Gilbert Achcar uzun yıllar Lübnan’da yaşadı. Şu anda Londra’daki Doğu ve Afrika Çalışmaları Okulu’nda profesör. Ortadoğu siyaseti ve toplumunu sol bir bakış açısıyla inceleyen birçok kitabın yazarı. Achcar Irish Left Review’dan Daniel Finn ile İsrail’in Gazze Şeridi’ne yönelik saldırısı ve olası sonuçları hakkında konuştu. Söyleşi 10 Ocak 2009’da yapılarak Irish Left Review internet sitesinde yayımlandı.

Daniel Finn: İsrail stratejisinin Gazze Şeridi'ne yönelik saldırısında şu andaki temel hedeflerinin ne olduğunu düşünüyorsunuz?

Gilbert Achcar: Bu aslında karmaşık bir soru; çünkü işin içine dahil olan birçok düzey var. Daha geniş bir açıdan bakıldığında, bu saldırı, bir yandan İsrail ve öte yandan, hem Hamas hem de Hizbullah arasında sürmekte olan mücadelenin bir parçası; bu mücadele, daha önce 2006’da, yaz aylarında İsrail, hem Gazze'ye hem de Lübnan’a yönelik büyük bir saldırıyla aynı anda savaştığı dönemde zirvesine ulaşmıştı. O saldırı Bush yönetiminin, Washington’da Hamas’ın ve Hizbullah’ın, İran devletinin maşaları oldukları ve bölgedeki ABD hegemonyasının tesisi için olduğu kadar, İsrail güvenliğinin istikrara kavuşturulması için de ezilmesi gereken güçler ittifakının bir parçası oldukları görüşünü egemen kılmaya çalışan stratejisi ile ilişkiliydi. Yani son birkaç yıldır sürmekte olan aynı savaşın yeni bir evresidir.

Odağı daraltacak olursak, bu saldırının tam da şu anda, yani Aralık ayının 27'sinde başlatılmış olması gerçeği, elbette daha kısa vadeli politik niyetlerle ilişkilidir: Bir yandan, Bush yönetimi yakında sahnelerden çekilecektir ve Obama ekibi tarafından verilen bütün işaretlerden yola çıkarak bir hükme varacak olursak, İsrail hükümetinin Ortadoğu’daki ABD siyasetinde büyük bir değişikliğe gidilmesinden korkması için gerçek bir nedeni olmamakla birlikte, Obama’nın seçim kampanyası sırasında söylediği gibi, yeni yönetimin İran ile görüşmelere başlama olasılığı mevcuttur. Bu durumda, İran ile kapışmada sert bir tutuma verilecek ABD desteğinde bulanıklıklar olabilir. Bunu dikkate aldığımızda, saldırının şu anda başlatılmasının nedeni, yeni yönetimi başından itibaren Ortadoğu’da büyük bir krizle başa çıkmak zorunda kalmaktan kurtarmaktır, yani Obama ekibi içinde bunun Bush döneminde yapıldığı rahatlaması yaratılacaktır.

Sorun şudur ki, operasyon beklendiğinden çok daha uzun sürdü, bu artık İsrail saldırganlıklarının tekrarlayan bir özelliği haline geldi: Aslında “Altı Gün Savaşları” dönemi bitti. İsrail hükümeti açısından ideal olan, Bush yönetimi sahneyi terk etmeden önce İran'ın kendisinin vurulmasıydı ki, zaten birkaç ay önce bu olasılık hakkında da birçok yorum yapılıyordu. Ancak, bu, Bush yönetiminin kendisini içinde bulduğu derin sorunla ilişkili birçok neden yüzünden imkânsız hale geldi. Bu durum sadece bir ayağı çukurdaki başkanın genel politik zayıflığı ile ilgili değildi, ayrıca bu noktada, İran'la her türlü askeri çatışmayı elbette küresel ekonominin çıkarları bakımından zararlı hale getiren ekonomik krizle de ilgiliydi [bu söyleşi The New York Times’ın Bush yönetiminin İsrail tarafından İran’ın nükleer tesislerine yapılacak hava saldırıları için yeşil ışık yakılması isteğini reddettiği yorumunun yayımlanmasından önce yapılmıştır.] İsrail, aslında İran'a yöneltmek istediği bu saldırılar yerine İran’ın vekili olarak gördüğü Hamas’a saldırmaktadır.

Daha da dar bir bakış açısından bakıldığında ise, İsrail’deki seçimleri görüyoruz. Bildiğiniz gibi, yeni İsrail seçimleri yakında yapılacak ve İsrail koalisyon hükümeti içinde temsil edilen partiler, bir yandan Olmert ve Livni'nin Kadima partisi ve öte yandan Ehud Barak'ın İşçi Partisi, İsrail’deki ana akım Siyonist sahnenin aşırı sağında bulunan Likud’un güçlü rekabeti ile karşı karşıya. Bir anlamda Gazze’ye yönelik bu saldırı, Netanyahu’nun seçim kampanyasını üzerine inşa edeceği iddiayı boşa çıkarmanın bir yolu. Yani bütün bu konuları üst üste koyduğunuz zaman bir üst belirlenime; yani bu operasyonun tam da bu anda yapılmasıyla ilgili çoğul nedenlere ulaşıyorsunuz. Gerisi, yani Hamas tarafından atılan füzeler falan sadece gerekçedir, tıpkı 2006 Temmuz ayında 2 askerin Hizbullah tarafından kaçırılmasının İsrail tarafından büyük çaplı bir saldırganlığın başlatılmasında gerekçe olarak kullanılmasında olduğu gibi.

Daniel Finn: İsrail ve Hamas ile Hizbullah arasında 2006’da yaşanan son büyük çatışma raundu İsrail devleti bakımından büyük bir darboğaz ve politik-askeri seçkinler arasında da her türlü gerilimle sonuçlandı. Şu anda İsrail’in bu darboğazı aşma ve bir zaferden söz edebilmesi noktasındaki gerçek olasılığı nasıl değerlendiriyorsunuz, yoksa bir başka yenilgi mi yaşıyor?

Gilbert Achcar: Evet, durum işte bu nedenle tam da şu anda olağanüstü tehlikeli ve can sıkıcı bir noktada. Şunu düşünelim: Bu saldırı Aralık ayının 27'sinde başladı, yani demek ki iki haftadır savaşa tanık oluyoruz ve ilk iki haftalık yoğun bombardımanın ardından mutlak sayılar olarak Lübnan’dakinden çok daha ağır bir ölüm tablosu var. Lübnan nüfusunun Gazze nüfusundan yaklaşık 3 kat daha fazla olduğunu bilerek bu rakamı göreli olarak ele alırsak, demek ki çok çok daha fazla. Yaşanan durumla ilgili son derece endişe verici ve tehlikeli olan şey, tam da budur. İsrail, 2006 yazındaki Lübnan fiyaskosu nedeniyle, aynı türden bir başka fiyaskoyu kaldıramaz. Yenisini kaldıramazlar, hem stratejik ve oportünistçe hem de kısa vadeli, küçük politik hesaplar ve nedenler yüzünden.

Bir yandan İsrail devleti yeni bir fiyasko ile karşılaşırsa sözüm ona askeri inandırıcılığının önemli bir bölümünü yitirecektir, üstelik bu kez karşılarındaki düşman, yani Gazze’deki Hamas, elbette Hizbullah’tan ve Lübnan’dakinden çok daha zayıf. Hizbullah elbette Lübnan Şii topluluğu içinde, Hamas’ın Gazze’de olduğundan çok daha güçlü, burada Hamas ve Filistin Yönetimi-El Fetih arasında sert bir rekabet var ve aynı bölge için rekabet eden birkaç grup daha var. Bunun da ötesinde, çok açık olan nedenler yüzünden, elbette, Hizbullah, bütün taraflardan çevrilmiş ve ağır bir abluka altında olan dar bir şerit durumundaki Gazze’de Hamas’ın sahip olduğundan çok daha fazla silaha sahipti. Gazze’ye büyük silahları değil sadece hafif silahları kaçırabilirler, ama Lübnan’da Hizbullah önemli bir cephanelik inşa edebiliyordu; Suriye desteği sayesinde son derece kolaylıkla yapabiliyordu bunu.

Yani İsrail Hizbullah’dan çok daha zayıf olan Hamas karşısında bile ikinci bir fiyasko yaşarsa, bu durum mutlaka önemli bir felaket, İsrail açısından 2006’dan da kötü bir felaket olarak görülecektir. Küçük hesaplardan söz etmedik daha, ki bu da ikinci noktadır: İsrail’deki yönetici koalisyon mevcut savaştan bir başka fiyasko ile çıkarsa, koalisyona dâhil olan partiler seçimlere hiç gitmesinler daha iyi. Netanyahu onları bütünüyle ezip geçer ve hepsi de bunu biliyor. Yani bu iki nedenden ötürü bir fiyaskoyu kaldıramazlar ve bu da durumu çok çok endişe verici hale getiriyor. Yani zaten eskisinden de daha tehlikeli hale gelen bir yaralı hayvan sendromu geliştirmiş de olabilirler. İsrail vahşetinin düzeyi her savaşta biraz daha yükseliyor. 2006'daki 33-Günlük Savaş zaten İsrail savaşlarının uzun tarihi içindeki en vahşi saldırganlık, İsrail tarafından yapılan en zalimce güç kullanımıydı, Lübnan’ın bütün bölgeleri bombalandı, sivil alanlar bile. O andaki gerekçe tıpkı şimdi olduğu gibi savaşçıların halkın arasında saklanmalarıydı. Bu görülmemiş ikiyüzlülükteki bir tezdir: Ne yapsınlar istiyorlar, gidip boş bir arazide toplanıp “Bizi burada bombalayın!” diye pankart mı açsınlar. Bu saçma. Gerçek şudur ki İsrail elbette silahlı olan kitlesel politik partileri ezmek istiyor, silahlılar ama silahlanmak zorundalar çünkü sürekli olarak tehdit altındalar. Bunlar silahlı halk hareketleridir. Silahlı üyelerinin çoğu garnizonlarda yaşayan profesyonel savaşçılar değil. Sorunun bütün bu yönlerini ele aldığınız zaman, uluslararası insani kurumlar tarafından ifade edilmiş olan, tırmanan, artan endişelerin çok çok ciddi zeminleri mevcut.

Birçok insan şu anda Gazze halkının gerçekten kitlesel bir kıyım tehdidi altında olduğunun farkında. Bu her zamanki abartmalardan ibaret değil, bu, her gün, sivillerin toplandığı yerlerin kitle cinayetleriyle sonuçlanan biçimde hedef alındığı sözüm ona kazaların birbirini izlemesiyle birlikte ortaya çıkan aklı başında bir değerlendirme. İsrail açısından fiyaskonun tek alternatifi kara saldırısını yerleşimlerin olduğu bölgelere doğru ilerletmek. En kötü hal senaryosu oldukça muhtemel hale geliyor; bu, yaralananlar bir yana binlerce insanın öldürülmesi anlamına geliyor ki bu da kesinlikle çok korkutucu bir durum.

Daniel Finn: Hamas, İsrail ile yaşanan bu son çatışmadan muzaffer hatta kısmen muzaffer olarak çıkar gibi görülürse, bunun anlamı ne olacak? Bu Hamas’ın ayakta kalması için yeterli midir? Yani ayakta kalmaya çalışmaları yeterli mi?

Gilbert Achcar: Hamas bu savaşta ayakta kalırsa öyle olur. Gerçek şu ki coğrafi koşullar nedeniyle, zaten Hizbullah saflarında 2006’da verilenden elbette çok daha yüksek oranda kayıp vermiş durumdalar. İsrail bombardımanının başladığı gün, daha ilk gün, hatırlarsanız, Hamas güvenlik güçlerinin binalarını hedef alınmıştı ve ölü sayıları hemen çok yükseldi. Ama liderlik ve temel yapı düzeyinde büyük tavizler vermeden ya da hiçbir taviz vermeden diyelim az çok varlıklarını korumayı başarabilirlerse, yani “Füze atmayı durduruyoruz ama İsrail de ateş açmaya ve ablukaya son versin, bizi sıkıştırmayı durdursun" gibi bir anlaşmaya ulaşabilirlerse, bunun anlamı bir İsrail fiyaskosu olacaktır ve bu da kendileri açısından Hizbullah’ın 2006'da elde ettiğine benzer bir politik zafer olarak görülecektir.

Ancak konuştuğumuz anda, bu durum tamamen varsayımsal nitelikte çünkü işlerin nasıl evrileceğini tahmin edemeyiz. Dünya düzeyinde olmasa da bölgesel düzeyde gerçekten açık seçik olan şey, bu İsrail saldırısının Hamas’ın popülaritesini muazzam biçimde arttırdığı. Ancak Hamas ile Fetih arasındaki bu rekabet yüzünden aynısının Gazze’deki Filistinliler bakımından birebir geçerli olduğuna kesin gözüyle bakamayız. Bu noktada karışık raporlar geliyor. Elbette Fetih destekçileri “Hamas bizi bu berbat duruma soktu, onlar yüzünden başımız belaya girdi; elbette ilk suçlanması gereken İsrail’dir ama….” falan diyeceklerdir, bu bazı Arap rejimlerinden de duyduğumuz aynı “ama”dır. Elbette bu İsrail saldırısı ile işbirliği içinde olan Mısır hükümetinin ta en başından beri ifade ettiği şey de budur, Birleşik Devletlerin Arap müttefiklerinden orda burada duyduğumuz da budur, 2006’da duyduğumuz söylemin aynısıdır bu, Lübnan’daki İsrail saldırısı karşısında Hizbullah’a yöneltilen aynı suçlamalardır. Hamas ile ilgili nihai politik sonucu göreceğiz. Bence, şu anda uzun vadede ve hatta orta vadede olacaklar bakımından herhangi bir değerlendirme yapmak için erken. Şu an için, dediğim gibi, Hamas bakımından bölgesel düzeyde açık olan tek şey popülaritesinin artması ki bu da neredeyse İsrail, tek bir Arap hedefini seçip ona saldırmaya başladığı her durumda karşımıza çıkan otomatik bir sonuçtur. Hedef alınan, İsrail’e duyulan nefret ve İsrail’in bölgedeki sürekli saldırganlığı yüzünden otomatik olarak popüler hale gelir: İsrail’in bütün kurbanlarının ve özellikle de İsrail’e karşı direnen bütün güçlerin bölgede popülarite elde etmesi kaçınılmazdır.

Daniel Finn: Geçen hafta Fetih içindeki daha genç kuşağın belirli bir düzeyde hoşnutsuzluk duyduğu konusunda bazı yorumlar geldi. Marwan Barghouti’nin hapishane hücresinden Mahmut Abbas'ın yaptığı açıklamalar konusunda gönderdiği eleştirel mesajlar vardı. Bu durumun mevcut Fetih liderliğini zayıflatacak kadar önemli bir düzeye ulaşması sizce muhtemel mi, gidişatı değiştirecek bir Fetih liderliği değişikliğini muhtemel görüyor musunuz?

Gilbert Achcar: Barghouti bir anlamda Fetih için bir kozdur. Mahmut Abbas zaten elindeki kartları önemli ölçüde yaktı. Artık hiçbir inandırıcılığı kalmadı, sadece bölgesel oyunun ikinci derecedeki bir piyonu, teslim olmuş bir adam olarak görülüyor. Fetih içindeki bile popüler değil, yani Fetih'in aslında hemen ya da çok yakında bir başka liderliğe ihtiyacı olacağı açık ve Barghouti bir alternatif olabilir. Ama hapiste olduğu için, kaderi büyük ölçüde elbette İsrail ve Washington'a bağlı. Şu anda, Barghouti’nin hapisten salıverilseydi nasıl davranacağını bilmek zor. Ana sorun, ABD ve onların bir numaralı Filistin dayanağı Muhammed Dahlan ile nasıl bir ilişki kuracağı. Dahlan ve Barghouti 2006 seçimlerinde seçim ittifakına gittiler. Bunun anlamı Abbas sonrası Fetih içinde de işbirliğini koruyacakları ve bütünlüklü hakim bir ekip oluşturacakları mı yoksa rekabet içinde mi olacaklar? Bunu göreceğiz.

Daniel Finn: Özel olarak Mısır rejimi ve şu ya da bu ölçüde bütün ABD yanlısı Arap rejimleri için söylediğiniz gibi, İsrail ile özellikle Mübarek rejimi arasında bir suç ortaklığı görüyoruz. Tarif ettiğiniz gibi, şiddet daha da tırmanacak olursa, İsrail Gazze’de yaşayan Filistinlilere karşı daha da zalim yöntemler kullanarak, yaralı bir hayvan gibi davranacak olursa, Mısır hükümeti kendi halkı arasında zaten çok yükselmiş olan öfkeyi ne kadar zapt edebilir?

Gilbert Achcar: Sadece suç ortağı olarak görülmüyorlar. Gerçekten de İsrail ile suç ortağı onlar: Başlamadan önce saldırıdan haberdar edildiler ve bu da basında bildirildi. Saldırı başladığı gün Londra’da yayımlanan Arap günlük gazetesi Al-Quds al-Arabi, Batı Şeria’daki muhabirinin ağzından, bir gün önce Kahire’de bulunan İsrail dış işleri bakanı Tzipi Livni’nin Mısırlı yetkililere İsrail’in Hamas’a karşı bir operasyon başlatacağını söylediğini ileri süren bir makale yayımladı. Mısır istihbaratının başkanı General Süleyman, kendisinden İsrail’in özel olarak Hamas savaşçılarını hedef almasını ve sivilleri korumasını istemiş. Makale yayımlandığı gün saldırı başladı ve Gazze’deki polis garnizonları hedef alındı. Yani yüzeyde, bu sivilleri ayıran ve özel olarak silahlı güçleri hedef alan bir saldırıydı. Bu da olacaklar konusunda haberdar edildikleri ve saldırı başladığında silahlı güçlerin saflarındaki yüksek ölü sayısının da gösterdiği gibi gafil avlanan Hamas’a bunu söylemediklerini bir kuşku perdesinin ardından gösteriyor.

Mısır hükümeti ve diğer ABD yanlısı Arap rejimleri Hamas’ın zayıflamasını çok istiyorlar. Hamas’ın kökünün kazınmasını amaçlamıyorlar, çünkü bunun mümkün olabilmesi için çok daha muazzam ve travmatik bir insani maliyetin gerektiğini biliyorlar. İran ile olan ilişkilerini koparmaktan ve hayatta kalmak için kendilerine bağımlı olmaktan başka bir seçeneği olmayan ehlileştirilmiş bir Hamas istiyorlar. İstedikleri bu; ehlileştirilmiş bir Hamas istiyorlar ve bu işi de İsrail’in yapmasını bekliyorlar. Yani İsrail Hamas’a dersini verecek ve sonra Mısır ve Mısır’ın arkasından da Suudiler ve Ürdünlüler Hamas’a şöyle diyecekler: "Bak, bizimle işbirliğine gitmekten başka seçeneğin yok; ya bizim koşullarımızla oyuna katıl ve İran ve Suriye ile ilişkileri kopar, yoksa İsrail’le ve ezilme ihtimalinle tek başına kalırsın”.

Şimdi eğer İsrail operasyonu geri teperse, elbette hemen saf çıkarcılıkla kılık değiştirecekler. Kılık değiştirip İsrail’i kınamaya başlayacaklar ve fazla ileri gitmeyen kınama mesajları yayınlayacaklar. Mısır rejimi İsrail ile Gazze’nin Mısır tarafındaki uluslararası birlikler konusundaki anlaşmazlığını tırmandırabilir ki bu da İsrail’in talep ettiği ama Kahire’nin reddettiği bir konudur. Kahire ve dostu Arap rejimleri, İsrail’le kapışıyor gibi yapıp ama bunu sorumlu bir biçimde gerçekleştirdiklerini, çünkü İsrail ordusunun gücünü bildiklerini ve halkın refahına özen gösterdiklerini, dolayısıyla Hamas’taki manyaklar gibi olmadıklarını vs. Söyleyecekler. İşte bu onların ikiyüzlü söylemlerinin bir parçası.

Daniel Finn: Hizbullah Lübnan’da Hamas ve Gazze halkı ile dayanışma adına çok büyük gösteriler düzenledi. Desteklerinin politik düzeyde kalması muhtemel mi yoksa bazılarının oldukça panik içinde spekülasyonda bulundukları gibi Hizbullah’ın İsrail’e karşı kuzey sınırında ikinci bir cephe açması olasılığı var mı?

Gilbert Achcar: Bence o tür bir olasılık hiç yok. Dün Lübnan’dan Kuzey İsrail’e atılan 3 füze Şam ile bağlantılı küçük Filistinli gruplardan birisi tarafından atılmış gibi görünüyor. Hizbullah derhal her türlü sorumluluğu inkâr etti ve Hizbullah’ın temsil edildiği Lübnan koalisyon hükümeti bu füzelerin atılmasını oybirliği ile kınadı. Bu aşamadaki gerçeklik, çok büyük gösteriler ve eylemler olmasıdır ama Hizbullah aynı zamanda 2006’dan da dersler çıkarttı. Hatırlarsanız, 2006’daki 33 Gün Savaşından sonra Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah bir söyleşide İsrail’in 12 Temmuz’da iki askerinin kaçırılmasından sonra davrandığı gibi davranacağını bilseydi Hizbullah’ın bunu yapmayacağını söylemişti. Şunu kast etmişti: “Ülkeme saldırıp halkımdan 1500 kişiyi öldüreceklerini bilseydim, onlara bunun için bir gerekçe vermezdim”. İnsani duygulara hitap ederek bunu kast etmiştir.

Aynı zamanda İsrail açısından kaçırma eyleminin sadece bir gerekçe olduğunu biliyoruz: Hiçbir asker kaçırılmasaydı da İsrail o zaman yapmaya çalıştıkları şey için bir gerekçe bulur ya da yaratırdı. Hizbullah, 1701 sayılı BM Güvenlik Konseyi Kararını kabul etti, bunun anlamı sadece Lübnan birliklerinin Güney Lübnan’a yerleştirilmesi değil bu durum tam olarak Hizbullah’ın çıkarına olmasa da aynı zamanda uluslararası güçlerin, UNIFIL’in de yerleştirilmesiydi, çünkü bu güçler ağırlıklı biçimde NATO güçlerinden oluşuyor ve Hizbullah’ın kendisine karşı potansiyel bir tehdit oluşturuyor. Bunları yine de kabul etmek zorunda kaldılar çünkü alternatif o korkunç savaşı sürdürmekti ve o düzeyde insani açıdan sınırlar mevcuttu. Hizbullah bu durumda ikinci bir cephe açmak türünden tamamen sorumsuz bir inisiyatif gibi görünecek bir şey yapamaz; özellikle de hem Şam hem de Tahran’dan bunun için yeşil ışık almadığında.

Öte yandan, Batı Şeria'daki Filistinlilerin kendileri, Hamas dâhil, bir cephe açmazken Lübnanlılardan ikinci bir cephe açmaları nasıl beklenebilir: Hamas Batı Şeria’dan füze atmadı. Bu durum, bu arada Hamas'ın Gazze'de tek başına iktidarı tam olarak ele geçirme, yani iki Filistin toprağını birbirinden ayırma kararının ne kadar ciddi bir hata olduğunu da gösteriyor. Kendilerine karşı Dahlan’ın ABD ve İsrail desteğiyle ateşli biçimde örgütlediği darbeyi önleyemeyebilirlerdi ama Filistin Yönetimi kurumlarındaki bütün Fetih varlığını da ezip geçmeyebilirlerdi Mücadeleye yönelik bölge düzeyinde inşa edilmesi stratejik bir ihtiyaçken, Filistin sahnesinin kendisi iki parçaya bölünmüş durumda. Ne yazık.

Bu olaylar aynı zamanda stratejik silah seçimi işini de tartışma konusu haline getiriyor. Hamas kuşkusuz kahramanca direniyor ama Lübnan’daki koşulları Filistin’deki koşullarla kıyaslayamayız. Lübnan’a yönelik İsrail işgalinin sürdüğü yıllarda, Hizbullah temelde işgalci güçlere karşı Lübnan topraklarında yoğunlaşarak bir yıpratma savaşı veriyordu. İşgalciyle 1996 Nisan ayında, ABD arabulucucuyla, şunu ifade eden bir anlaşmaya bile ulaştı: "Lübnan’daki silahlı gruplar İsrail’e yönelik Katyuşa füzeleri ya da diğer silahlarla hiçbir saldırı düzenlemeyecek. İsrail ve onunla işbirliği içinde olanlar da Lübnan’daki sivillere ya da sivil hedeflere yönelik hiçbir silahlı saldırıda bulunmayacak. Bunun da ötesinde, taraflar hiçbir koşul altında sivillerin saldırı hedefi yapılmayacağı ve sivil yerleşim alanlarının ve sanayi-elektrik tesislerinin saldırıların zemini haline getirilmeyeceğini taahhüt ederler". Lübnan topraklarının coğrafi yapısı ve Lübnan’daki yerleşim alanlarındaki İsrail güçlerinin varlığı bir popüler direniş stratejisini mümkün kıldı ve bu da nihayetinde 2000 yılında yenilgi gibi görünen koşullarda İsrail’in Güney Lübnan’dan çekilmesiyle sonuçlandı.

Ancak Gazze örneğinde, İsrail birlikleri Şerid’in içlerinden çekilerek onu çevrelediler. Güney İsrail’deki yerleşim alanlarına füze atarak onlarla askeri olarak çatışmak stratejik olarak fazla bir anlam ifade etmiyor. Esas nokta şu ki işgal altındaki Filistin topraklarının bakış açısından, 1967’den bu yana Filistinlilerin İsrail devletine karşı mücadelesinin bir bilançosunu çıkartacak olursanız, Filistin mücadelesinin etkinliğinin zirvesine ateşli silahlar, intihar bombaları, füzeler ve bu tür şeyler olmadan sadece kitlesel seferberlikle, Taş Devrimi denilen birinci İntifada ile ulaştığı çok açıktır. İsrail için en berbat durum buydu: İsraillilere çok ciddi bir politik sorun yaşattı.

Buradan alınacak bir ders var. Bunlar bölgedeki bütün güçlerin yeterince dikkate almadığı stratejik konular. Bugün Filistin mücadelesinde dinden esinlenen birçok maksimalizm biçimi var, tıpkı dünün ulusalcı esinli maksimalizmleri gibi, ama bu koşullarda strateji oluşturmaya yönelik herhangi bir gerçekçi değerlendirme yok. Sözünü ettiğim elbette FKÖ’nün, yani Filistin Yönetimi’nin, Arafat ve şimdi de Mahmut Abbas’ın “gerçekçilik” adına gerçekleştirdikleri teslimiyet stratejisi değil, ama bir direniş ve kurtuluş stratejisi, mevcut koşullarda İsrail’e dayatılması mümkün olan hangi stratejik hedef varsa bunu dayatmaya yönelik popüler bir direniş stratejisi. Hâkim nesnel koşullarda İsrail’i 1967’de işgal edilen topraklardan çıkarmak, bu toprakların kendi hükümetlerini demokratik biçimde seçmelerini sağlamak ve en azından politik egemenlikten yararlanmalarını sağlamak mümkün; bu, bugün İsrail’in ve batılı destekçilerinin Hamas’ın seçim zaferine nasıl tepki gösterdiklerini düşünürseniz mevcut olmayan bir durum.

Bu acil hedefin ötesinde, tek anlamlı uzun vadeli strateji İsrail toplumunun kendi içinde bir rahatsızlık yaratmayı içerebilir. Bu hem FKÖ hem de Hamas stratejisinde gördüğümüz gibi tamamen İsrail toplumunun dışından bir yerden tasarlanamaz. İsrail’i dışarıdan askeri olarak yenilgiye uğratma ihtimali yok: Konvansiyonel biçimde yok çünkü silah gücü onu çevreleyen bütün Arap devletlerinden çok daha güçlü, üstelik bu çevrenin hiçbir parçasının İsrail’le çatışmak istememesi de işin bir başka yanı; sadece Mısır ve Ürdün değil Suriye için de geçerli bu. Bütün tarihsel Filistin’in kurtuluşuna yönelik bir “popüler savaş” bir anlam ifade etmiyor çünkü İsrailliler 1967 öncesi topraklardaki ezici çoğunluğu oluşturuyorlar. Bu ABD’nin Vietnam ya da Afganistan ya da Irak’taki ya da İsrail’in Lübnan’daki işgal ordusu gibi bir ordu değil. Bunun da ötesinde, herkes biliyor ki İsrail 1960’ların sonlarından bu yana bir nükleer güçtür. İsrail devletini dışarıdan imha etmeye yönelik her türlü düşünce kelimenin bütün anlamlarıyla akıl dışıdır.

Yani enternasyonalizmin gerekleri, yani Siyonist devlet üzerinde arzu edilir türden bir zafer elde etmek bir yana, onu İsrail’i kendi toplumu içinde önemli bir sarsıntı yaratma ihtiyacını dikkate almadan yenmeye yönelik herhangi bir anlamlı strateji düşünülemez, İsrail toplumunun büyük bir bölümü İsrail hükümetinin saldırgan siyasetlerine aktif biçimde karşı çıkmakta ve adalet, kendi kaderini tayin hakkı ve her türlü ayrımcılığın sona ermesine dayalı kalıcı bir barışın yerleştirilmesi için mücadele etmelidir. Bu çok büyük, önemli bir öngerekliliktir. 1988’deki İntifada’nın bu kadar önemli olmasının nedeni de budur: İsrail toplumunda gerçek, derin bir kriz yaratmıştır.

Ama şu anda tanık olduğumuz durum İsrailliler arasında tarihlerinin en saldırgan, katı ve zalimce saldırısı karşısında çok yüksek bir bütünlük ve kayıtsızlık derecesi ve bu da çok rahatsızlık verici bir durum. Söz konusu koşullarda 2006’daki gibi fiyaskolar elde etseniz bile, bundan ne çıkar? İsrail toplumunun önemli kesimlerinin Siyonizm bir yana, hükümetlerinin siyasetinden koparak tıpkı Birinci Dünya Savaşı sırasındaki Alman toplumu ya da Vietnam savaşı sırasındaki ABD toplumu gibi savaş karşıtı bir yöne çekilmesi değil, daha da fazla sağa kayma ile karşı karşıyayız. Bölgedeki toplam manzara bu yüzden çok karanlık; çünkü dediğim gibi bu saldırı bir fiyasko ile sona ererse ki bunu arzuluyoruz, bunun şu anda hükümette olanlardan da berbat birisi olan Netanhayu için ne anlama geleceğini baştan biliyoruz. Bütün bunların nerede sona ereceğini görmek çok zor.

Daniel Finn: Filistinliler açısından çok tehlikeli, belki de 1967’den bu yana karşılaşılan en tehlikeli durumu yaşıyoruz. İsrail medya çevrelerinde, müesses nizam çevrelerinde, Gazze Şeridi’nin Mısır yetkililerine verilmesi, Batı Şeria’nın yerleşim olan bölgelerinin Ürdün’e verilmesi ile ilgili söylentiler var. Bu ya da buna benzer bir plan hayata geçirilirse, bu elbette önümüzdeki yıllarda Filistin ulusal özlemleri açısından ölümcül sonuçlar yaratacaktır. Filistin toplumu içindeki güçlerin ulusal hareketin şansını yükseltmeye yönelik hangi adımları atması gerektiğini düşünüyorsunuz?

Gilbert Achcar: Ben işlerin sizin tarif ettiğiniz gibi olacağını düşünmüyorum. Öncelikle, Ürdün monarşisinin kendisi Batı Şeria’nın denetimini alacak olsaydı bugün biraz korkuyor olurdu. Bu durum gerçek bir olasılık olduğunda, Filistinlilerin artan militanlığını dikkate zaten almışlardı, yani önceki kral Hüseyin tarafından tasarlanan planların yapısının, yani Batı Şeria’ya ya da Batı Şeria ile Gazze’ye bir ölçüde öz yönetim derecesi tanıyan planların federatif olmasının nedeni buydu. Ama şu anda sorun, Ürdün monarşisinin Mahmut Abbas’ın Filistin halkını ehlileştirme olasılığına güvenememesi sorunu. Son derece radikalleşmiş bir halkla karşı karşıya olduklarını ve bunun yeni bir bütünleşme, Batı Şeria’daki Filistinlilerle zaten nüfusun çoğunluğunu oluşturan Ürdün’deki Filistinliler arasında bir kaynaşma olduğunu biliyorlar ki bu da Ürdün monarşisi açısından çok tehlikeli bir durum olur. Sorun budur.

Batı Şeria’nın Ürdün ile yeniden birleştirilmesi kesinlikle Filistinlilerin çıkarına olurdu çünkü Batı Şeria ve Gazze’deki sözde bağımsız devlet bir anlam ifade etmiyor. İki devletli çözümü eleştirenlere bu noktada tam olarak katılıyorum: Batı Şeria’daki sözde bağımsız devlet, İsrail ile Ürdün arasında çekiç ve örs arasına sıkıştırılmış gibi rehin alınacaksa, bir anlam ifade etmiyor. Bu durumda Filistin halkı, Ürdün tarafından sunulan zorunlu nefes alma alanına ve çıkışlara ihtiyaç duyuyor, Ürdün nehrinin iki yakası arasındaki insani ve ailesel süreklilikler bir yana bırakılsa bile bu durum geçerli. İki yaka arasında doğal tarihsel bir insani topluluk birliği var ve bu topluluğun kendi kaderini tayin hakkını kullanabilmesi için Ürdün’de farklı bir hükümete, gerçekten demokratik bir hükümete, şu anda olduğu gibi nüfusun çoğunluğunun kabilesel nitelikli etnik bölünmeler yaratan bir rejim tarafından ezilmediği bir hükümete ihtiyaç var.

Bu yüzden iki yakanın yeniden birleşmesi şansının Ürdün hükümetinin istediği ya da hatta aktif biçimde ele aldığı bir olasılık olduğunu düşünmüyorum. 1988’de kral Hüseyin, krallığı ile Batı Şeria arasındaki bağlantıları resmi olarak kopardı. Neden böyle yaptı? Çok basit bir nedeni var çünkü 1988’de İntifada tam gaz ayaktaydı; babasının 1948’de Siyonistlerle yaptığı anlaşmadan bu yana yönetebildiği türden bir Batı Şeria’nın; monarşinin 1967’ye kadar önemli sorunlar olmadan yönetebildiği ve daha sonra İsrail işgali altına giren bir Batı Şeria’nın artık İntifada’nın ışığında yönetilemez hale geldiğini anlamıştı. Batı Şeria sıcak kestane oldu; uğraşmak çok tehlikeli hale geldi ve bu yüzden resmi olarak ilişkileri kesti ve Batı Şeria’ya yönelik bütün iddialarından vaz geçti.

Daniel Finn: Filistin siyasal sahnesinin öngörülebilir gelecekte Hamas ve Fetih’in mülkü olarak kalmasını muhtemel görüyor musunuz yoksa şu anda marjinal olan kimi güçlerin burada genişleme olasılıkları var mı?

Gilbert Achcar: Şu anda o yönde çok fazla olasılık görmüyorum. Yani, şu an için Fetih ve Hamas’tan ibaret olan iki büyük aktöre meydan okuyan gerçek bir güç yok. Var olan diğer güçler, özellikle de Filistin solu, birçok olanağı kaçırdıktan sonra savaş yıllarında inandırıcılığını yitirdi. Bu yüzden henüz duymadığımız ve olgunlaşması yine de biraz zaman alabilecek kimi yeni güçler ortaya çıkmadıkça, aniden mucizevî bir gelişme beklenemez. Mevcut koşullarda olabilecek olan şey Filistin toplumundaki iki kutupsal güç içindeki yeni evrimlerdir; yani Fetih içindeki farklı fraksiyonlar ve Hamas içindekiler arası bir mücadele. Bu iki güç de, çok sayıda üyeye sahip büyük güçler olduklarından, monolitik değiller. Bunların kendi içinden oluşabilecek değişimler dışarıdan yeni güçlerin beklenmedik yükselişinden çok daha muhtemel şu an için.

Bunu söyledikten sonra, üçüncü bir gücün, Filistinliler arasında mevcut olan ve Gazze’de bile, Fetih ya da Hamas’ı dengeleyecek kadar güçlü olmasa da ihmal edilemeyecek nitelikte olan sol geleneğe dayalı ilerici bir hareketin yükselmesini son derece kuvvetle istediğimi belirteyim. Kimi Filistinli sol grupların sahnede gerçek bir oyuncu olarak yer almasını çok isterim. Ama açık sözlü olmak gerekirse, şu an için, umut ya da isteğin ötesinde, bu gerçekçi bir olasılık değil, bunun bir öncülünü göremiyoruz.

Notlar:

Irish Left Review'da 15 Ocak 2009'da yayınlanan İngilizce orjinalinden Sendika.org tarafından çevrilmiştir.