Brexit oylamasında sınıfsal, milliyetçi ve etnik öğeler karmaşık bir protesto bileşimi içinde bir araya geldi. Medya, milliyetçi ve etnik (göçmen ve göçmen karşıtı) temaları vurguluyor; fakat genellikle gelişmeleri sınıfsal bir perspektiften yorumlamaktan kaçınıyor. Oysa ben bu perspektifin temel önemde olduğunu düşünüyorum. Brexit, serbest ticaretin, yani Avrupa Birliği (AB) dediğimiz gümrük birliğinin ekonomik etkilerine karşı temsili nitelikte bir oylamaydı. Serbest ticaret anlaşmaları, daima şirketlerin ve yatırımcıların yararınadır. Serbest ticaret sadece üye ülkeler arasında malların ve hizmetlerin dolaşımıyla ilgili bir mesele değildir. Daha da fazla para ve sermaye akışıyla ve “doğrudan yatırım”la ilgilidir. Büyük Britanyalı şirketler sermayelerini Avrupa’da başka ülkelere kaydırdı ve özellikle 2.000’den sonra AB’ye üye olan, işgücünün ucuz olduğu Doğu Avrupa ülkelerine yatırım yapma imkanına kavuştu. Serbest ticaret aynı zamanda emeğin de serbest dolaşımı anlamına gelir. Doğu Avrupa ülkeleri AB antlaşmasına dahil olduktan sonra, Büyük Britanya’ya büyük bir işgücü göçü gerçekleşti. Sadece Polonya’dan bir milyondan fazla kişi Büyük Britanya’ya göç etti. 

2008’den önce, yani küresel ekonomik kriz öncesinde ekonomik koşullar güçlüyken ve istihdam artışı devam ediyorken, göçmenlerin yerli Britanyalı işçilerin istihdam durumları ve ücretleri üzerindeki etkileri ciddi boyutlarda değildi. Fakat 2008’deki çöküşle ve daha önemlisi ardından gelen Birleşik Krallık Hükümeti’nin kemer sıkma, sosyal yardımlarda kesintilere gitme, istidamı azaltma ve ücretleri düşürme politikalarıyla birlikte koşullar değişti: İşsizliğin artmasından, ücretlerin durağanlaşmasından ve sosyal hizmetlerin azaltılmasından göçmenlerin sorumlu olduğu yönünde bir algı gelişti. Bu algıda bir gerçeklik payı da vardı. Elbette göçmen işgücü işdünyası tarafından destekleniyor; zira işverenler daha düşük ücretler verme imkanına kavuşmuş oluyorlar. Diğer yandan Britanya işçi sınıfı, göçmen işgücünün ücretleri, istihdam koşullarını ve sosyal hizmetleri doğrudan etkilediğini düşünüyor. Bu kısmen doğru, kısmense yanlış bir algı.

Dolayısıyla Brexit, Britanya’daki kemer sıkma politikalarından, sosyal yardımlardaki kesintilerden, yeni yaratılan zayıf iş koşullardan ve ücretlerin durağanlaşmasından duyulan bütün hoşnutsuzluğu temsil eden bir oylamaya dönüştü. Fakat bu ekonomik koşulların ve hoşnutsuzluğun yalnızca seçkinlerin kemer sıkma politikalarının sonucu olmadığını belirtelim. Bunlar aynı zamanda, serbest ticaretin yarattığı etkilerin de bir sonucu: Serbest ticaret, bir yandan ekonomik koşulların kötüleşmesine katkıda bulunan ivmelenmiş bir işgücü göçüne olanak sağlarken, diğer yandan Büyük Britanya’daki yatırımların ve daha iyi ücret ödenen imalat işlerinin AB içinde başka ülkelere kaydırılmasına da imkan tanıyor ve böylelikle hoşnutsuzluğu arttırıyor.     

Dolayısıyla Brexit oylamasını belirleyen faktörler artan göç, istihdam ve ücret koşullarındaki kötüleşmeyken, bu faktörleri yaratan da serbest ticaret. Göçmen karşıtı duygularla serbest ticaret karşıtı duygular bir madalyonun iki yüzünü oluşturuyor. Bu, hem ABD’de Trump’ın başkan adaylığı açısından hem de Büyük Britanya’da Brexit oylamasıyla birlikte oluşan durum açısından doğrudur. Trump ateşli bir şekilde göçmen karşıtı olduğunu ve aynı zamanda ABD’nin imzaladığı serbest ticaret anlaşmalarına da karşı olduğunu söylüyor. Bu güçlü politik mesaj Hillary Clinton tarafından görmezden geliniyor, fakat bu tutum Clinton’a zarar veriyor. Clinton bu meseleyi ihtiyatlı bir biçimde ele alamıyor, fakat kampanyasını finanse eden büyük şirketlerin talebi üzerine bunu yapmak zorunda kalacak. 

Bretix oylamasından çıkarılması gereken bir başka “ders” ise Avrupa, ABD ve Japonya’da toplumda yayılan hoşnutsuzluğun geleneksel anketlere doğru bir şekilde yansımadığı. Bu durum nasıl dün Birleşik Krallık için geçerli idiyse bugün de ABD için geçerlidir. 

Bretix oylaması, kökeninde yatan şu üç unsur anlaşılmadan anlaşılamaz: Serbest ticaretin (yani AB’nin) birleşik etkileri,  2008-09 küresel krizi (Avrupa, 2011-13 yıllarında iki kere resesyona girdikten sonra gerçek anlamda hâlâ krizden çıkamadı. 2013’ten sonra ise durağan bir toparlanmadan daha iyisini başaramadı) ve 2013’den bu yana Büyük Britanyalı (ve Avrupalı) seçkinler tarafından dayatılan kemer sıkma önlemleri. Hep birlikte bu gelişmeler Bretix’te  karşılığını bulan ekonomik hoşnutsuzluğu yarattı. Bretix’in formülünü şöyle ifade edebiliriz: Serbest ticaret + kemer sıkma önlemleri + yalnızca yatırımcılar, bankacılar ve büyük şirketler için geçerli olan bir ekonomik toparlanma. 

Brexit oylamasında AB’den çıkılması yönünde en yüksek oyun çıktığı yerler, iç bölgeler ve İngiltere-Galler’in orta kesimi oldu. Bu bölgeler Büyük Britanya’nın endüstriyel merkezidir ve işçi sınıfının yoğun olduğu yerlerdir. AB’de kalmayı tercih edenlerin yoğunlaştığı yerler ise, Londra’nın ve Güney İngiltere’nin işçi sınıfının olmadığı bölgeleri, ayrıca İskoçya ve Kuzey İrlanda’ydı. İskoçya, AB’ye petrol ihracatına bağımlı bir ülkedir, dolayısıyla ticaretle sıkı bir bağ içindedir. Kuzey İrlanda’nın ekonomisi ise büyük ölçüde İskoçya’ya ve başka bir AB ekonomisine, İrlanda’ya bağımlıdır. Bu nedenle buralardaki oyların rengi şaşırtıcı değildir. Göçün etkisi de buralarda, İngiltere’nin endüstriyel merkezinde olduğundan çok daha zayıftır.

Bazıları, Büyük Britanya’nın 2013’den bu yana çoğu ekonomiye göre daha iyi bir toparlanma sürecine girdiğini söyleyecektir. Fakat bu toparlanmanın unsurlarına daha yakından bakıldığında, büyük ölçüde Güney İngiltere’de ve Londra metro bölgesinde merkezileştiğini görürüz. Ekonomik toparlanma, inşaat-konut sektöründeki hızlı büyümeye ve yurtdışından gelen sermaye akışına dayalı olarak gerçekleşti. Bu sermaye akışına Londra’da ve başka yerlerde Çin’in Britanya’nın altyapısına dönük yatırımları da dahildi. Büyük Britanya Çin’le, Londra’nın Yuan para biriminin küresel düzeyde işlem göreceği finansal merkez olması yönünde bir anlaşma da yaptı. İnşaat-konut sektöründe yoğunlaşan sıcak para girişi ve yatırımlar emlak varlıklarında hızlı bir yükselişe yol açtı. Bu yükseliş Brexit öncesinde zayıflamaya başlamıştı. Ben emlak varlıklarının şimdi en az % 20 oranında değer kaybedeceğini öngörüyorum. Böylelikle Büyük Britanya’nın geçici toparlanması artık sona erdi ve daha oylamadan önce gerileme başlamıştı. 

Sıkça üzerinde durulan bir başka konu da Birleşik Krallık’ta ücretlerin yükselmekte olduğudur. Bu “ortalama” bir göstergedir ve doğrudur. Fakat ortalamayı yukarıya çeken, geçen yıllarda emlak-inşaat sektöründeki hızlı büyümeden faydalanmış olan Londra’nın güneyindeki orta sınıf profesyonelleri ve işgücünün diğer unsurları oldu. Londra’nın hemen doğusundaki işçi sınıfı bölgeleri ise büyük ölçüde Bretix’ten yana oy kullandı.

Değerlendirilmesi gereken bir başka tema da, İşçi Partisi liderliğinin AB’de kalmayı savunmasıdır. Bu durum, Avrupa’nın her yerindeki geleneksel sosyal demokrat partilerde gördüğümüz zayıflamaya işaret gediyor. Son 20-30 yılda bu partiler giderek neoliberal saldırıyla aynı doğrultuyu paylaşmaya başladı. Bu gelişme, ister Almanya’da SPD’yi, isterse Fransa, İspanya, Portekiz, Yunanistan ve başka ülkelerdeki sosyalist partileri ele alalım,  doğrudur. Söz konusu partiler işçi sınıfının çıkarlarını desteklemek yönündeki geleneksel politikalarından vazgeçtikçe, hem sağ hem de sağdaki başka partiler bu çıkarlara seslenme fırsatı buldular. Böylece Avusturya’da, Fransa’da (ki muhtemelen bu ülkede gelecek yıl yapılacak ulusal seçimleri kazanacaklar), İtalya’da, Hollanda’da ve İskandinavya ülkelerinde  sağ kanat partilerin yükselişine tanık olduk. Macaristan ve Polonya’nın sağa kayışlarını da bu perspektiften bakılarak değerlendirmeliyiz. İspanya’da Podemos’un, İtalya’da Beş Yıldız hareketinin ve Ağustos 2015 öncesi Yunanistan’da Syriza’nın yükselişleri de yine aynı perspektifle ele alınmalıdır.

Bu arada daha soldaki Marksist yönelimli sosyalist partiler ise bir kargaşa yaşıyor. Genel olarak Brexit oylamasının kalbinde işçi sınıfının serbest ticarete karşı başkaldırısının yattığını göremiyorlar. Kapitalist medyanın yönlendirmesiyle oylamayı göçmen karşıtı, yabancı düşmanı, milliyetçi, sağ kanadın egemenliği altında bir gelişme olarak görüyorlar. Böylelikle söz konusu partiler birçok durumda AB’de kalmayı tavsiye ettiler. Bu tavırlarını haklı göstermek için AB’nin öngördüğü daha olumlu toplumsal düzenlemeleri korumak gerektiğini söylediler. Ya da şaşkınlık içinde AB’nin serbest ticaret rejimi içinde kalırlarsa kapitalist öğelerin etkisinin merkezileşeceğini, bunun da sonuç olarak daha güçlü bir işçi sınıfı hareketine yol açacağını öne sürdüler. Bu argüman, kısa vadede serbest ticareti ve neoliberalizmi desteklemenin teorik olarak uzun vadede işçi sınıfının neoliberalizme karşı daha güçlü bir meydan okumasıyla sonuçlanabileceğini ileri sürmek anlamına geliyor. Tabii ki bu, entelektüel açıdan iler tutar tarafı olmayan bir saçmalık. Nerede olursa olsun eğer bir yerde serbest ticarete  karşı direniş varsa, onu desteklemek gerekir; çünkü serbest ticaret, son 20-30 yıldır işçi sınıfının çıkarlarını tahrip eden neoliberalizmin ve onun politikalarının temel bir öğesidir. Bir kişi aynı anda hem “serbest ticareti” (örneğin AB’de kalmayı) destekleyip hem de neoliberalizme karşı olamaz; böyle bir tavır, işçi sınıfının çıkarlarına aykırıdır.

Asıl önemli olan şu ki gerek ABD’de gerekse AB’de sağ kanat güçler, serbest ticaretten kaynaklanan memnuniyetsizlik, göç, kemer sıkma politikaları ve 2009’dan bu yana geniş kesimler için ekonomik toparlanmanın gerçekleşmemiş olması arasındaki bağa kilitlenmiş durumda. Göçmenlerin, kötüleşen ekonomik koşulların sebebi olduğunu ileri süren ideolojik bir argüman geliştirdiler. ABD’de Cumhuriyetçiler ve Demokratlar gibi anaakımm kapitalist partiler işçi sınıfının çeşitli unsurlarına çok cazip gelen bu formülasyona karşı çıkamıyorlar. Kampanyalarını finanse eden büyük şirketleri veya neoliberal politikalarının esas unsurunu (yani serbest ticareti) terk etmeden de karşı çıkamazlar. Eski geleneksel rakipleri olan kapitalist partilerle aynı çizgiyi benimseyen sosyal demokrat partiler de alternatif sunamıyorlar. Daha solda yer alan geleneksel Marksist partiler ise, daha güçlü ve merkezileşmiş bir kapitalist sistemin nihayetinde daha güçlü ve merkezileşmiş bir işçi sınıfı muhalefetine yol açacağı yönündeki saçma bir anlayışın arkasına gizlenerek serbest ticareti destekliyor. 

Serbest ticarete, sonu gelmeyen kemer sıkma politikalarına ve işçi sınıfının kötüleşen ekonomik koşullarına karşı büyüyen başkaldırının sonucunda ortaya ne tür politik oluşumlar çıkarsa çıksın, bu oluşumların göçmenler, serbest ticaret ve bu koşullar arasındaki bağlantıları yeniden formüle etmeleri gerekecek.

Serbest ticaret, “ticari” mübadelenin her iki yanındaki şirketlere, yatırımcılara ve bankacılara fayda sağlar. Serbest ticaretin faydaları onların hanesine yazılır. İşçi sınıfları içinse serbest ticaret ücretlerin, istihdam koşullarının ve sosyal yardımların “düzleştirilmesi” demektir. Böylelikle, daha düşük ücret alan bölgelerdeki işçilerin ücretleri ve sosyal yardımlarında bir artış yaşanırken, daha önceleri daha yüksek ücret alan bölgelerdeki işçilerin ücretleri ve sosyal yardımlarında bir düşüş yaşanır. Büyük Britanya’da olduğu gibi ABD’de de yaşanan budur. 

Serbest ticaret, anaakım iktisadın “kutsal kasesi”dir. Serbest ticaretin bütün taraflara fayda sağladığı, serbest ticaretin tarafı olan ülkelerin her ikisinin de bundan faydalandığı varsayılır. Gelgelelim bu ekonomik ideoloji, serbest ticaret yapmakta olan ülkelerin her birinde bu faydanın nasıl dağıtıldığını açıklamaz. Sınıfların gelirleri ve çıkarları açısından bakıldığında, fayda sağlayan kimlerdir? 1992’den bu yana AB ve Birleşik Krallık tarihlerinin gösterdiği gibi, bankacılar ve ihracat yapan büyük şirketlerdir. Yoksul bölgelerden işçiler de daha zengin bölgelere (ABD ve Birleşik Krallık) göç eder ve böylelikle fayda sağlarlar. Oysa daha zengin bölgelerdeki işçiler yaşam koşullarında bir gerileme, bir “düzleşme” yaşarlar. Seçkinlerin kemer sıkma önlemleri ve 2009’dan bu yana merkez bankalarının bankacılar ve yatırımcılara bedava para sağlama politikaları bu sonuçları daha da kötüleştirdi. 

Böylelikle işçiler ücretlerinin durağanlaştığını veya düştüğünü, sosyal yardımlarında kesintiye gidildiğini, çalıştıkları işlerin veya daha yüksek ücret ödenen işlerin başka ülkelere aktarıldığını görürken, bir yandan da göçmenlerin işgücü piyasasına girdiklerine ve rekabeti artırdıklarına tanık olurlar. Sosyal yardımların ve hizmetlerin gerilemesinden göçmenlerin sorumlu olduğunu duyar (ve genellikle de inanırlar); oysa gerçekte bunların sebebi devreye sokulan kemer sıkma politikalarıdır. Kendi ücretleri gerilerken yatırımcıların, bankacıların, profesyonellerin ve işgücü içindeki şanslı bir azınlığın (işgücünün % 10’u) durumunun iyi olduğunu gözlemlerler. Birleşik Krallık’ta odak noktası ve çözüm, AB serbest ticaret bölgesinden çıkış olarak görüldü. Buna karşın Birleşik Krallık gibi bir ülkenin AB’den ayrılması gibi, belirli bir “eyalet”in ABD’den ayrılması mümkün değil. Ayrıca ABD’de anayasal olarak ulusal bir referandum düzenlenmesi de mümkün değil.

İşlerin başka ülkelere aktarılmasını engellemek için ABD’de çözüm, göçmenlerin gelmesini engellemek için duvar dikmekten değil ABD’deki neoliberal politikaların diktiği serbest ticaret duvarını yıkmaktan geçiyor. “Trumpizm” kayda değer ölçüde politik cazibesi olan bir çözüm ortaya atıyor: Serbest ticaret-göçmenler-ekonomi bağlantısına yönelik gerici bir çözüm öneriyor. ABD’ye göçmen işgücü akışını engellemeyi öneriyor, fakat serbest ticaretin kalbinde yatan unsurları, para, sermaye ve yatırım akışını engellemek için somut hiçbir şey önermiyor.