A. Doharty: François Hollande’ın seçilmesi ve son Yunanistan seçimlerinde Sol’un kendini güçlü şekilde göstermesi, kemer sıkma politikalarından dönüşün politik açıdan mümkün olabileceği umutlarına yol açtı. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? R. Hahnel: Kemer sıkma politikaları sadece korkunç derecede adaletsiz olmakla kalmıyor, aynı zamanda ekonomileri daraltarak çözeceği varsayılan sorunu iyice ağırlaştırıyor; çünkü ekonomilerin daralması, borçların ödenmesini daha da güç bir mesele haline getiriyor. Solcu, ilerici ve ehil makro iktisatçılar son üç sene boyunca boşuna bu soruna işaret etmiyorlar. Şimdi finans piyasaları da açıkça aynı görüşü paylaşıyor. Borç verenler, kemer sıkma politikalarının daralttığı ekonomilere sahip bütün ülkelerin risk primlerini yükseltiyor şu anda. Bunu yaparken de, söz konusu ülkelerin hükümetleri ne kadar külfetli olursa olsun bütün kemer sıkma yükümlülüklerini harfiyen uyguluyor mu, yoksa “yaramazlık yaparak” en son müzakere edilmiş kemer sıkma önlemini uygulamıyor mu, diye bakmıyorlar. Maalesef Avrupa Komisyonu ve Avrupa Merkez Bankası (AMB) yöneticileri kemer sıkmaya karşı olanların sözlerine kulak asmadı, tam tersine Herbert Hoover’in 80 sene önce içine düştüğü hatayı tekrarlamakta ısrarcı oldular.

Kemer sıkma politikalarının insani, toplumsal ve en önemlisi de ekonomik bedeli arttıkça, bu önlemlerin beyhudeliği açık hale geldikçe ve kemer sıkma karşıtı güçler daha örgütlü duruma geldikçe, muhalefet de yükseldi. Her halk hareketi gibi kemer sıkma karşıtı hareketin gücü de yükselip geriliyor ve bazen bir yerde artarken başka bir yerde zayıflayabiliyor. Fakat yönelim açık: Kemer sıkma politikaları karşıtı hareket bütün Avrupa’da yükselişte ve kemer sıkma politikalarının aynen devam etmesinden yana olanlar açısından bakıldığında gitikçe ciddi bir güce dönüşüyor. Şimdi Avrupa’nın yönetici seçkinleri arasında bazılarının retorik değişikliğine yöneldiği bir aşamaya geldik. Bu aşamanın kemer sıkma politikalarından gerçek anlamda vaçgeçilmesine yol açıp açmayacağını ise göreceğiz.

Kemer sıkma politikalarına karşı muhalefet farklı biçimler alıyor. Bazıları, kemer sıkma ile ilişkilendirdikleri siyasetçi ve partileri seçim sandığında cezalandırıyor ve seçim kampanyalarında kemer sıkma politikalarına karşı olduklarını dillendiren, daha önce marjinal konumdaki partilerine oy veriyor. Başkaları sokak gösterileri düzenleyip grevlere giderek yönetimde olanları program değişikliğine gitmeye zorluyor. Bazıları ise “sistemin değişmesini” talep ediyor ve sadece mümkün değil, aynı zamanda zorunlu olan yeni bir dünyayı inşa etmeye başlıyorlar. Giderek daha fazla genç insan “eski rejime” karşı açıkça düşmanca duygular beslemeye başladıkça, yönetici seçkinler daha fazla korkuya kapılıyor ve taviz vermek ile baskı kurmak arasında bocalıyorlar. Yunanistan ve Fransa’daki son seçimler, kemer sıkma yanlısı güçlerin gerileyişine tanıklık ediyor. Kemer sıkma politikalarından büyüme yanlısı politikalara geçilmesi için daha fazla seçim yenilgisi yaşanmalı, daha fazla kitle hareketi ve grev olmalı ve radikal bir sistem değişikliği gittikçe artan bir tehdit halini almalı. Yani şunu demek istiyorum ki kemer sıkma karşıtı hareketin zaferi henüz çok yakın değil.

Hollande’ın seçilmesi, çok daha radikal olan François Mitterand Hükümeti’nin 1981’de seçilmesini akıllara geitirdi. Mitterand hükümeti uluslararası finans çevrelerinin baskısından sonra solcu programından çabucak çark etmişti. Bugün için bu yaşananlardan hangi dersleri çıkarabiliriz?

Euro bölgesi Yunanistan olmadan da kolaylıkla ayakta kalabilir. Diğer taraftan Fransa, Euro bölgesinin ikinci büyük ekonomisi ve AB politikalarında büyük ölçüde söz sahibi. Fakat ben Yunanistan seçimlerinde sol partilerin yükselişiyle karşılaştırıldığında, Fransa’da Hollande’ın iktidara gelmesinin o kadar da önemli olmadığını düşünüyorum. Geçen üç yıl boyunca AB’de kemer sıkma politikalarını dayatan her merkez-sağ veya sol parti seçimleri kaybetti. Nicolas Sarkozy, halkın kemer sıkmaya karşı öfkesi karşısında iktidarı kaybeden merkez-sağdaki en büyük kurban oldu. Kriz meydana geldiğinde iktidarda Sarkozy yerine Fransız Sosyalist Partisi olsaydı o zaman da –tıpkı Yunanistan’da Papandreou’nun ve İspanya’da Zapatero’nun yaptığı gibi– bu partinin lideri “talihsiz, fakat zorunlu” diyerek kemer sıkmayı dayatmış olacaktı. Bu durumda da Fransız seçmenlerin kapıyı gösterdiği Sarkozy’nin yerine şimdi iktidardan düşürülmüş olan parti, Fransız Sosyalist Partisi olacaktı.  

Sorun, Hollande’ın kendisi gibi sosyalist olan Papandreou ve Zapatero’nun kaderinden hangi dersleri çıkardığı. Kemer sıkma politikalarının neyi başarabildiği ve neyi başaramadığına ilişkin hangi dersleri çıkarmış olduğu. Yine aynı çerçevede ,1980’lerin başındaki François Mitterand Hükümeti’nden ne tür dersler çıkarmış olduğu. Muhalefetteki bir aday olduğunuzda kemer sıkma karşıtı retorik üretmek kolaydır. Hollande’ın seçim kampanyası sırasında kolayca vaat ettiği şeyleri şimdi hayata geçirmesi için bir neden var mı?

Sizin de belirttiğiniz gibi, 1981’de liderliğini Mitterand’ın yaptığı sol hükümet, şimdi Hollande’ın liderliğinde kurulacak olan hükümetten çok daha radikaldi. Fakat bugünkinden çok daha zayıf olan uluslararası finans merkezleri Mitterand’ı çabucak seçim kampanyası sırasında dillendirdiği ilerici, genişlemeci mali politikaları terk etmeye zorladı. Economic Justice and Democracy (Routledge, 2005) adlı kitabımda, 1981 ekonomik durgunluğu sırasında Mitterand’ın ekonomi politikasına dair şunları söyleme gereği duymuştum:

Hükümet, mal ve hizmetlere büyük bir talep oluşturmak için güçlü genişlemeci mali ve parasal politikaları uygulamaya koydu. Böylelikle özel sektörün bu talepten yararlanarak ekonominin bütün potansiyelini harekete geçirmesi ve bütün işgücünü istihdam etmesi amaçlandı. Burada herhangi bir yanlışlık yok. Herkes toplumsal olarak faydalı bir iş yapma ve bunun karşılığında adil bir ücret alma fırsatını hak eder. Bununla birlikte, istihdamın çok büyük bölümü özel sektör işverenleri tarafından yaratıldığı sürece herhangi bir ilerici hükümetin yapabileceği ancak bu kadardır. Hâlâ kapitalist olan bir ekonomide herhangi bir hükümetin yapabileceği en etkin şeyi yaptığı için Mitterand övgüyü hak ediyor: İş ve finans çevrelerinden ve onların mali “sorumluluk” ile parasal kısıtlama vaaz eden ana-akım iktisatçı dalkavuklarından gelen uyarı ve tehditleri dikkate almamak ve güçlü genişlemeci mali ve parasal politikaları uygulamak… Fakat nihai olarak üç seçenek vardır: (1) İlk iş olarak yurtiçi ekonomiyi canlandırmak istemezsiniz, çünkü mutfağınızdaki kaçınılmaz yangına göğüs germek istemezsiniz. (2) Ekonomiyi canlandırırsınız, fakat yeni uluslararası yatırımlar ekonominizi boykot etmeye, ülkedeki servet dışarı kaçmaya ve finans piyasaları hükümet borçlarının faiz oranlarını had safhada yükseltmeye başlar başlamaz, geri adım atarsınız. (3) Ya da yurtiçi ekonomiyi canlandırır, fakat ithalat ve sermaye kaçışı üzerinde güçlü önlemler alırsınız. Uluslararası ve özel yatırımlardaki düşüşü ikame etmek için devlet yatırımlarını devreye sokar ve alacaklılarınıza, borçları çevirmeyi ve taviz vermeyi kabul etmezlerse iflasınızı ilan edeceğinizi söylersiniz. Neoliberal çağda üçüncü seçenek, sadece uluslararası alacaklılarınızla sert bir mücadeleye girmenin değil, gerekirse finansal bir savaşa girişmenin ekonomik eşdeğeridir. Ne kadar ürkütücü gözükürse gözüksün, Fransa’da Mitterand Hükümeti’nin ikinci seçeneğin işlemediğini gösterdiğini hatırlamak önem taşıyor (s. 121-122).   

Amerikan sosyalisti Michael Harrington dostane bir yorumcu olarak şu sonuca varmıştı: “İki yıldan az bir zaman içinde Sosyalistler “sıkı bir rejimi” uygulamaya başlamışlardı ki bunun bir diğer adı da kapitalist kemer sıkmadır.” Yedi sene önce yazdıklarımda tek bir sözcüğü değiştirmeye gerek duymuyorum. Sadece Hollande’ın, uluslararası sermayeden gelen tehditlere yanıt olarak ılımlılık ve çekingenliğin –kendisine tarihte olumlu bir yer kazandırmak şöyle dursun– uzun süredir ısdırap çeken seçmenlerin takdirini kazandıracağını zannetmemesini, böyle bir hataya düşmemesini umabilirim. Maalesef Hollande’ın ve partisinin büyük olasılıkla bu hatayı işleyeceğini ve kendisinden önceki Mitterand kadar bile mücadeye etmeyeceğini düşünüyorum.  

Fakat tabii ki ancak tarih ne olacağını gösterebilir. Kemer sıkma politikalarının beyhudeliği ve bu politikaları uygulayan bütün siyasi partilerin uğradığı bariz akibet, zaten kötü bir durum içindeyken daha kararlı bir duruş sergilenmesini teşvik edebilir. Her ne olursa olsun, yeni Fransız hükümetini peşinen mahkûm etmenin geçerli bir nedeni yok, zira kemer sıkma karşıtı güçlerin her durumda yapması gereken şey aynı: Kıyameti koparmak. Yeni politik çatlaklar oluştukça, ki Almanya’da bile böyle bir durum olabilir, hangi siyasetçinin bizi şaşırtacağını veya neyin pek yakında mümkün hale geleceğini kim bilebilir?   

Alman Hükümeti’nin mevcut mali politikaları sürdürdürmek konusundra ısrarcı olmasını ve hiçbir tavize yanaşmamasını nasıl yorumluyorsunuz?

Alman siyasetçiler ve Alman kamuoyu için ne söyleyebiliriz? Çok yavaş ve fazlasıyla ihtiyatlı şekilde tepki vermektense en akıllıca adım finansal kriz henüz ağırlaşmadan harekete geçebilmektir. Merkel bu hataya defalarca düştüğü için kurtarma fonları konusunda Alman vergi mükelleflerini gerektiğinden çok daha fazla riske soktu. Bu tutumun gerisinde ne ölçüde aşırı bir temkinlilik var; ne kadarı büyük sorunlar için kesenin ağzını açarken toplumun yararına mütevazı önlemler için parayı esirgeme ideolojisinden kaynaklanıyor? Yoksa esasında bu tutum, Alman medyasında PİYİ ülkelerinde (Portekiz, İtalya, Yunanistan, İspanya) ve özellikle Yunanistan’da tembel işçiler ve sorumusuz hükümetler olarak resmedilenlere “bir fırsat sunulmasına” karşı olan Alman seçmenlerin ortak hissiyattın mı bir sonucuydu? Bunu kestirmek zor.

Öte yandan işin içinde büyük rol oynadıkları kesin olan çok önemli bazı özçıkarlar var. Alman bankaları PİYİ ülkelerinin hükümetleri ve özel şirketlerine epeyce kredi verdikleri için kendi hükümetlerinden çıkarlarını korumasını istiyorlar. Ve bu konuda herhangi bir tartışmaya mahal yok, zira Merkel’in merkez-sağ hükümeti herkesten çok Alman bankalarına minettardır. Alman bankalarının bu talebi, borçluların borçlarını kuruşuna kadar ödemesini sağlamak, ancak onları çok fazla sıkıştırıp iflas edecekleri bir noktaya kadar sürüklememek anlamına geliyor. Merkel de zaten kemer sıkma önlemleriyle ilgili müzakerelerde tam da bunu yapmaya çalıştı: Son kuruşuna kadar borçların geri ödenmesini sağlamlak, fakat aynı zamanda bu ülkelerin iflas edip Alman bankacılık sektörünü büyük hasara uğratmaması için son dakikada kerhen kurtarma paketlerine onay vermek. Fakat bu her zaman için tehlikeli bir oyundur ve Almanya şimdi Yunanistan’ı ve belki diğerlerini de fazlasıyla uç bir noktaya itmiş olabilir.
Tam da küresel durgunluğun devam ettiği ve açıkça Avrupa’nın o çok korkulan “iki dipli durgunluğa [bazen “W” şeklinde tarif ediliyor, iki kere dibe vurmayı içeren kriz –ç.n.]” doğru kaydığı bir dönemde niçin Almanya AB’ye çok ihtiyaç duyulan mali canlanmayı sağlayacak fonları vermeyi kararlılıkla reddetti? Alman Hükümeti, PİYİ ülkelerinden farklı olarak, şu sıralar açıkları kapatmak için özel sermeye piyasalarından çok düşük faizlerle borç bulabiliyor. Peki o zaman çok ihtiyaç duyulan mali canlanmayı yaratmak için bu ucuz parayı kullanmamalarının sebebi ne? Almanya’da popüler olan bir yanıt, I. Dünya Savaşı’ndan sonraki Weimer Cumhuriyeti günlerine kadar geriye giden yüksek enflasyon korkusu. Fakat ben daha muhtemel bir yanıtın şu olduğunu düşünüyorum: Almanya işsizliğini gayet başarılı şekilde PİYİ ülkelerine “ihraç etti”. PİYİ ülkeleri, Almanya’yla aynı para birimini kullandıkları için hiçbiri Almanya ile olan büyük dış ticaret açıklarını ortadan kaldırmayı sağlayacak şekilde bir devalüasyon yapamıyor. Bu durum Almanya’ya büyük küresel kriz süresince işsizlik oranlarını düşük tutma imkânı sağladı, çünkü PİYİ ülkelerinin dış ticaret açıkları Almanya’ya büyük miktarda dış ticaret fazlası sağlıyor. Seçmenlerin yüksek işsizlik oranlarını tolere etmeye razı geldiği ABD’den farklı olarak Almanya’da geleneksel olarak bunun tam tersi geçerli. Yüksek işsizliğin olduğu bir dönemde ülkeyi yöneten bütün Alman hükümetleri geneleksel olarak toplumdan çabucak tepki gördü ve yollarına devam edemediler. Euro bölgesindeki diğer ülkelerle olan yüksek dış ticaret fazlası sayesinde Almanya’da işsizlik oranları yüksek değil. İşte bu yüzden Almanya’da mali bir canlanma sağlayacak fonların tedarik edilmesiyle ilgili yurtiçinde fazla bir politik baskı oluşmadı; halbuki böyle bir finansal canlandırma fonu, AB’nin ekomomik sıkıntıdan çıkması için başka her şeyden daha yararlı olurdu. Buna karşın, AB’deki çift dipli durgunluk gittikçe daha ciddi bir hal alıyor ve Almanya’da da işsizlik oranları yükselmeye başlıyor. Dolayısıyla başka pek çok şey gibi bu durum da yakında değişmeye başlayabilir.

Ekonomik statüko yandaşları Yunanistan’ın Euro bölgesinden çekilmesini kıyamet senaryosu gibi resmediyor. Yunanistan gerçekten Euro bölgesinden çekilirse, bunun hem Yunanistan hem de Euro bölgesi açısından ne gibi sonuçlar doğurabileceğini düşünüyorsunuz?

Yunanistan politik bir açmaza girmiş bulunuyor. Yunan siyasetine son 40 yıldır damgasını vurmuş olan  merkez-sağ ve merkez-sol siyasi partilerin her ikisi de oylarının yarısından fazlasını kaybetti. Daha önceleri marjinal konumda olan partiler ise açıkça görüldüğü gibi yükselişteler. Üstelik Yunan ekonomisi ölümcül bir sarmala girmiş durumda ve hızla işlevsiz hale geliyor. Böyle bir durumda (1) zaten ödenmesi mümkün olmayan borçları ödememeye (2) sosyal harcamaları tekrar eski haline getirmeye ve (3) özel sektör yatırımları ülkeden kaçtığında kamu yatırımlarına girişmeye kararlı, güçlü bir sol hükümetten başka hiçbir hükümet bu kötüye gidişi tersine çeviremez. Fakat yakında böyle bir şey olabilir.

Kurallar askıya alınmadıkça Haziran’da Yunanistan’da yeni bir seçim olacakmış gibi görünüyor. Sol partilerin bir araya geldiği anayasal bir hükümetin oluşabilmesi için üç şeyin gerçekleşmesi gerekiyor: SYRIZA’nın (% 16.78) ve Demokratik Sol Parti’nin (% 6,11), % 13,18 oyla üçüncü sıraya gerileyen PASOK’un aleyhine oy oranlarını arttırması gerekiyor. Bu rahatça gerçekleşebilir, çünkü (1) PASOK halkın hiç hazzetmediği kemer sıkma politikalarını uyguladı ve “zorunlu” olduğunu söyleyerek hâlâ bu politikaları destekliyor. PASOK’un “kırılgan” bir gücü var ve bu güç büyük ölçüde bir patronaj sistemine dayanıyor, fakat artık parti bu avantajları sağlayamıyor; (c) pek çok kişinin geçmişte PASOK’a oy vermesinin tek bir sebebi vardı, o da sol partilerin iktidara gelme şansının olmadığını düşünüyorlardı. Şimdi SYRZA, PASOK’u geride bırakığına göre, PASOK’a verilen her oy “boşa verilmiş” oy olarak görülecektir. (2) Örneğin % 2,9 o alan Yeşiller gibi küçük partilere oy vermiş olanların –bu partilerin parlamentoda koltuk sahibi olabilmesi için % 3 barajını geçmeleri gerekiyordu– ya bu barajı aşması gerekecek veya oylarını parlamentoda temsil edileceği kesin olan sol partilerden birisine verecekler. Bunun yeni bir seçimde gerçekleşmemesi için ciddi bir sebep olduğunu sanmıyorum.  Fakat en önemli zorluk (3)’cüsü: Uygulanabilir bir programa sahip bir koalisyon hükümeti kurabilmek için sol partilerin aralarındaki tarihsel bölünmelerin üstesinden gelmesi gerekiyor.

Bununla birlikte, tarih pek yakında Yunanlı solculara güzel bir hediye verebilir. Sol partileri bölen esas meselenin yakında kadük bir meseleye dönüşmesi mümkün. Komünist Partisi öncelikle Euro bölgesine katılmaya karşı çıkmıştı ve Euro’dan çıkmak konusunda çok istekli. Onun tam karşıtı uçta yer alan Demokratik Sol Parti, 2010’da SYRIZA’dan kopmştu. Kopmasının esas nedeni, parti liderlerinin Euro bölgesinde kalmak için kesin bir taahhüt verilmesinde ısrar etmeleriydi. SYRIZA ise yalnızca, AB’nin kemer sıkma yanlısı politikalarını tersine çevirmesi halinde Euro bölgesinde kalmayı destekliyor. AB, bu politikalarını değiştirmeyecektir. Ayrıca Yunanistan’da ikinci bir iflas neredeyse kaçınılmaz ki bu da bir dizi olayı tetikleyecek. Örneğin Yunanistan’da halk kitlesel şekilde bankalardan mevduatlarını çekmeye başlayabilir; böyle bir şey olursa, sol bir hükümetin iktidara gelmesine gerek kalmadan da Yunanistan Euro bölgesinden çıkmak zorunda kalabilir. Bu takdirde sadece sol içindeki rekabetin başlıca gerekçesi ortadan kalkmış olmakla kalmayacak, sol bir hükümet bir devalüasyon avantajından da yararlanacak. Bir devalüasyon olması, Yunan ihraç mallarının ucuzlamasına ve ithal malların da pahalılaşmasına yol açacak ve bu da, istihdamda büyük bir artışı beraberinde getirecek.  Böylesi açık bir “kriz” ortamında sol bir hükümet, Yunanlı vatanseverlerin de etrafında toplanacağı bir ulusal kurtuluş hükümetine dönüşebilir.

Eğer böyle olursa Yunanistan Avrupa’nın yıkıntısı değil kurtuluşu olduğunu gösterebilir. Yunanistan’daki ekonomik ve siyasi kaosun AB’yi yıkıma götürdüğünü öne sürünler gerçekte neoliberal bir AB’den söz ediyorlar. Neoliberal AB ise, sürdürülemez bir güzargâh izleyerek özyıkıma doğru ilerliyor. AB’yi halihazırdaki kemer sıkma yolundan çevirip hakkaniyetli bir büyüme yoluna sokabilmek için büyük sarsıntılar olması gerekiyor. Yunanistan böyle bir sarsıntı yaratır ve daha iyi güzargâha giden yolu gösterirse, barışçıl, eşitlikçi ve müreffeh bir Avrupa hayali kuranlar yıllar sonra dönüp Yunanistan’a teşekkür edebilirler.

Uyarı: “Olası” ile “muhtemel” aynı şey değildir, “kesinlikle” demek ise hiç değildir. Yunanistan’dan gelecek bir sarsıntı dahi Avurapa’nın geri kalan ülkelerini yollarından çevirmek için yeterli olmayabilir. Başka PİYİ ülkeleriden de daha fazla sarsıntı gelmesi gerekebilir.