ve göründüğü kadarıyla Orta Amerika’da 1960’ların Kennedy modelini izlemeyi planlamıştı. Ancak beklenmedik bir halk protestosu sonucu geri adım atmışlar ve bunun yerine cani güvenlik güçleri ve muazzam bir uluslararası terör şebekesi tutarak “gizli savaşa” yönelmişlerdi. Sonuçlar korkunçtu, ancak, John Kerry o zamanlar büyük ölçüde yerle bir edilmiş olan Güney’deki Mekong deltasında iken zirveye ulaşan türden kitle imha operasyonları ve B-52 bombardımanları kadar kötü değildi. “Gizli savaşa” karşı bile popüler tepki yeni bir boyut kazandı. Şimdi dünyanın birçok yerinde var olan Orta Amerika ile dayanışma hareketi de Batı dünyası için yeni bir şeydi. 

Devlet yöneticileri böylesi meselelere dikkat etmemezlik edemezler. Yeni seçilen bir başkan rutin olarak dünyanın durumu hakkında bir istihbarat değerlendirmesi talep eder. 1989’da Baba Bush başkanlık koltuğuna oturduğunda bu raporun bir parçası dışarı sızmıştır. Burada “daha zayıf düşmanlara saldırırken” –ki bu tek makül hedeftir- ABD’nin “nihai bir şekilde ve hızla” savaşı kazanması gerektiği uyarısında bulunulmaktadır. Gecikme zaten zayıf olduğu farkedilen “politik desteği kesecektir”. Bu, hiçbir zaman popüler destek bulmayan Hindçini saldırısının uzun yıllar pek de tepki doğurmadığı Kennedy ve Johnson yıllarına göre büyük bir değişikliktir. 

Dünya bugün de oldukça kötüdür, ancak düne göre çok daha iyidir, yalnızca saldırganlığı hoşgörmeye istekli olmadığımız için değil, şimdi zaten öyle olması gerektiğini düşündüğümüz diğer birçok nedenden ötürü de. Buradan çıkartılacak ve her zaman aklımızda ön planda bulundurmamız gereken çok önemli dersler vardır -aynı nedenden ötürü bunlar elit kültür içinde bastırılmışlardır.

Bir an için duralım ve son yüzyılın en kötü suçlarından biri olan Hindçini savaşlarında Kanada’nın rolünü hatırlayalım. Kanada Hindçini için Uluslararası Denetim Komisyonu’nun bir üyesi idi, teorik olarak tarafsızdı, ancak saldırganlar lehine casusluk yapıyordu. Yeni açılan Kanada arşivlerinden öğreniyoruz ki Kanada “ [Kuzey Vietnam’a] karşı ABD silahlı kuvvetlerinin aldığı belli önlemlerden rahatsızlık duyuyordu” ancak “özel bir tür Kuzey Vietnam saldırganlığına karşı“ “ABD politikasının amaçlarını ve hedeflerini destekliyordu”. Vietnam’a karşı bu Vietnam saldırganlığının başarıya ulaşmasına, yalnızca o zaman henüz daha “yok olma” tehlikesi ile yüzyüze olmayan Vietnam içindeki olası sonuçları nedeniyle değil, eğer Vietnam “yaşayan bir kültürel varlık olarak” hayatta kalırsa “diğer sözde kurtuluş savaşlarına” örnek olacağı için de izin verilemezdi. Vietnam içinde ülkenin Amerika’lı koruyucularına karşı yöneltilen bu Vietnam saldırganlığı konseptinin ilginç örnekleri vardır ancak terbiyem bundan sözetmeye izin vermiyor. Bu özellikle çarpıcı bir durumdur çünkü Kuzey Vietnamlıların Güney Vietnam’da olmalarına bir şekilde izin verilmediğini kabul etsek bile, Kanadalı gözlemciler Güney Vietnam’da işgalci ordunun bir parçası olarak, Kuzey Vietnamlılar’dan çok daha fazla ABD paralı askeri olduğunu kuşkusuz biliyordu. ABD paralı askerleri çok daha büyük ABD ordusuyla birlikte Güney Vietnam’ı, ülkenin orta yerinde kitlesel terör operasyonlarıyla “yok etme” ile tehdit ediyorlardı. Bu sırada Kuzey Vietnamlı “saldırganlar” Kuzey Vietnam da bombalanırken çevre bölgelerde, işgalci güçleri sınırlardan çıkarmaya çalışıyorlardı. Pentagon’a göre bu durum Kanada hükümetinin raporlarından sonra da yıllarca değişmedi.

Kanada arşivlerini inceleyen diplomatik tarihçi, arşiv konusu haberleşmeler sırasında, Güney Vietnam’a karşı ülkeyi yerle bir eden saldırı ile ilgili bir rahatsızlık bildirmemiştir. Ünlü devlet adamı Lester Pearson daha da ileri gitmiştir. 1950’lerin başında Avam Kamarasını Vietnam’da Fransızlara karşı Vietnamlılar tarafından yöneltilen “saldırganlığın” “dünya çapındaki komünist saldırganlığın” bir parçası olduğu ve “Hindçini’ndeki Sovyet sömürgeci otoritesinin” Fransa’nın otoritesinden güçlü olduğu yönünde uyarmıştı. O zaman Fransa (ABD’nin de yardımıyla) Hindçini’ndeki eski sömürgelerini yeniden fethetmeye çalışıyordu, bölgede hiçbir Rus yoktu, hatta onları umitsizce aradıktan sonra CIA’nin de teslim ettiği üzere tek bir temas dahi sağlanamamıştı. Emperyal suçlara Perason’ınkinden daha tutkulu bir bağlılık zor bulunur. 

Geçmiş yıllarda daha uygar toplumlar yaratmak yolunda çok önemli ilerlemeleri ve bunun nedenlerini unutmadan günümüze ve şimdi icat edilen emperyal egemenlik nosyonlarına odaklanalım. Halk geçen yıllar boyunca daha uygar oldukça, güç sistemlerinin “büyük şeytanı” (Kurucu Büyükler [[dipnot1]] halkı bu şekilde adlandırmaktadır) denetim altında tutma çabalarında daha aşırıya gitmeleri hiç de şaşırtıcı değildir. Gerçekten de büyük şeytan ürkütücüdür: Temel meselelerde, elit yorumcular yelpazesinin ve seçim arenasının solunda kalan çoğunluk görüşlerine geri döneceğim. Bu görüşler hiç bir şekilde haber olmazlar ki bu da kendi adlarına yapılanlardan hoşnut olmayanlara önemli dersler veren başka bir olgudur.

Bush yönetiminin radikal devletçi aşırıları tarafından icat edilen başkanlık egemenliği kavrayışı o kadar aşırıdır ki, en aklı başında ve saygı duyulan düzen çevrelerinde bile daha önce görülmemiş bir düzeyde eleştiri konusu olmuştur. Bu fikirler Başkan’a basında ılımlı biri olarak tasvir edilen, yeni atanan Başsavcı Alberto Gonzales tarafından iletilmiştir. Bu fikirler Amerikan Sanat ve Bilimler Akademisi dergisinin son sayısında saygın anayasa hukuku profesörü Sanford Levinson tarafından tartışılmıştır. Levinson bu kavrayışın “Kaosta geçerli olan hiçbir norm yoktur” ilkesine dayandığını yazmaktadır. Levinson bu alıntının Nazi döneminde önde gelen Alman hukuk felsefecisi Carl Schmitt’e ait olduğunu söylüyor, ki bu kişiyi de “Bush yönetiminin gerçek akıl hocası” olarak tarif ediyor. Yönetim Gonzales’in tavsiyesi ile “Schmitt’in kendi Führer’ine bahşetmek istediği güce çok yakın bir başkanlık otoritesi görüşü” geliştirmiştir.

Düzenin bağrından böylesi sözler sıkça duyulmaz.

Bu derginin aynı sayısında, önde gelen iki strateji analizcisinin emperyal egemenlik doktrininin merkezi bir bileşeni olarak “askeri gücün biçim değiştirmesi” ile ilgili makalesi de yer alıyor: saldırı amaçlı silahların hızla artması, uzayın askerileştirilmesi –göründüğü kadarıyla Kanada da buna katılıyor- ve tüm dünyayı ani bir imha riski altına sokacak diğer önlemler. Bunlar Rusya’nın ve yakın zamanda da Çin’in beklenen tepkisini ortaya çıkardı. Analizciler ABD programlarının “nihai kıyamete” yol açacağını söylemektedirler. Çin tarafından önderlik edilen bir barışsever devletler koalisyonunun ABD militarizmine ve saldırganlığına karşı durmak üzere biraraya gelmesini umut ettiklerini dile getiriyorlar. Bu tür duyguların aklı başında saygın çevrelerce abartma olarak algılanmadan dile getirildiği bir duruma geldik. Amerikan demokrasisine duyulan inanç o kadar azalmıştır ki bizi nihai kıyamete doğru ilerlemekten kurtarması için Çin’e bakar olduk. Büyük şeytanın bu şekilde küçümsenmesinin haklı bir temeli olup olmadığına karar vermek ikinci süpergücün elindedir.

Gonzales’e geri dönecek olursak, Başkan’a Cenevre sözleşmesini yürürlükten kaldırma yetkisi olduğu yolunda Adalet Bakanlığı’nın vardığı sonucu iletmiştir. Bu sözleşme bu ülkede anayasaya dayanan bir yasadır, modern insani hukukun temelidir. O zamanlar Bush’un hukuk danışmanı olan Gonzales, Cenevre sözleşmesinin yürürlükten kaldırılmasının iyi bir fikir olduğu, çünkü bunun yönetim yetkililerinin Cenevre Sözleşmesi’nin “ağır bir şekilde” ihlal edilmesine idam cezası öngören 1996 tarihli “Savaş Suçları Yasası’nca ülke içinde yargılanmaları tehdidini önemli önemli ölçüde azaltacağı“ tavsiyesinde bulunmuştur.

Bugün gazetelerin manşetlerine baktığımızda adalet Bakanlığı’nın neden Başkan’ın ve danışmanlarının 1996’da Cumhuriyetçi Kongre’de kabul edilen yasa uyarınca -ve ciddiye alındığı takdirde Nuremberg Mahkemesi ilkeleri doğrultusunda- ölüm cezasına çarptırılabileceği konusunda kaygılandığını anlayacaktır.

İki hafta önce New York Times gazetesi Felluce Genel Hastanesi’nin ele geçirilişini anlatan iki sayfalık bir ön sayfa haberi verdi. Burada “Hastaların ve hastane çalışanlarının odalarından silahlı askerler tarafından çıkarılarak yere oturmalarının ya da uzanmalarının emredildiği, bu arada askerlerin ellerini arkalarından bağladığı” haberi veriliyordu. Manzarayı resmeden bir fotoğraf habere eşlik ediyordu. Bu önemli bir başarı olarak lanse ediliyordu. “Saldırı aynı zamanda subayların militanların bir propaganda silahı olarak nitelendirdikleri şeyi de susturmuştu: sivil can kayıplarına ilişkin raporları ile Felluce Genel Hastanesi.” Bu şişirilmiş rakamlar –şişirilmiş çünkü liderimiz öyle olduğunu ilan etti- “ülkede ve bölgede kamuoyunu alevlendiriyor” ve “çatışmanın politik maliyetini arttırıyordu.” Burada “çatışma” kelimesi ABD saldırganlığı için sıkça kullanılan bir aldatmacadır. Aynı sayfalarda ABD’nin şimdi “çatışmanın yerle bir ettiklerini” yeniden inşa etmek durumunda olduğunu okuyoruz: yalnızca “çatışma”, failleri yok, tıpkı fırtına gibi.

“Propaganda silahının susturulması” ile ilgili hikayeye geri dönelim. Cenevre Sözleşmesi de dahil bu konuyla ilgili bazı belgeler vardır. Bu belgede “Tıbbi hizmetlere ait sabit tesisler ve gezici tıbbi birimlere hiç bir koşul altında saldırılmamalıdır, her zaman için çatışmanın tarafları tarafından saygı gösterilmeli ve korunmalıdır.” Dünyanın önde gelen gazetelerinden birinin ilk sayfası politik liderliğin ABD yasaları çerçevesinde ölüm cezasına çarptırılabileceği bir savaş suçunu neşe içinde tasvir ediyor. Ilımlı Başsavcı’nın Başkan’a, ülkenin anayasasına dayanan bir yasayı yürürlükten kaldırmak için Hitler’in baş hukuk danışmanı tarafından düşünülen başkanlık egemenliği konseptini benimseyerek, Adalet Bakanlığı tarafından tertip edilen anayasal otoritesini kullanması tavsiyesinde bulunmasına şaşmamak gerek. Unutmayalım ki anayasa hukuku konusundaki saygın muhafazakar bir otorite, belki de ülkenin en saygın ve en aklı başında dergisinde yazdığı yazıda Hitler’in danışmanını “Bush yönetiminin gerçek akıl hocası” olarak nitelendirmişti.

Yine dünyanın en büyük gazetesi bize ABD askeri birliklerinin “şehrin büyük kısmını dumanlar tüten bir enkaz haline getirerek” “tüm amaçlarına öngörülen tarihlerden önce ulaştığını” söylüyor. Ancak bu tam bir başarı değil. Caddelerde ya da saklandıkları deliklerde ölen “farelere” ilişkin çok az delil var, ki bu da “henüz çözülemeyen bir sır”. İliştirilmiş gazeteciler ölü bir kadının cesetini bulmuşlar ama bunun “Iraklı mı yoksa yabancı mı olduğu belli değilmiş”; belli ki akıllarına gelen tek soru bu.

Bir manşet haberi bir Deniz Piyadesi komutanının şöyle söylediğini yazıyor: “Bu tarih kitaplarına geçecek bir şey.” Belki de gerçekten de geçmeli. Eğer geçerse, tarihin hangi sayfasında yer alacağını, ve hemen yanında, buna alkış tutan, hatta müsamaha gösterenlerle birlikte kimin yer alacağını da biliyoruz. En azından dürüstlüğümüzü koruyabilirsek bunu biliriz.

İlk elde akla gelenlerden bahsedelim: Örneğin 10 yıl önce, yaklaşık aynı büyüklükte bir şehir olan Grozni’nin Ruslar tarafından yıkılması. Ya da Batı’da hemen herkes tarafından “soykırım” olarak tanımlanan Srebrenica. Bu örnekte, Danimarka hükümetinin raporlarından ve başka kaynaklardan, Sırp bölgesinde yeterince korunmayan bir müslüman bölgesi olan Srebrenica’nın Sırp köylerine yöneltilen saldırılar için bir üs olarak kullanıldığını öğreniyoruz. Beklenen tepki gerçekleştiğinde bu çok korkunç oldu. Sırplar askerlik çağına gelmiş erkekler dışındaki herkesi dışarı sürdüler sonra da kalanları öldürmek için şehre girdiler. Felluce’de farklılar var. Srebrenica’da kadınlar ve çocukların üzerine bomba yağdırılmamıştır, kamyonlarla dışarı taşınmışlardır, ve Felluce’de olduğu gibi farelerin cesetlerini dahi toz duman etmek için aşırı bir çaba da harcanmamıştır. Diğer farklılıklar da vardır ve bunları söylemezsek Sırplara haksızlık etmiş oluruz.

Tüm bunların konu ile ilgisiz olduğu iddia edilebilir. Nuremberg Mahkemesi BM Tüzüğü’nü aynen tekrarlayarak saldırgan savaşın “tüm savaş suçlarının kötülüklerini içerdiği için, diğer tüm savaş suçlarından farklı olarak en büyük uluslararası suç” olduğunu ilan etmiştir. Felluce ve Ebu Gıreyb’deki suçlar, işgalden beri çocuklar arasında yetersiz beslenmenin ikiye katlanması (şimdi Haiti ve Uganda’dan çok daha fazla, Burundi seviyesindedir) ve diğer tüm zalimlikler savaş suçlarıdır. En büyük savaş suçunun işlenmesinde rolü olanlar –örneğin Alman Dışişleri Bakanı- asılarak idama mahkum edilmişlerdir. Tokyo Mahkemesi çok daha sert idi. Bu konuda Kanadalı uluslararası hukukçu Michael Mandel’in, güçlü olanların nasıl kendilerini uluslararası hukuktan muaf tuttuklarını ikna edici bir şekilde ayrıntısı ile anlattığı çok önemli bir kitabı vardır.

Gerçekte Nuremberg Mahkemeleri bu ilkeyi kurmuştur. Nazi suçlularını adalet önüne getirmek için “savaş suçları” ve “insanlığa karşı suç” kavramlarını icat etmek gerekmiştir. Bunun nasıl yapıldığı savcılık makamının baş danışmanı, seçkin bir uluslararası hukukçu ve tarihçi olan Telford Taylor tarafından açıklanmıştı

İkinci Dünya Savaşı’nda savaşan her iki taraf da yerleşim alanlarının yok edilmesi oyununu oynadığı için –aslında Müttefikler bu konuda çok daha başarılı idiler- Almanlar’a ve Japonlar’a suç isnat etmek için bir temel yoktu, gerçekten de bu konuda bir suç isnat edilmemiştir. Hava bombardımanı Miğfer devletleri tarafından olduğu kadar Müttefikler tarafından da öylesine kapsamlı bir şekilde ve insafsızca kullanılmıştır ki ne Nüremberg’de ne de Tokyo’da bu mesele mahkemelerin bir parçası haline gelmemiştir. 

“Suç”un yürürlükte olan tanımı şudur: “Suç sizin yaptıklarınız ama bizim yapmadıklarımızdır.” Gerçeği bir kez daha vurgulamak için belirtelim ki, Nazi savaş suçlarında savunma, aynı suçu ABD’lilerin de işlediğini gösterdiği durumda suçlama düşmüştür. 

Taylor “düşmanı –özellikle de yenilmiş düşmanı-, kanunu uygulayan ulusun da işlediği suçlar nedeniyle yargılamak o kadar adaletsiz olacaktı ki, bu durum kanunlarının güvenirliğini de sarsacaktı” sonucuna varıyor. Bu doğrudur, ancak yürürlükteki tanım da, kanunların ve daha sonra yapılan mahkemelerin güvenirliğini sarsmaktadır. Taylor bu arkaplan bilgiyi ABD’nin Vietnam’ı bombalamasının neden bir savaş suçu olmadığını açıklamak için veriyor. Argümanları anlaşılabilir, ancak bu yasaların güvenirliğini daha da sarsmaktadır. Şimdi Uluslararası Adalet Divanı tarafından görülen Yugoslavya davası örneğinde olduğu gibi, daha sonraları yapılan bazı adli soruşturmalar, bu soruşturmalardan sonra yapılan mahkemelerle birlikte belki de çok daha aşırı bir şekilde güvenirliğini yitirmiştir. ABD bu durumda kendisinin mahkemenin yetki alanında olmadığı argümanına dayanarak doğru bir şekilde yargılanmaktan muaf olmuştur. Bunun nedeni, ABD’nin 40 yıl sonra en sonunda Soykırım Sözleşmesini, bunun Birleşik Devletler’de uygulanamayacağı şerhi ile imzalamış olmasıdır. 

Adalet Bakanlığı hukukçularının Başkan’ın işgence yapılması için yetki vermeye hakkı olduğunu gösterme çabaları üzerine yaptığı öfkeli bir yorumda Yale Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Howard Koh “Başkanın işgenceye izin vermek için anayasal bir gücü olduğu nosyonu, kendisinin soykırım yapmak için anayasal gücü olduğunu söylemek gibidir.” Başkan’ın hukuk danışmanı ve yeni başsavcısı Başkan’ın gerçekte böyle bir hakkı olduğunu söylemekte hiç de zorlanmayacaktır –tabii eğer ikinci süpergüç izin verirse.

Kendini muaf tutma kutsal doktrini Saddam Hüseyin’in mahkemesinde de uygulanacaktır, tabii bu mahkeme yapılacak olursa. Bush, Blair ve diğer saygıdeğer kişiler Saddam Hüseyin’in korkunç suçları için dövündüklerinde her zaman cürretli bir şekilde şu kelimeleri atlamışlardır: “bizim yardımımızla, çünkü umrumuzda değildi.” Kuşkusuz ki hiç bir mahkemenin Kennedy’den günümüze ABD başkanlarının Fransız başkanları, Britanya başbakanları ve Batılı iş çevreleri ile birlikte, şu anda yüksek makamları işgal edenler ve onların akıl hocaları da dahil Saddam’ın suçlarında, hem de bazen korkunç biçimlerde suçortaklığı bulunduğu gerçeğine işaret etmesine izin verilmeyecektir. Saddam mahkemesini kurarken Dışişleri Bakanlığı ABD’li hukuk uzmanı Prof. Şerif Bassiyuni’ye danışmıştır. Bu şahsın da yakın bir zamanda şunu söylediği aktarılmıştır: “Yargı meciinin bağımsız değil denetim altında olduğu bir mahkeme olması için her türlü çaba gösterilmiştir. Denetim altında derken mahkemeyi politik olarak manipüle edenlerin, ABD’nin ve diğer batılı güçlerin dava konusu edilmediğinden emin olmaları gerekliliğini kastediyorum. Bu mahkemeyi galibin intikamı haline getirecektir: Mahkemeyi belli bir hedefe yönelik, seçilmiş ve adaletsiz kılacaktır. Bu bir hiledir.” Bunu söylemeye bile gerek yok.

ABD-Britanya saldırganlığının bahanesi “beklenen bir saldırıya karşı özsavunma” hakkı olarak adlandırılan şeydir. Bugün bu bazen “önalıcı savaş” olarak adlandırılmaktadır, ki bu da kavramın anlamını kökten bir şekilde çarpıtılmasıdır. Beklenen bir saldırıya karşı özsavunma hakkı, Bush yönetimi tarafından Eylül 2002 tarihinde hazırlanan ve Washington’un küresel hakimiyetine karşı yönelen meydan okumaları ortadan kaldırmak üzere kuvvete başvurmaya hakkı olduğunu ilan eden Ulusal Güvenlik Stratejisi (UGS) ile birlikte resmi olarak onaylanmıştır. UGS dış politika seçkinleri arasında yaygın bir şekilde eleştirilmiştir. Eleştiriler Foreign Affairs dergisinde çıkan ve “yeni emperyal büyük stratejinin” gerçekte çok tehlikeli olabileceği uyarısında bulunan bir yazı ile başlamıştır. Eleştiri daha önce görülmemiş bir seviyede, ancak dar bir zeminde devam etmiştir: doktrinin kendisi yanlış değildi ancak takdim tarzı ve usulü yanlış bulunmuştur. Clinton’ın Dışişleri Bakanı Madeleine Albright eleştiriyi yine Foreign Affairs dergisinde doğru bir şekilde özetlemiştir. Her başkanın cebinde böyle bir doktrini olduğunu ancak bunu insanların yüzüne çarpmanın ve müttefikleri bile kızdıracak bir şekilde uygulamanın aptalca olduğuna işaret etmiştir. Bu ABD çıkarlarına aykırıdır, dolayısıyla yanlıştır.

Albright tabii ki Clinton’ın da benzer bir doktrini olduğunu biliyordu. “kilit önemdeki piyasalara, enerji kaynaklarına ve stratejik kaynaklara sınırsız erişimini garanti altına almak” için Bush ve Blair’in öne sürdüğü bahanelere bile başvurmadan “tek yanlı olarak askeri güç kullanma” hakkı olduğunu savunuyordu. Kelimesi kelimesine alındığında Clinton doktrini Bush’un UGS’sinden daha da yayılmacıdır. Ancak daha yayılmacı olan Clinton doktrini haber konusu bile olmamıştır. Doğru bir tarzda takdim edilmiş ve daha az arsızca uygulanmıştır.

Henry Kissenger 17. yy. Westphalia sistemi ile kurulan uluslararası düzenin, ve tabii ki BM Tüzüğü’nün ve uluslararası hukukun altını oyan bu doktrini “devrimci” olarak nitelemektedir. Kissenger, doktrini onaylamakta, ancak tarz ve taktikler konusunda çekincelerini saklı tutmakta ve çok önemli bir şart koymaktadır: bu her ulus için geçerli “evrensel bir ilke” olamaz. Saldırma hakkı yalnızca ABD’ye saklı olmalı ve belki de seçilmiş birkaç müttefikine devredilmelidir. Kendimize de diğerlerine uyguladığımız standartları, eğer ciddi isek bunlardan daha sıkı standartları uygulamamız gerektiğini söyleyen Evrensellik ilkesini kuvvetli bir biçimde reddetmeliyiz. Genellikle erdemli niyetler ve dolambaçlı kuralcılıklara dayalı sanatlarla gizlenen hakim doktrini açıksözlü bir şekilde anlatmaktaki dürüstlüğü nedeniyle Kissenger’ı kutlamalıyız. Ve eğitimli okur kitlesini de çok iyi anlamaktadır. Kuşkusuz beklediği gibi hiç bir tepki almamıştır. 

Okur kitlesini kavrama gücü, Kissenger ile Nixon’ın yaptığı konuşmaların kayıtları geçen Mayıs ayında Kissenger’ın şiddetli itirazına rağmen yayınlandığında bir kez daha daha dramatik bir şekilde kendini göstermişti. Dünyanın önde gelen gazetesinde bir rapor yer aldı. Bu raporda Kissenger’ın Başkan Nixon’dan alıp askeri konutanlara ilettiği Kamboçya’nın bombalanması emri yer alıyordu. Bu Kissenger’ın kelimeleri ile “uçan herşeyin hareket eden herşeyi bombaladığı kitlesel bir bombardıman harekatı” idi. Bu korkunç savaş suçlarının işlenmesi için yapılan az bulunan türden düpedüz , son derece açık bir çağrıdır. Bu suçları başkaları işlediği takdirde bunu “soykırım” olarak adlandırmakta tereddüt etmeyeceğiz. Belki de az bulunan türden de öte bir şey; arşiv kayıtlarında buna benzer birşey daha olup olmadığını görmek ilginç olur. Bunun yayınlanması Dekan Koh’u yalanlayacak bir şekilde hiç bir tepki uyandırmadı. Göründüğü kadarıyla seçkin kültürde Başkan’ın ve Ulusal Güvenlik Danışmanı’nın soykırım emri verme hakkı olduğu verili kabul edilmektedir.

Miloseviç Mahkemesi’nde savcılık makamının buna azıcık benzer bir delil bulduğunda gelecek tepkileri bir düşünün. Zevkten dört köşe olacaklardır, mahkeme sona erecektir. Miloseviç birçok kere ömürboyu hapis cezasına, eğer mahkeme ABD yasalarına göre yapılsaydı ölüm cezasına çarptırılacaktır. Ancak bu onlar için geçerli bizim için değil. Aradaki ayrım gerçekte oldukça genel bir şekilde tarih boyunca Batı’da seçkin kültürün merkezi bir ilkesi olmuştur.

Evrenselllik ilkesi ahlaki doğruluğun en temel ilkelerinden birisidir. Bu ilke “Adil Savaş teorisinin” ve gerçekte küçümsenmeyi haketmeyen her sistemin temelidir. Bu türden ahlaki doğrulukların reddedilmesi entellektüel kültürde öğlesine derin kök salmıştır ki görülmeleri çok zordur. Bunun ne kadar derin bir şekilde yerleştiğini göstermek için tekrar ABD’de olağan marjinaller dışında politik yelpazenin neredeyse tümü ve her iki politik parti tarafından da meşru olarak benimsenen “beklenen saldırıya karşı özsavunma” ilkesine geri dönelim. Bu ilkenin hemen ilk elde ulaşılan bazı çıkarımları vardır. Eğer ABD’nin “beklenen saldırıya karşı özsavunma” yapmaya hakkı varsa tabii ki Küba’nın, Nikaragua’nın ve bazı diğer devletlerin de ABD’nin kendilerine yöneltilen çok ciddi terörist saldırılarda parmağı olduğu için ABD içinde terörist eylemlere girişmeye hakkı vardır. Bu durum kusursuz kaynaklar tarafından belgelenmiş ve Nikaragua örneğinde Adalet Divanı ve Güvenlik Konseyi tarafından da kınanmıştır (iki karar ABD tarafından veto edilirken Britanya sadık bir şekilde çekimser kalmıştır). Küba ve Nikaragua’nın diğerleri ile birlikte ABD’de terörist zalimliklere girişme hakkı olduğu sonucuna varmak kesinlikle büyük bir mantıksızlıktır, ve kimse tarafından savunulmamaktadır. Ancak ahlaki doğruluklardan kendimizi muaf tutmaya karar vermemiz nedeniyle kimsenin bu mantıksız sonuca ulaşmasından korkmuyoruz. 

Daha da mantıksız sonuçlara ulaşılabilir. Örneğin bugün hiçkimse Emperyal Japonya’nın faşist liderlerini överek Pearl Harbour gününü kutlamıyor. Ancak bizim standartlarımıza göre Hawaii ve Filipinlerdeki ABD kolonilerinde bulunan askeri üslerin bombalanması oldukça zararsız görünüyor. Japon liderler B-17 Uçan Kaleler’in Boeing üretim hatlarından çıktığını biliyorlardı ve ABD’nin Hawaii ve Filipinlerdeki üslerinden havalanan bu uçakların bir yok etme savaşında Japonya’nın ahşap şehirlerini nasıl yakıp yok edeceği yolunda kamuoyunda yapılan tartışmalardan haberdardılar. Emekli havacı general Chennault’nun 1940’da önerdiği gibi karınca sürülerininin üzerine yangın bombaları yağdırarak İmparatorluğun endüstriyel merkezini yakıp yıkmak” önerisi Başkan Roosevelt’i sevince boğmuştu. Bu beklenen bir saldırıya karşı özsavunma içinBush, Blair ve onların yardımcılarının uydurduğu nedenlerden çok daha güçlü bir gerekçe oluşturuyordu ve bu gerekçe taktik icabı koyulan şerhler olsa da anaakım aydın kamuoyunda kabul görmüştü.

Bereket versin ki, birkez daha temel ahlaki doğrulukların ilkeli bir şekilde reddedilmesi sayesinde politik olarak doğru olmayan bu türden sonuçlara varmaktan kendimizi koruduk.

Örnekler neredeyse sonsuza dek uzatılabilir. Son bir örnek vermek gerekirse, Irak’ın ABD ve Britanya tarafından işgal edilmesinden önceki NATO saldırganlığına bakalım: 1999’da Sırbistan’ın NATO tarafından bombalanması. Bu saldırganlığın gerekçesi olarak hiç bir diplomatik seçenek olmadığı ve soykırımı durdurmak için bu bombardımanın gerekli olduğu söylendi. Bu iddiaları değerlendirmek hiç de zor değildir.

Diplomatik seçenekler için şu söylenebilir: masada biri NATO’nun öteki de Sırplar’ın olmak üzere iki öneri vardı ve 78 gün süren bir bombardımandan sonra bunlar arasında bir uzlaşmaya varıldı; en azından biçimsel olarak, çünkü NATO tarafından bunun altı hemen oyuldu. Tüm bunlar, çok sınırlı bir şekilde haber edildiği ölçüde kabul edilmeyen tarihin tozuna karıştı.

Ya süregiden soykırım için ne söylenebilir? Bu terim NATO savaşa hazırlanırken basında yüzlerce kez kullanıldı. Bunu araştırmak çok kolay. Bombardımanı haklı göstermek için Dışişleri Bakanlığı tarafından hazırlanan iki büyük belge çalışması ile birlikte NATO-OSCE ve diğer batılı kaynaklar tarafından hazırlanan kapsamlı belge kayıtları ve Britanya parlamentosu tarafından yapılan ayrıntılı bir soruşturmaya bakılabilir. Hepsi de şu temel gerçekler konusunda anlaşmaktadır: zalimlikler bombardımanı takip eden günlerde gerçekleşmiştir, bombardımanın nedeni değillerdir. Dahası, General Wesley Clark’ın hemen basına verdiği bilgilerden öğrendiğimiz ve daha sonra anılarında da doğrulandığı üzere bu durum NATO karargahı tarafından da öngörülmüştü. ABD ve Britanya’nın sağladığı istihbarata dayanan ve bombardıman sırasında hazırlanan –ve kuşkusuz ki tüm inkarlara rağmen bir propaganda silahı olan- Miloseviç iddianamesi de aynı sonuca varmaktadır: tüm suçlamalar bombardıman sonrası döneme aittir. Bu tip can sıkıcı şeyler ile gayet kolay bir şekilde başa çıkılmaktadır: Batı kaynaklı belgeler medyada hatta akademik çalışmalarda çoğunlukla silinmektedir, kronoloji düzenli olarak tersine çevrilmektedir, böylece bombardımanın beklenen sonuçları nedeni haline dönüştürülmektedir. Bu iğrenç hikayeyi başka yerlerde anlattım, burada atlıyorum.

Gerçekte bombardımandan önce yapılan zalimlikler vardı, Batı kaynaklarına göre 1999 yılının Mart ayındaki bombardımandan önce 2000 kişi öldürülmüştü. Koalisyonun en şahin ögelerinden biri olan Britanya güçler dengesi gözönüne alındığında inanması zor olan şu şaşırtıcı iddiayı içtenlikle ortaya atmaktadır: Ocak 1999’a kadar cinayetlerin çoğu, daha sonra Batı’da propaganda amacıyla kullanılabilecek bir Sırp tepkisini kışkırtmak umuduyla sınır boyunda sivillere ve askerlere saldıran Arnavut KLA gerillaları tarafından işlenmiştir ve göründüğü kadarıyla bu, son aylarda CIA’nin desteği ile yapılmıştır. Batılı kaynaklar bombardıman ilan edilene kadar herhangi bir önemli değişiklik kaydetmemişlerdir ve Mart ayındaki bombardımandan önce de gözlemciler geri çekilmiştir. Olağandışı bir zenginlik arzeden belgesel kayıtlara değinen birkaç akademik çalışmadan birinde Nicholas Wheeler bu 2000 kişiden 500’ünün Sırplar tarafından öldürüldüğü sonucuna varmaktadır. NATO bombardımanı olmasaydı daha kötü Sırp zalimlikleri olacaktı gerekçesi ile bombardımanı desteklemektedir, ancak gerçekte NATO bombardmanı beklenen suçlara yol açmıştır. Bu en ciddi akademik çalışmadır. Basın ve akademisyenlerin çoğu Batılı belgeleri görmezden gelip kronolojiyi terine çevirerek daha basit olan yolu seçmiştir. Bu etkileyici bir performanstır, aynı zamanda en azından ülkeleri hakkında kaygılananlar için öğretici de olmaktadır.

Devam etmek çok kolay. Ancak tatsız bir şekilde tutarlı olan tarihsel kayıtlar kritik bir soruyu yanıtsız bırakmaktadır: “büyük şeytan”, yani ikinci süpergücün ABD bileşeni nasıl tepki gösterecek?

Geleneksel yanıt George Bush’un ikinci kez başkan seçilmesinin de gösterdiği gibi halkın tüm bunları onayladığı şeklindedir.

Her aday seçmen oylarının yaklaşık 0’unu kazanmıştır. Bush biraz daha fazla almıştır, Kerry biraz daha az. Genel oy verme kalıpları –ayrıntılar henüz elimizde yok- 2000 seçimlerine yakındır; geleneksel metafora başvuracak olursak “kırmızı” ve “mavi” eyaletler aynıdır. Oylardaki yüzde birkaç puan kayma Beyaz Saray’da Kerry’nin oturması anlamına gelebilirdi. Hiçbir sonuç bize ülkenin hatta seçmenlerin ruh hali hakkında önemli birşey söylememektedir. Önemli meseleler her zaman ya seçim kampanyasının dışında tutulur ya da hiç kimsenin anlayamayacağı bir muğlaklıkla takdim edilir.

Politik kampanyaların diş macunu ya da araba satan kişilerce düzenlendiğini akılda tutmak önemlidir. Normal faaliyetlerinde mesleki kaygıları bilgi sağlamak değildir. Amaçları daha ziyade aldarmaktır. Görevleri, bilgilenmiş müşterilerin rasyonel seçimler yaptıkları piyasa konseptinin (“girişimci inisiyatiflere” ilişkin hikayeler de en az bu kadar hayal ürünüdür) altını oymaktır. Müşteriler imajlar yoluyla aldatılmaktadır. Aldatmaya yönelik aynı ısrar ve benzer teknikler aday pazarlamaya sıra geldiğinde de hakim olmakta ve demokrasinin altını oymaktadır.

Bu bir sır değildir. Şirketler her yıl reklam için milyarlarca doları halkı gerçekler hakkında bilgilendirmek için harcamıyorlar –örneğin bilgilenmiş müşterilerin rasyonel seçimler yaptıkları hayali bir piyasada olacağı gibi önümüzdeki yılın arabalarının özelliklerini sıralamıyorlar. Güvene dayalı bu doktrini savunmak basit ve ucuz olacaktır. Ancak aldatmak çok daha pahalı bir iştir: arabayı seksi bir aktrisle ya da bir spor kahramanı ile sunmak, ya da dik bir yamaca tırmanırken gösteren karmaşık resimler kullanmak, ya da müşteriyi bir rakip tarafından üretilen neredeyse tamamen aynı bir araba yerine bu arabayı almak konusunda aldatabilecek bir imaj üretmek için başka bir yol bulmak. Aynı şey, aynı halka ilişkiler endüstrisi tarafından yürütülen seçimler için de doğrudur. Amaç imaj üretmek ve halkı bunları kabul etmesi için aldatmak, bu arada temel meseleleri bir yana bırakmak –ki bunu yapmak için çok iyi nedenleri var, buna daha sonra geri döneceğim.

Halk bu şovun doğasını kavramış görünüyor. 2000 seçimlerinden hemen önce halkın u’i, zengin destekçiler, parti yöneticileri, ve temel meseleleri gizleyen ama oy kazandırabilecek imajlar üretmek için eğitilen adaylar arasında oynanan bu oyunu oldukça anlamsız bulduğunu söylemiştir. “Çalınmış seçimin” seçkinler arasında bir kaygı yaratırken halkın pek de ilgisini çekmemesinin nedeni büyük olasılıkla bu olsa gerek. Eğer seçimler kralı seçmek için yazı tura atmaktan daha fazla öneme sahip değilse paranın hileli olması kimin umurunda? 2004 seçimlerinin hemen öncesinde seçmenlerin yaklaşık ’u, Bush’a oy verenlerin %6’sı Kerry’ye oy verenlerin ’ü, seçimlerinin adayların “gündemlerine/fikirlerine/politik ilke ve politikalarına/amaçlarına” dayanacağını söyledi. Diğerleri seçimi halkla ilişkiler endüstrisinin “nitelikler” ve “değerler” dediği şeylere dayanıyordu. Aday bir bara gittiğinizde tanışmak isteyeceğiniz türden bir adam, sizi gerçekten önemseyen ve tıpkı sizin gibi olan güçlü bir lider imajı çizebiliyor mu? Bush’un aydınların dalga geçmekten hoşlanacağı türden aptalca dil sürçmeleri söylemek için dikkatli bir şekilde eğitildiğini öğrenmek hiç de şaşırtıcı olmayacaktır. Bu da, kendisi için inşa edilen çiftlik ve harbi davranışlarından daha gerçek değildir. Bununla birlikte Bush’u Yale’den mezun olup da zengin ve güçlü olanlarla ilişkileri sayesinde kendisi de zengin ve güçlü olmuş şımarık bir çocuk olarak takdim etmek pek işe yaramayacaktır. Yaratılan imaj tıpkı bizler gibi sıradan biri olan, bizi koruyabilecek olan, ve “ahlaki değerlerimizi”, en azından madalyalarını haksız yere kazanmakla suçlanan sörfçü bir ördek avcısından daha fazla paylaşan bir imaj olmalıdır. 

Bush temel kaygılarının “ahlaki değerler” ve “terörizm” olduğunu söyleyen seçmenlerin çoğunluğunun oyunu kazandı. Seçimin ertesi günü iş dünyasına hitap eden basının sayfalarında şirketlerin yönetim kurulu toplantı odalarındaki coşkuyu anlatan yazıları okuyunca yönetimin sahip olduğu ahlaki değerler hakkında bilmemiz gereken herşeyi öğreniyoruz –tabii ki şirket CEO’ları [[dipnot2]] eşcinsel evliliklere karşı oldukları için değil. Ya da Bush’un planlamacıları tarafından güç ve zenginliğe kendilerini adamış bir şekilde hizmet ederlerken çocuklarımıza ve torunlarımıza transfer ettiği çok ciddi ve pek de gizlenemeyen finansal maliyetler, çevre yıkımı ve belki de “nihai kıyamet” gibi maliyetlere baktığımızda da ahlaki değerler hakkında çok şey öğreniyoruz. Bunlar açık ve seçik ahlaki değerlerdir.

Bush’un planlamacıları, “terörizme karşı savunmaya” bu kadar kararlı olduklarını belki de en dramatik bir biçimde kendi haberalma servisleri tarafından da öngörülen bir biçimde terör tehdidini arttırmaya karar vererek göstermişlerdir. Amerikalılara yönelik terörist saldırılardan hoşlandıkları için değil, bunun dünyanın enerji kaynaklarının tam ortasında güvenli askeri üsler kurmak ile kıyaslandığında kendileri için düşük öncelikli bir şey olmasından. Bu enerji kaynakları II. Dünya Savaşından beri “dünyanın en önemli stratejik alanı” ve “muazzam bir stratejik güç kaynağı ve dünya tarihindeki en büyük maddi ödüllerden birisi” olarak görülmektedir. Petrol endüstrinin önde gelen bir kişiliğinin sözleriyle “en açgüzlü insanların bile hayallerini aşan karların” doğru yöne, yani ABD enerji şirketlerine, ABD Hazinesi’ne, yüksek teknolojili askerileşmiş endüstriye ve büyük inşaat firmalarına akması kritik önemdedir. Bundan daha da önemlisi muazzam stratejik güçtür. Musluğun başını tutmak George Kennan’ın 50 yıl önce söylediği gibi rakipler üzerinde bir “veto gücü” sağlamaktadır. Zbigniew Brzezinski yakın zamanda Irak’ı denetlemenin ABD’ye Avrupa ve Asya ekonomileri üzerinde “kritik bir manivela gücü” sağladığını yazmıştır ki bu da II. Dünya Savaşı’ndan beri ABD’li planlamacıların temel kaygılarından biridir.

Rakipler, 30 yıl önce “Avrupa Yılı” konuşmasında Kissenger tarafından kendilerine verilen talimat doürultusunda ABD tarafından yönetilen “genel düzen çerçevesinde” kendi “bölgesel sorumluluklarını” yerine getirmelidirler. Bu, büyük rakiplerin bağımsız bir yörüngeye girmeye hatta birlik oluşturmaya başladıkları günümüzde çok daha önemlidir. AB ve Çin 2004 yılında birbirlerinin en büyük ticari ortağı olmuşlardır ve bu bağlar dünyanın ikinci büyük ekonomisi Japonya’yı da içine alacak biçimde sıkılaşmaktadır. Petrol kaynakları üzerindeki kritik manivela son 30 yıldır gelişmekte olan üç kutuplu dünyanın denetimi için daha önemli hale gelmiştir. Bununla karşılaştırıldığında terörizm tehditi dehşet verici olduğu bilinse de küçük bir faktördür. 1980’lerde ABD ve müttefikleri tarafından organize edilen Mücahit terörün Kitle İmha Silahları (KİS) ile er ya da geç biraraya geleceği ve bunun korkunç sonuçları olacaği 11 Eylül’den çok daha önce biliniyordu.

Dünyanın tahmin edilen tüm petrol kaynaklarının üçte ikisini oluşturan Ortadoğu petrolü ile ilgili can alıcı meselenin bu kaynaklara erişim değil onların denetimi olduğuna dikkat edilmelidir. Ortadoğu’ya ilişkin ABD politikaları ABD petrol ihracatçısı bir ülke olduğu zaman da aynıydı ve ABD haberalma kaynaklarının öngörüleri doğrultusunda daha istikrarlı Atlantik Havzası kaynaklarına güvendiği bugün de aynı kalacaktır. Bu Atlantik Havzası kaynakları arasında NAFTA içinde kendi kaynakları üzerindeki denetimi kaybeden Kanada’daki petrol kaynakları da vardır. ABD yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelse bile politikalar aynı kalacaktır. “Muazzam stratejik güç kaynağı” üzerinde denetimi sağlamak ve “en açgözlü insanların bile hayal edemeyeceği karları” kazanma gereksinimi aynı kalacaktır. Orta Asya ve boru hatları ile ilgili dönen dolaplar da aynı kaygıları yansıtmaktadır.

Önceliklerin bu şekilde sıralandığına dair başka bir çok örnek de vardır. Yalnızca birinden bahsedecek olursak Hazine Bakanlığı’nın kuşkulu finansal transferleri araştırmakla görevlendirilen bir ofisi vardır (OFAC: Office of Foreign Assets Control, Yabancı Malvarlıklarını Denetleme Ofisi) ve bu, “teröre karşı savaşın” çok önemli bir bileşenidir. OFAC’ın 120 çalışanı vardır. Nisan ayında Beyaz Saray, Kongre’ye, bu kurumun dört çalışanının Osama bin Laden ve Saddam Hüseyin’in varlıklarını araştırmakla görevlendirildiğini, buna karşılık iki düzine çalışanın Küba’ya ambargonun uygulamasını denetlemeye atandığını bildirmiştir, ki bu ambargo konuyla ilgili her uluslarararası kuruluş tarafından, hatta genellikle itaatkar olan Amerika Devletleri Örgütü tarafından bile yasadışı ilan edilmiştir. OFAC Kongre’ye şu bilgileri vermiştir: 1990’dan 2003’e kadar terörizmle ilgili 93 adet soruşturma yapılmış ve bunların sonucunda 9000 dolar ceza kesilmiştir; oysa Küba ile ilgili 11,000 adet soruşturma yapılmış ve 8 milyon dolar ceza kesilmiştir. Bu durum, şimdi Bush yönetiminin -ve öncellerinin- diğer öncelikler yararına teröre karşı savaşı ikinci plana itip itmediği üzerinde düşünüp taşınanlar arasında hiç bir ilgi uyandırmamıştır.

Neden Hazine Bakanlığı Küba’yı boğmaya teröre karşı savaştan çok daha fazla enerji harcıyor? ABD istisnai bir açık toplumdur, dolayısıyla devlet planlaması hakkında oldukça fazla miktarda bilgi edinebiliriz. Temel nedenler, terör operasyonlarını en yüksek önceliği olarak yürüten Robert Kennedy’nin biografisini yazan tarihçi ve Kennedy’nin sırdaşı Arthur Schlesinger’in anlattığı üzere, 40 yıl önce Kennedy yönetimi Küba’yı “her türlü terör belasına” maruz bırakmaya çabaladığında hazırlanan gizli belgelerde açıklanmıştır. Dışişleri Bakanlığı planlamacıları, Castro rejiminin varlığının bile 150 yıllık ABD politikalarına ve Monroe doktrinine “başarılı bir meydan okuma” olduğu yolunda uyarıda bulunmuştu. Burada Ruslar işin içinde değildi, ancak yarıkürenin efendisine karşı meydan okumak hoş görülemezdi. Dahası Schlesinger, Başkan’ın Latin Amerika misyonunun yazdığı raporu özetlerken yönetimi devralan Başkan Kennedy’yi şu şekilde uyarmaktadır: bu başarılı meydan okuma, “Castro’nun halkın kendi kaderini kendi eline alması” fikrini bulaştırarak diğer halkları da cesaretlendirebilirdi. Schlesinger’in ayrıntısıyla anlattığı gibi bu türden tehlikeler özellikle “toprakların ve diğer ulusal zenginliklerin dağılımının mülk sahibi sınıfları kayırdığı ... ve fakirlerin ve ayrıcalıklardan yoksun olanların Küba devrimi ile uyarılıp makul bir yaşam sürdürme talebinde bulunduğu” durumlarda özellikle vahim idi. Halkın kendi sorunlarını kendi eline alması fikri kötü tohumlarını yaydıkça tüm hakimiyet sistemi çözülebilir.

Uluslararası Denetim Komisyonu’ndaki Kanadalı “tarafsız gözlemcilerin” Vietnam’daki Vietnam saldırganlığının örnek oluşturabileceğine ilişkin kaygılarını hatırlayın. ABD belgelerinden bunun da benzer kökenleri olduğu bulunabilir. Bu Soğuk Savaş retoriği ile maskelenen saldırganlığın, yıkıcılığın ve devlet destekli uluslararası terörizmin, bu türden bahaneler mevcut olduğunda ortaya çıkan ortak bir özelliğidir.

Başarılı meydan okuma hala hoş görülemez, terörle mücadeleden daha yüksek bir önceliğe sahiptir, ve bu durum yerleşik, içsel olarak rasyonel, kurbanları için yeterince açık, ancak olayları anlatan ve nedenlerini tartışanlar için algılanamaz olan ilkelerin başka bir örneğidir. Bush yönetiminin öncelikleri içerden kişiler tarafından (Clarke, O’Neil) açığa vurulduğunda kopartılan gürültü ve 11 Eylül olaylarına ilişkin Washington’daki kapsamlı oturumlar apaçık olan şeyleri algılamakta, hatta bir olasılık olarak akılda tutmaktaki tuhaf yetersizliğin başka bir örneğidir. 

Şimdi büyük şeytana geri dönelim. ABD kamuoyu büyük bir dikkatle ve derinlemesine araştırılmıştır. Seçimlerden hemen önce yayınlanan araştırmalar Bush’a oy vermeyi düşünenlerin, Parti açık bir şekilde reddettiği halde Cumhuriyetçi Parti’nin kendi görüşlerini paylaştığını varsaymışlardır. Birçok seçmenin belki de hiç duymadığı tek tük muğlak ifadeleri olumlu bir şekilde yorumlasak bile Kerry’yi destekleyenler için de durum az çok aynıdır. Kerry’yi destekleyenlerin temel kaygıları ekonomi ve sosyal güvenlik idi ve Kerry’nin bu meselelerde kendi görüşlerini paylaştığını varsayıyorlardı. Tıpkı Bush’u destekleyenlerin, benzer gerekçelerle Cumhuriyetçilerin kendi değerlerini paylaştıklarını varsaymaları gibi.

Kısacası oy vermeye tenezzül edenler halka ilişkiler endüstrisi tarafından tertip edilen ve gerçekle hiç bir bağı olmayan imajları çoğunlukla kabul etmişlerdir. Daha varlıklı olanlar için durum farklıdır, onlar sınıf çıkarları doğrultusunda oy kullanmışlardır. Ayrıntılar henüz mevcut olmasa da şu tahminde bulunmak akla uygundur: Varlıklılar Beyaz Saray’daki bağışçılarına minnetlerini 2004 seçimlerinde 2000 seçimlerinden daha fazla oy vererek göstermişlerdir, ki bu da büyük olasılıkla iki adayın aldıkları oylar arasındaki küçük farkları açıklamaktadır.

Halkın gerçek tutumu hakkında ne söylenebilir? Seçimlerden hemen önce, bunun hakkında bilgi veren önemli araştırmalar yayınlandı. Pek de yayınlanmayan sonuçlara baktığımızda hemen, doktriner sistemdeki piyasalar fikrinde olduğu gibi seçimleri aldatma üzerine kurmanın neden iyi bir fikir olduğunu görürüz. İşte birkaç örnek:

Önemli bir çoğunluk ABD’nin Uluslararası Suçlar Mahkemesi’nin ve Adelet Divanı’nın yargılama yetkisini kabul etmesi, Kyoto anlaşmasını imzalaması, BM’in uluslararası krizlere müdahalede (Irak’ta güvenlik, yeniden inşa ve politik geçiş de dahil) baş rolü oynaması, “teröre karşı savaşta” askeri önlemlerden çok diplomatik ve ekonomik önlemlere başvurulması, “ancak ülke açık bir şekilde saldırı tehditi altında bulunduğuna dair güçlü kanıtlar bulunduğunda” kuvvete başvurulması, ve böylece BM Tüzüğü’nün daha geleneksel bir yorumunu benimseyerek her iki partinin de üzerinde uzlaştığı “önalıcı saldırı” doktrininin bir kenara bırakılması gerektiğine inanmaktadır. Hatta çoğunluk Güvenlik Konseyi’ndeki veto hakkından vazgeçilmesi gerektiğini düşünmektedir. Ezici bir çoğunluk tamamen içişlerine yönelik programların genişletilmesinden yanadır: temel sağlık hizmetleri (% 80), ve eğitime ve Sosyal Güvenliğe destek. Kamuoyunun görüşünü takip eden en saygın kuruluşlar tarafından yürütülen bu tür çalışmalarda hep benzer sonuçlara ulaşılmıştır.

Diğer anaakım kamuoyu araştırmalarında % 80’e yakın bir oranda vergilerin yükselmesine neden olsa da –bürokrasi, yönetim ve kağıt işleri gibi ABD’nin özelleştirilmiş sisteminin dünyanın en verimsiz sistemi haline getiren bazı faktörlerin ağır maliyetinden kaçınıp harcamaları önemli ölçüde azaltarak- sağlık hizmetinin güvence altına alınmasından yana olduğu ortaya çıkmıştır. Kamuoyunun düşüncesi soruların nasıl sorulduğuna bağlı olarak değişik oranlarla yansılıtsa bile uzun bir süredir değişmemektedir. Gerçekler bazen basında tartışılmaktadır, halkın tercihleri belirtilmekte ancak “politik olarak imkansız” olduğu gerekçesi ile bir kenara atılmaktadır. 2004 seçimlerinin arefesinde de benzer aynı şey olmuştur. Seçimlerden birkaç gün önce (31 Ekim’de) New York Times söyle yazmaktadır: “Birleşik Devletler’de sağlık sistemine hükümet müdahalesi için o kadar az politik destek vardır ki, Senatör Kerry son başkanlık münazaralarında sıkıntı içinde sağlık sigortasına erişimin arttırılması planının yeni bir hükümet programına yol açmayacağını söylemiştir”, ki göründüğü kadarıyla çoğunluğun istediği şey budur. Ancak bu politik olarak imkansızdır ve çok az politik destek vardır, ki bunun anlamı da sigorta şirketlerinin, Sağlığı Koruma Örgütü’nün (HMO), ilaç şirketlerinin, Wall Street’in buna karşı çıktığıdır. 

Kamuoyu görüşünün neredeyse tamamen yalıtılmış olması dikkat çekicidir. Bu görüşleri pek duymazlar, bu sorular yayınlanan kamuoyu yoklamalarında sorulmadığı halde, insanlar dile getirdikleri görüşlerin tamamen kendilerine özgü olduğunu düşünürler. Tercihleri politik kampanyaların konusu olmaz ve medya ve akademik dergilerdeki inceltilmiş düşüncelerde çok seyrek olarak konu olur. Aynı şey diğer alanlarda da geçerlidir ve dünyanın en önemli devletinde varolan, diğerleri için benimsediğimiz tabirle “demokrasi eksikliğine” ilişkin önemli sorular getirir akla. 

Eğer iki partiden herhangi biri halkın kendileri için yaşamsal öneme sahip olarak gördüğü meseleler hakkındaki kaygılarını açık bir şekilde ifade etmeye istekli olsaydı seçim sonucu ne olurdu? Ya da bu meseleler anaakım medyadaki kamusal tartışmalara girseydi? Bunun hakkında ancak spekülasyon yapabiliriz, ancak bunun olmayacağını ve gerçeklerin çok nadir olarak haber edileceğini biliyoruz. Büyük şeytandan duyulan korkunun oldukça derin olduğunu kabul etmek makul görünüyor.

Demokrasinin yürürlükteki konsepti başka şekillerde de kendisini açığa vurmuştur. Belki de en olağandışı olanı Irak Savaşı’na giden yolda Eski ve Yeni Avrupa arasında yapılan ayrımdır. Eski ya da Yeni Avrupa’ya üyelik kriteri o kadar keskin ve açıktı ki bunu kaçırmak için gerçek bir itaat gereklidir. Eski Avrupa –yani kötü çocuklar- nüfuslarının büyük çoğunluğu ile aynı konumu alan hükümetlerdir. Yeni Avrupa –yani demokratik bir gelecek için heyecan verici bir umut- ise Berlusconi ve Aznar gibi nüfuslarının daha da büyük bir çoğunluğunu gözardı edip Teksas’taki Crawford çiftliğinden emir alan Churchilvari liderlerdir. En dramatik örnek Türkiye’dir. Burada hükümet herkesi şaşırtacak bir şekilde nüfusun % 95’ini izlemiştir. Yönetimin resmi ılımlısı Colin Powell, hemen bu suçun cezasız kalmayacağını ilan etti. Türkiye ulusal basında “demokratik yeterliliğe” sahip olmadığı için şiddetle eleştirildi. En aşırı örnek Paul Wolfovitz idi. Türk ordusunu, hükümeti Washington’dan gelen emirlere uymaya zorlamadığı için azarladı ve uygun bir şekilde işleyen bir demokrasinin amacının Amerika’ya yardım etmek olduğunu kamuoyu önünde kabul ederek özür dilemelerini talep etti. Liberal basının onu demokrasi için girişilen haçlı seferinde “Baş İdealist” olarak alkışlamasına hiç şaşmamak gerek (Washington Post’un emektar muhabiri ve editörü David Ignatius, dikkatli bir şekilde gizlenen dehşet verici sicili ile bu görevi üstlenmiştir.)

Demokrasinin yürürlükteki konsepti başka şekillerde de pek de gizlemeye gerek duymadan kendisini göstermiştir. New York Times’da Yaser Arafat’ın ölümü ile ilgili bir makale şöyle başlamaktadır: “Arafat sonrası dönem şu özbeöz Amerikan inancının en son denemesi olacaktır: seçimler en zayıf kurumlara bile meşruluk sağlar.” Devam sayfasındaki son paragrafta Washington’un “Filistinliler arasında yapılacak yeni seçimlere karşı koyduğunu” okuyoruz, çünkü Arafat’ın yeniden kazanacağını ve bunun “seçmenin iradesini yansıtacağını” ve seçimlerin aynı zamanda “Hamas’a güvenirlik ve otorite getireceğini” okuyoruz.

Başka bir deyişle demokrasi ancak sonuç doğru yolda çıktığı zaman iyidir, yoksa canı cehenneme. İşte “özbeöz Amerikan inancı” budur. Deliller o kadar belirleyici ki bunu yeniden ele almanın bir anlamı yok, en azından tarihsel gerçeklere, hatta kamuoyu önünde teslim edilenlere bile önem verenler için. 

Başka bir canalıcı güncel örneği ele alalım. Bir yıl önce Irak’ı işgal etmek için öne sürülen bahaneler çöktüğünde Bush’un konuşmalarını kaleme alanlar bunların yerini alacak başka bir şey buldular. Başkan’ın Irak’a, Ortadoğu’ya, hatta tüm dünyaya demokrasi getirmek için, liberal basının “başkanın mesihvari vizyonu” olarak adlandırdığı şeye karar kıldılar. Gelen tepkiler dalavere doluydu. Tarihteki en soylu savaş olduğu kanıtlanan bu vizyona kendinden geçmiş bir şekilde alkış tutanlardan (Ignatius), vizyonun soylu ve duygulandırıcı olduğunu kabul edip –Irak kültürü bizim uygar değerlerimize erişmek için henüz hazır olmadığından-ulaşılamaz olduğu için eleştirenlere kadar bir dizi tepki geldi. Londra’da yayınlanan Financial Times Bush ve Blair’ın mesihvari idealizmini aklı başında bir realizmle yumuşatma tavsiyesinde bulundu.

İlginç olan şudur ki, seçkin çevreler için artık inandırıcı olmayan KİSler ya da El-Kaide ile ilgili aptalca hikayenin değil, mesihvari vizyonun Irak’ı işgal etmenin hedefi olduğu tüm politik yelpazede eleştirilmeden kabul edildi. ABD’nin ve Britanya’nın mesihvari bir vizyonla hareket ettiklerinin kanıtı ne? Gerçekte tek bir kanıt var: Liderlerimiz öyle buyurdu. Daha ne olsun?

Başka bir kesim farklı bir görüşte: Iraklılar. Mesihvari vizyon Washington’da saygıyla alkışlandığı sırada Bağdatlılar arasında ABD’nin yaptırdığı bir kamuoyu yoklaması açıklandı. Bazıları Batılı seçkinlerin neredeyse oybirliği ile kabul ettiği işgalin amacının Irak’a demokrasi getirmek olduğu görüşüne katılıyordu: yüzde bir oranında! Yüzde beş amacın Iraklılara yardım etmek olduğunu düşünüyordu. Çoğunluk son derece açık olan şeyi varsayıyordu: ABD IrakıIn doğal kaynakları üzerinde denetim kurmak ve bölgeyi kendi çıkarları doğrultusunda yeniden düzenlemek için orayı üs olarak kullanmak istiyor. Bağdatlılar bir kültürel gerilik olduğunu da düşünüyordu, ama Irak’ta değil de Batı’da.

Gerçekte görüşler arasında bir nüans vardı. Yüzde birlik kesim işgalin amacının demokrasi getirmek olduğuna inanıyordu belki, ama bunların yarısı ABD’nin demokrasi istediğini ancak Iraklılar’ın “ABD’nin baskısı ve etkisi olmadan” kendi demokrasilerini yürütmelerine izin vermeyeceğini hissediyordu. Özbeöz Amerikan inancını gayet iyi biliyorlardı, belki de Britanya’nın silahı enselerinde iken bu inancın onların da özbeöz inancı olduğunu bildikleri için. Wilson’cu idealizmin, ya da Britanya’nın benzer soylu yaklaşımının, ya da Fransa’nın uygarlaştırma misyonunun, hatta Japon faşistlerinin daha da yüce vizyonunun ve diğer pekçoklarının –neredeyse tarihsel olarak evrensel olan- tarihini bilmelerine gerek yok. Kendi deneyimleri yeter de artar bile.

Namlunun yanlış ucunda olanlar için, silahı doğrultanlara göre gerçekliğin daha açık bir resmine sahip olmak hiç de olağandışı bir durum değildir. 

Yazının başında geçmiş yıllarda yer alan popüler mücadelelerin dikkate değer başarılarından sözettim. Bu başarılar ayırdına varmanın pek de zor olmadığı nedenlerden ötürü pek de tartışılmasa da, üzerinde biraz olsun düşündüğümüzde çok açıktır. Hem yakın tarih hem de halkın tavrı, Çin’in bizi “nihai kıyametten” kurtarmasını beklemek istemeyenlere kısa vadeli mücadele için oldukça açık ve güvenli stratejiler sunuyor. Diğer uluslarla kaşılaştırıldığında tarihsel olarak büyük bir ayrıcalık ve özgürlüğün tadını çıkartıyoruz. Bu miras yukardan bahşedilmemiştir, manivelayı her yıl birkaç santim ileri itmeye indirgenemeyecek adanmış bir mücadelenin sonucudur. Tabii ki bu mirası terkedip karamsarlığa kapılmak kolaydır: hiçbir umut yok, öyleyse ben bu işi bırakıyorum. Ya da bu mirası kullanıp halkın yalnızca büyük ölçüde dışlandığı politik arenada değil, ve prensip olarak dışlandığı çok önemli ekonomik arenada da politikaları belirlemekte bir rolünün olacağı işleyen bir demokratik kültürün zeminini yaratabiliriz –ya da yeniden yaratabiliriz.

Bunlar hiç de radikal fikirler değildir. Örneğin 20. yüzyılın önde gelen Amerikan sosyal felsefecisi John Dewey tarafından açık bir şekilde ifade edilmiştir. Dewey “endüstriyel demokrasi” “endüstriyel feodalizmin” yerini alana dek, politikanın “büyük şirketlerin toplum üzerine düşen gölgesi” olarak kalacağını söylemiştir. Dewey bildik tabirle “en az elmalı turta kadar Amerikandı”. Gerçekte endüstriyel devrimin kökenlerinde –burada, benim yaşadığım yer olan Boston’ın yakınlarında- bağımsız olarak gelişen işçi sınıfı kültüründen geliyordu. Bu fikirler hemen yüzeyin altında varlıklarını sürdürdü ve toplumlarımızın, kültürlerimizin ve kurumlarımızın yaşayan bir parçası oldu. Ancak adalet ve özgürlük yolunda yüzyıllar boyunca kazanılmış diğer zaferler gibi bu da kendiliğinden olmayacaktır. Yakın tarih de dahil tarihin en açık derslerinden biri, hakların verilmediği alındığıdır. Gerisi bize kalmış.

Notlar: