Kitabınız Filistin’deki İsrail işgalinin Ariel Şaron’un liderliğindeki son üç yılını kapsıyor. Bu dönem boyunca İsrail’de kararların siyasi iradeden ziyade ordu tarafından alındığının açığa çıktığını iddia ediyorsunuz. Biraz açar mısınız?

İsrail askeri ve siyasi sistemi her zaman iç içe olmuştur. Ordudan doğrudan hükümete geçen generaller olmuştur. Fakat ordunun siyasi statüsü Şaron’un hakimiyetinde daha da güçlenmiştir. Üst düzey askerler basına brifing verirler (İsrail medyasındaki haberlerin en az yarısı ordu kaynaklıdır), yabancı diplomatların görüşlerini şekillendirirler, yurtdışında diplomatik görevlerde bulunurlar, hükümet için siyasi planlar hazırlarlar ve siyasi düşüncelerini her fırsatta ifade ederler.

Askeri istikrara karşılık İsrail siyasi sistemi aşamalı çöküş sürecinde. Dünya Bankası’nın Nisan 2005 tarihli bir raporunda İsrail, yolsuzluk endeksinde İtalya hükümeti’nin ardından ikinci sırada, en bozuk ve en verimsiz ülkelerden biri olarak değerlendirilir; siyasi istikrar endeksinde de en düşük seviyededir. Şaron oğullarıyla birlikte, mahkemelere intikal etmeyen ciddi rüşvet suçlamalarıyla itham edilmiştir. Şaron’un yeni kurduğu ve şu an Şaron’un halefi Olmert ile iktidarda olan parti Kadima, parti içi kurumların ya da yerel şubelerin olmadığı, hiyerarşik bir üyeler yığınıdır. 22 Kasım 2005’te yayınlanan tüzükleri parti liderine, oylama yapmadan ya da herhangi bir parti organının onayına sunmadan standart demokratik süreçleri atlama ve meclis aday listesini tayin etme hakkı veriyor.

İşçi Partisi herhangi bir alternatif önermeyi başaramamıştır. Son iki İsrail seçiminde İşçi Partisi başbakanlık için barışçıl adaylar seçti: 2003’te Armam Mitzna ve 2006’da Amir Peretz. İki aday da ilk başta büyük coşkuyla karşılandı, ama kendilerini “siyasi haritanın merkezi”nde konumlandırmak amacıyla, partileri ve danışmanları tarafından anında susturuldular ve otosansür uyguladılar. Programları kısa zamanda Şaron’un programından farksız hale geldi. Hatta Peretz “dış politika ve güvenlik” konularında tam olarak Şaron gibi hareket edeceğini (ama toplumsal değişim de getireceğini) beyan etti. Böylece bu adaylar Şaron’un yolunun doğru olduğu konusunda İsrailli seçmenleri ikna etmeye yardımcı oldular. Son yıllarda, Şaron ve generaller yönetimine hiçbir zaman hakiki bir sol muhalefet olmamıştır. Her seçimden sonra İşçi Partisi hükümete katılmış ve uluslararası imaj için generallerin ihtiyaç duydukları barışçıl görüntüyü sağlamıştır.

Siyasi sistemin çöküşüyle ordu, İsrail politikasını şekillendiren ve uygulayan tek organ olarak kalmıştır. İsrail’in son Lübnan saldırısı (bu konu kitaba dahil değildir) boyunca, ordunun, çevresindeki generaller tarafından oynatılan bir kukla gibi ekranlarda boy gösteren Savunma Bakanı Peretz aracılığıyla hükümeti yönlendirdiği yaygın bir kanı halini aldı. 

Şaron, İsrail ve Batı söyleminde, ebedi savaş felsefesinden, ılımlılık ve imtiyaz felsefesine dönüşüm geçiren bir lider olarak ifade edilir. Bu sizin kitabınızdan çıkan fotoğraf değil.

Kitaptaki sorulardan biri, İsrail’in sahip olduğu en acımasız, ahlaksız, ırkçı ve manipülatif lider olan Şaron’un nasıl oluyor da siyasi kariyerini efsanevi bir barış kahramanı olarak bitirdiği. Benim cevabım Şaron’un hiç değişmediğidir. Şaron mitinin doğuşu, propaganda sisteminin bilinçlilik inşasındaki mevcut gücünü yansıtıyor.

Şaron dört yıllık görev süresi boyunca Filistinlilerle her türlü müzakere fırsatını durdurdu. 2003’te – yol haritası döneminde – Filistinliler planı kabul etti ve ateşkes ilan etti. Fakat, Batı dünyası yeni barış dönemini kutlarken, İsrail ordusu Şaron’un liderliğinde suikast politikasını yoğunlaştırdı, işgal altındaki Filistinlilere tacizi sürdürdü ve nihayetinde Hamas’ın askeri ve siyasi liderlerini öldürdüğü topyekün bir savaş ilan etti. Daha sonra, Batı dünyası nefesini tutmuş bir buçuk senedir Gazze geri çekilişini beklerken, Şaron Ocak 2005’te seçilen Filistin Başkanı Mahmud Abbas’ı düşürmek için elinden geleni yaptı. Şaron, Abbas’ın (terörle savaşmadığı için) uygun bir ortak olmadığını ilan etti ve bütün yenilenmiş müzakere önerilerini reddetti.  

İşgal altındaki topraklardaki Filistinlilerin günlük realitesi hiçbir zaman Şaron döneminde olduğu kadar gaddar olmadı. Şaron, Batı Şeria’nın İsrail’e sınır bölgelerinde büyük bir etnik temizlik projesi başlattı. Duvar projesi Filistinli köylülerin bu bölgedeki topraklarını çalıyor, tüm kasabaları hapsediyor ve bölgenin sakinlerine yaşamak için bir yol bırakmıyor. Proje devam ederse projeden etkilenen 400.000 Filistinlinin çoğu, halihazırda Batı Şeria’nın kuzey kasabası Kalkilya’da olduğu gibi, göç etmek ve Batı Şeria merkezindeki varoşlarda yaşamlarının çaresine bakmak zorunda olacak. Gaza Şeridi’ndeki İsrail yerleşim merkezleri boşaltıldı, fakat Şerit dış dünyadan tamamen yalıtılmış, açlık sınırında ve karadan, denizden, havadan İsrail ordusunca terörize edilmiş büyük bir hapishane durumunda.

Şaron’un vasiyeti, kitabın kapsadığı dönemde açığa çıktığı gibi, sadece Filistinlilere değil, İsrail ordusunun potansiyel destekçi olarak gördüğü, bugün için Lübnan, yarın için İran ve Suriye’ye karşı ebedi savaştır. Aynı zamanda, Şaron’un vasiyetinin tamamladığı nokta, savaşın, her zaman için yorulmak bilmez bir barış arayışı olarak pazarlanabildiği. Şaron İsrail’in Filistinlileri tutsak edebileceğini, havadan bombalayabileceğini, Batı Şeria’daki topraklarını çalabileceğini, her türlü barış şansını durdurabileceğini, fakat yine de Batı dünyası tarafından İsrail-Filistin sorununun barışçıl tarafı olarak görülebileceğini kanıtladı.

Kitabınızın açılışını yapan, 2003 Yol Haritası planı barış için gerçekçi bir bakış sundu mu? 

Bu soruyu cevaplamak için önce sorunun neyle ilgili olduğu konusunda hafızalarımızı tazelemek gerekir. İsrail söyleminden bunun İsrail’in varolma hakkı ile ilgili olduğu izlenimi ele edilebilir. Bu görüşe göre Filistinliler mültecilerinin geri dönmesini talep ederek İsrail devletinin altını oyuyor ve bunu terör ile yapmaya çalışıyor. Anlaşılan bunun, pratikte İsrail’in 1967’den bu yana işgal ettiği Filistin toprakları ve kaynaklarıyla (su) ilgili basit ve klasik bir sorun olduğu unutulmuşa benziyor. Yol Haritası belgesi herhangi bir toprak boyutu içermiyor. Planın en son olan üçüncü aşamasında işgal sona erecek. Fakat plan, bu üçüncü aşamada İsrail’den herhangi bir talepte bulunmuyor. Çoğu İsrailli, işgali ve sorunu sona erdirmenin İsrail ordusunun topraklardan geri çekilmesi ve yerleşim merkezlerinin boşaltılması dışında bir yolunun olmadığını biliyor. Fakat bu temel kavramlar, sadece planın ilk aşamasında yerleşim merkezlerinin genişlemesinin dondurulmasından ve son yapılan yerleşim merkezlerinin yıkılmasından bahseden belgede ima bile edilmiyor.

Yine de yol haritası planı, ilk aşamada ne olması gerektiğini belirlediği için değerli ve önemli. Bu aşama, zamanın CIA başkanı George Tenet’in Haziran 2001’de önerdiği ateşkes planı önerisini tekrar ediyor. Bu aşamanın özü, huzur sağlamak için iki tarafın da katkıda bulunması gerektiği bir ateşkes ilan etmek. Filistinliler, bütün terör ve silahlı faaliyetlerini durdurmalı ve İsrail de güçlerini Eylül 2000’deki Filistin intifadası öncesi konuma geri çekmeli. Bu İsrail’den önemli bir talep, çünkü Eylül 2000’de Filistin’in Batı Şeria’da kontrol ettiği geniş bölgeler vardı. O dönemki koşulları sağlama talebini uygulamak, aynı zamanda, İsrail’in o dönemden bu yana tesis ettiği birçok kontrol noktasını ve askeri karakolları kaldırmak anlamına gelmeli.

Bu talebin karşılanmasının, huzurun sağlanmasına ve en azından müzakereler için koşulların yaratılmasına katkıda bulunacağı şüphe götürmez. Fakat belirttiğim gibi İsrail bu kadarını bile reddetti ve yol haritası planını aynı Tenet’in planını yaptığı gibi durdurdu.

Kitabınızda işlediğiniz ana konulardan biri Gazze’den çekilme ve Gazze’deki yerleşimlerin boşaltılması. Fakat sizin çekilmenin perde arkasında neler olduğu konusundaki analiziniz, eleştirel çevrelerdeki algılamalardan bile oldukça farklı.

Eleştirel çevrelerdeki yaygın bir görüş Şaron’un, yerleşim merkezlerinin korunmasının çok maliyetli olduğu ve çabalarını Batı Şeria’yı tutmak ve buradaki yerleşimi genişletmek ana hedefine odaklamayı tercih ettiği için Gazze yerleşim merkezlerini boşaltmaya karar verdiği şeklinde. Şaron’un, çekilme planını İsrail’in Batı Şeria’daki kontrolünü genişletmek ve güçlendirmek için kullandığı konusunda hiç şüphe yok. Ama ben Şaron’un, Gazze’yi elde tutmak çok maliyetli olduğu için ondan vazgeçtiği konusunda elde hiç kanıt olmadığını iddia ediyorum.

Tabii ki, Gazze’nin işgal altında tutulması her zaman için maliyetli olmuştur ve İsrail’in en sadık genişleme taraftarlarının bakış açısından bile İsrail’in dünyadaki en yoğun nüfuslu ve doğal kaynaklardan yoksun bu topraklara ihtiyacı yoktur. Sorun şu ki, Batı Şeria’yı elde tutmak isteyen biri Gazze’yi özgür bırakamaz. İşgal altındaki Filistinlilerin üçte biri Gazze şeridinde yaşıyor. Eğer özgür bırakılırlarsa Batı ve Arap dünyasına serbest erişimleri sayesinde Filistin özgürlük mücadelesinin merkezi olacaklar. Batı Şeria’yı kontrol etmek için İsrail’in Gazze’ye yapışması gerekiyor. Bu açıdan bir önceki işgal modeli en uygun seçimdi. Şerit, içeriden ordu tarafından kontrol ediliyordu. Yerleşim merkezleri, ordu için destek sistemi oluşturuyor ve askerlerin vahşi işgalinin ahlaki mazereti oluyordu. Askerlerin mevcudiyetini, anavatanı koruma misyonuna dayandırıyordu. Dışarıdan kontrol ucuz olabilir, fakat uzun vadede başarı garantisi yoktur.

Ayrıca, Oslo yıllarından beri yerleşim merkezleri, hem yerel hem de uluslararası çevreler tarafından İsrail’in işgali sona erdirmedeki iyi niyetine rağmen çözülemeyen trajik bir problem olarak algılanıyordu. Bu kullanışlı mit, yerleşim merkezlerini boşaltmanın aslında ne kadar kolay olduğunu ve İsrail halkının geri çekilmeye olan desteklerinin ne kadar büyük olduğunu gösteren Gazze çekilmesi ile yıkıldı.

Şaron’un, Gazze yerleşim merkezlerini kendi isteğiyle boşaltmadığını, daha ziyade buna mecbur kaldığını iddia ediyorum. Şaron, İsrail’in yol haritasını sabote etmesi ve Batı Şeria duvarını inşasını takiben gelen uluslararası baskının zirvesinde, zaman kazanmak amacıyla geri çekilme planını tezgahladı. O zaman bile, daha öncekilerde de yaptığı gibi bu taahhüdünden kaçmak için bir yol aradığını gösteren belirtiler var. Fakat bu sefer Bush yönetimi tarafından bunu yapmaya zorlandı. Baskı, tamamen perde arkasında tutulmasına rağmen, askeri yaptırımları dahil edecek kadar büyüktü. Yaptırımların resmi bahanesi İsrail’in Çin’e silah satışıydı. Fakat, önceki seferde, İsrail’in anlaşmayı iptal etmeyi kabul etmesiyle kriz sona ermişti. Bu sefer, yaptırımlar emsalsizdi ve Kasım 2005’teki geçiş anlaşmasının imzalanmasına kadar sürdü.

Şu anda, İsrail üzerinde ABD baskısına dair bir işaret yok değil mi?

Evet, ABD baskısı yerleşim birimlerinin boşaltılmasıyla hemen sona erdi ve İsrail’in, Kasım 2005’te törenlerle imzaladığı anlaşmaları ihlal etmesine Condoleezza Rice’in gözetiminde izin verildi. O zamandan beri – İsrail, Gazze Şeridi’ni açık hava cezaevine çevirdiğinde, kuşatılmış Filistinlileri aç bırakmaya ve onlara bombalamaya başladığında – ABD İsrail’e tam destek verdi. Şaron’un hiçbir aşamada İsrail’in Gazze Şeridi üzerindeki egemenliği tamamen bırakacağı taahhüdünü vermediğine dikkat etmeliyiz. Çekilme planı, başlangıcından beri, İsrail medyasında 16 Nisan 2004’te yayınlandığı haliyle, İsrail’in Şerit üzerindeki askeri kontrolü çekilme öncesinde olduğu gibi dışarıdan sağlayacağını tayin ediyordu.

ABD’nin bakış açısına göre yerleşim merkezlerin boşaltılmasıyla amaca ulaşılmıştı. Uluslararası durgunluk sağlandığı sürece, Filistinlilerin çektiği çilelerin ABD hesaplarında hiçbir önemi yoktur. ABD için, “terörizmle savaş”taki yeni adımlara hazırlanırken, Irak işgalini sürdürmek için dünyanın İsrail işgalini sona erdirmeye yönelik duyarlılığını yatıştırmak önemliydi. Şimdilik bu amaca ulaşıldı. Batı dünyası, en azından medyası ve liderleri, Ortadoğu’daki yeni hamleden memnun kaldılar. Batı medyasındaki hakim dünya görüşü hâlâ İsrail’in üzerine düşeni yaptığı ve şimdi barış niyetlerini göstermek için sıranın Filistinlilerde olduğu şeklinde. Hamas’ın Filistin seçimlerindeki zaferiyle bu görüş daha da güçlendi. İsrail’in barış için bir ortağı olmadığına dair ezeli iddiası şimdi yeniden güçleniyor. Yıllardır, İsrail’in önce Arafat’ın, sonra da Abbas’ın iyi bir ortak olmadığı iddiasını kabul etmiş olanlar muhakkak ki Hamas’ın da iyi bir ortak olmadığını duymaya isteklidir.

2005’in sonundan bu yana, Bush yönetimi planlanmış “İran kampanyası”nı hızlandırmakta kararlı gözüküyor. Dolayısıyla, İsrail’in değeri bir kez daha artmakta. İsrail, yeni Hamas yönetiminin uluslar arası düzeyde tanınmasını engelleme ve Filistinlilere sert yaptırımlar uygulama  kampanyasında, ABD’de yeniden ortaya çıkan İslamofobik ortamı kullandı. İsrail güvenlik yetkilileri Batı’yı, küresel radikal İslami tehdit tabloları çizerek Hamas’ın İran ve Suriye ile olan bağlantısının tehlikeleriyle ilgili raporlara boğdu. Böylesi bir propaganda için koşullar hazırdı. Pentagon 3 Şubat’ta 2006 Dört Yıllık Savunma Gözden Geçirme Raporunu (Quadrennial Defense Review) yayımladı. Raporda neyi uzun bir savaş olarak tanımladığına dair vizyonunu açıkladı: “Mevcut durumda Irak ve Afganistan kritik savaş alanları, fakat mücadele, sınırlarının çok ötesine uzanıyor. ABD, ortakları ve müttefikleriyle birlikte bu savaşı eş zamanlı olarak birçok yerde ve gelecek yıllarda da sürdürmeye hazırlıklı olmalıdır.”

İsrail’in Hamas planı savaş tamtamlarıyla karşılandı. ABD yönetimi, Avrupa ve Arap ülkelerinden Filistin yönetimine direkt yardımın dondurulmasını istedi ve 15 Şubat’ta ABD Kongresi aynı yönde karar aldı. İsrail güvenlik yetkilileri, ABD yönetiminin rejim değişikliğine yönelik gizli faaliyetleri dahil, İran’daki faaliyetlerini – ki bu faaliyetler meyvelerini 2006’da vermeye başlamıştı – artırmasını uzun zamandır istiyordu. İsrail’in son Lübnan savaşı sırasında Seymour Hersh ve diğerleri tarafından ifşa edildiği gibi, ABD yönetimi bu savaşı İran’a saldırı seçeneği için bir hazırlık ve “test” olarak gördü.

 

ABD politikalarının şekillenmesinde İsrail lobisinin rolü ne oldu?

2005’te, ABD’nin İsrail üzerinde ağır baskı uyguladığı dönem boyunca Amerikan İsrail Halkla İlişkiler Komitesi (American Israel Public Affairs Committe - AIPAC) ve diğer lobi grupları ilginç bir şekilde tam bir sessizlik içinde kaldı. Kitapta ayrıntılandırdığım gibi bu itaat, iki AIPAC yöneticisinin – politika direktörü Steven Rosen ve İran uzmanı Keith Weissman – önce soruşturulması ardından da suçlanmasıyla sağlandı. Bu olay, Beyaz Saray’ın isterse güçlü İsrail lobisini bile susturabileceğini ortaya çıkardı. Bu, Chomsky ve diğerlerinin yıllardır iddia ettiği şeyi doğruluyor: İsrail lobileri, baskıları ABD politikaları ile uyumlu olduğu sürece güçlüdür.  

Fakat yeni İslamofobi dalgası AIPAC’ın kendine güvenini artırdı. Mart 2006’daki yıllık politika konferansı yeni muhafazakârların kutlama havasında yapıldı. Başkan yardımcısı Dick Cheney ve Birleşmiş Milletler elçisi John Bolton’un da dahil olduğu yönetimin en sıkı yıldızları konferansta boy gösterdi. Yahudi gazetesi Forward, “AIPAC’ın Irak konusunda Amerikan Yahudi toplumuyla aynı düşünmediğine… Amerikan Yahudi Komitesi’ndeki anket komisyonuna göre Amerikalı Yahudiler’in yüzde 70’inin Irak savaşına karşı olduğuna” dikkat çekiyor. Fakat İsrail lobisinin liderleri, temsil ettikleri Yahudi toplumunun görüşlerine rağmen “Amerikan kamuoyunun Bush’a desteğindeki düşüşün onu, AIPAC ve İsrail’in savunduğu sıkı politikaları uygulamaya zorlayacağı konusunda iyimserler.”

Kitapta tasvir edilen çirkin olaylara rağmen kitapta genel olarak hissedilen duygu umut. Neden?

İddia ediyorum ki ABD’nin yakın tarihte ilk kez, İsrail üzerinde kısıtlı da olsa baskı uygulamasının nedeni, İsrail’i körü körüne verdiği desteğin dünyada yarattığı hoşnutsuzluğu artık görmezden gelememesidir. Bu, ısrarlı mücadelenin etkili olabileceğini ve hükümetleri harekete geçirebileceğini gösterir. Böylesi bir mücadele, yıllardır süren vahşi baskıya karşı koyan ve Filistin davasını zumud [[dipnot1]] ruhuyla ve günlük direnişleriyle canlı tutan Filistin halkıyla başlar (ki bütün ezilen ulusların başarabildiği bir şey değildir). Üyelerini, işgal edilmiş topraklara gönderen ve ev nöbeti tutan uluslararası dayanışma hareketiyle, boykot dilekçelerini imzalayarak kendilerini günlük tacizlere maruz bırakan profesörlerle, itaatkâr medya ve İsrail lobisinin baskılarına rağmen gerçekleri yazmakta ısrar eden gazetecilerle devam eder. Çoğu zaman adalet için yapılan bu mücadele başarısızmış gibi görünür. Yine de bu mücadele küresel bilinçliliğe nüfuz etmiştir. ABD’yi en sonunda kısıtlı da olsa İsrail üzerinde baskı kurmaya zorlayan şey bu kolektif bilinçliliktir. Filistin davası şimdi olduğu gibi bir süreliğine susturulabilir, ama tekrar ortaya çıkacaktır.

2003’ten bu yana Batı Şeria’daki duvar boyunca yeni bir mücadele biçimi geliştiğine dikkat çekiyorsunuz.

İsrail’in, tamamlandığında 400.000 Filistinliyi topraklarından ve geçim yollarından ayıracak muazzam yıkım projesini durdurmayı ya da en azından yavaşlatmayı hedefleyen, çoğunlukla haberi yapılmayan, şiddet içermeyen bir halk direnişi yaygınlaşıyor. 1948’deki Filistin Nakba’sında (felaket demektir) 730.000 Filistinli köylerinden çıkarılmıştı. Duvar yanındaki Filistinliler, tarih kitaplarının ikinci bir Filistin Nakba hikâyesi anlatmasını beklemek yerine topraklarını kurtarmak için mücadele ediyorlar. Tek silahları kuşaklar boyunca topraklarına bağlı kalan atalarının harikulâde ruhları olan bu insanlar dünyanın en vahşi askeri makinelerinden birinin önünde duruyorlar. Son üç yılın şaşırtıcı gelişmelerinden biri, İsraillilerin Filistin mücadelesine katılması. İşgal tarihinde ilk kez birleşik bir İsrailli-Filistinli mücadelesine şahit oluyoruz.

Neredeyse iki senedir mücadelenin merkezi, toprakları, İsrail yerleşimi yukarı Modi’in’e devredilen Batı Şeria’daki Bil’in köyü. Her cuma bütün köylülerin, İsraillilerin ve yabancı dayanışmacıların toplandığı merkezi bir gösteri düzenleniyor. Ordu, protestoyu durdurmak için kaba güç kullandı, fakat gösteriler devam ediyor. Ordunun ve yerleşimcilerin İsrail’inin yanı sıra, duvar boyunca yeni bir İsrail-Filistin oluşuyor. Kitabın son bölümünde bu birleşik mücadeleyi – güç sahiplerinin tarihinin yanı sıra ortaya çıkan, halkın tarihini – ayrıntılı bir şekilde inceliyorum.

Yazar Hakkında:

Tanya Reinhart Tel Aviv Üniversitesi’nde dilbilim ve medya çalışmaları ordinaryüs profesörüdür ve Ocak 2007’den itibaren New York Üniversitesi’nde Global Distinguished Professor olacaktır. İsrail günlük gazetesi Yedihot Ahronot’ta düzenli olarak köşe yazarlığı yapmaktadır ve Israel/Palestine: How to End the War of 1948 kitabının yazarıdır.