Lübnan, son yarım yüzyıldır Arap-İsrail çatışmasının kurbanı oldu. 1948’de ve 1967’de, İsrail ordusu tarafından sürülen ya da kaçan Filistinlilerin yığıldıkları alan oldu. Bu mülteciler için İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne (10 Aralık 1948) yazılan terk edilen topraklara dönüş ya da yitirilenlerin telefi edilmesi hakkı ertesi gün BM 194 numaralı kararında oybirliğiyle daha açıkça dile getirildi ve takip eden her yıl yinelendi.

Bu hak, tabi ki, ABD kararlarına bağımlıydı. İkinci Dünya Savaşı’ndan buyana, ABD “muhteşem bir stratejik güç kaynağı ve dünya tarihindeki en büyük maddi ödüllerden biri” olarak gördüğü bu bölgeyi kontrol altında tuttu. Washington’un terk edilen topraklara dönme hakkını desteklemesi lafta kalmıştı ve Clinton yönetimi tarafından resmi olarak terk edildi. ABD kararıyla, mülteciler, uluslar topluluğu tarafından tanınan haklardan mahrum kaldılar ve Lübnan ve Ürdün için bir sorun haline geldiler.

1967 Arap-İsrail savaşından sonra en ziyade küçük ve karşılıklı ayarlamalarla (BM 242, resmi ABD politik beyanlarında tekrarlandığı şekilde) İsrail’in işgal edilen topraklardan çekilmesini talep eden diplomatik bir çerçeve oluşturuldu. Arap devletleri barışı, İsrail ise, işgal edilen toprakların çoğunu kontrol altında tutmasını öngören “Allon planı”nı öne sürerek çekilmeyi reddetti. Bu kördüğüm, 1971’de Mısır devlet başkanı Sedat’ın İsrail’in işgal ettiği Mısır topraklarından çekilmesi karşılığında tam barış yapmayı kabul ettiğinde çözüldü. Bunun üzerine ABD politikaları, Kissinger’ın “pat” [[dipnot1]] formulasyonu altında İsrail duruşunu desteklemeye kaydı. 
Uluslararası izolasyon 1970’lerin ortalarında arttı. Ki bu dönem, neredeyse bütün dünyanın BM 242 sayılı kararında Batı Şeria ve Gazze’de bir Filistin devletinin kurulmasının dahil edilmesi yönünde bir değişiklik yapılmasını onayladığı bir dönemdi. Washington, Ocak 1976’da bu yöndeki bir Güvenlik Konseyi kararını veto etmek, takip eden tüm BM kararlarına karşı red oyu kullanmak ve Avrupa, Arap devletleri, FKÖ ve diğer ülkelerden gelen diplomatik inisiyatifleri engellemek zorunda kaldı. 

1970’lerin başlarından itibaren Lübnan, sınır ötesi FKÖ terörü ve İsrail’in, bazen misilleme niteliğinde ama çoğu zaman da böyle olmayan çok daha yıkıcı saldırıları nedeniyle çatışmanın içine çekildi. Böylece, Şubat 1973’te İsrail birlikleri önleyici saldırı kisvesi altında kuzey Beyrut’a saldırdılar ve pek çok sivili katlettiler. 1975 yılının Aralık ayında İsrail’in “cezalandırıcı değil önleyici” olduğunu iddia ettiği bir bombalama 50’den fazla Lübnanlıyı öldürdü; bu tümüyle BM Güvenlik Konseyi toplantısında dile gelen ve İsrail’in karşı çıkıp ABD’nin veto ettiği diplomatik çözüm görüşmelerine karşı bir reaksiyon gibi görünüyordu. Buna benzer başka birçok örnek var. 

1978-79 yıllarında Camp David anlaşmaları, Mısır’ı tarafsız bir konuma getirip, İsrail’i “Batı Şeria’da yerleştirme faaliyetlerinde olduğu kadar, Lübnan’da FKÖ’ne karşı askeri operasyonlar düzenleme” konusunda da serbest bırakmıştı (İsrailli stratejik analist Avner Yaniv). Yaniv ve diğer İsrailli yorumcuların da gözlemlediği gibi, FKÖ misillemelerini davet etmekten başka işe yaramayan bir yıllık İsrail saldırılarından sonra, İsrail’in 1982’de Lübnan’ı işgal etmesinin ardında yatan temel motivasyon, uluslararası kamuoyunda FKÖ’nün kazanmaya başladığı genel desteğin ABD-İsrail redciliğinin altını oyabileceği kaygısıydı. İsrail işgali, Lübnan’daki FKÖ örgütlenmesini yok ederek FKÖ’nün ılımlılaştırılması sorununu engelledi fakat yepyeni bir problem yarattı: İsrail’i Lübnan’dan sürmeyi resmi hedef olarak benimsemiş İslami fundamentalist grup Hizbullah’ın kurulması. Yoğun bir şekilde teröre başvurmasına rağmen, İsrail BM Güvenlik Konseyi tarafından Mart 1978’de yayımlanan düzenlemeleri ihlal ederek “güvenlik bölgesi” olarak elinde tuttuğu Lübnan’ın güney bölgeleri dışındaki kısımlardan çekilmek zorunda kaldı.

1991 yılındaki Irak savaşı ABD’yi Oslo Anlaşmaları’nda onaylanan kendi tek taraflı çözümünü uygulama konumuna getirdi. Son aşama, Oslo II, İsrail’e Allon planında öngörülenden çok daha fazla bir toprağı kontrol etme hakkı sağladı ve İsrail’in bütün bu topraklar üzerindeki yasal haklarını teyit ederek BM’nin 242 sayılı kararı ve ilişkili diğer BM kararlarını ve resmi beyanları lağvetti. Büyük ölçüde genişletilmiş bir Kudüs bölgesi, aynı zamanda Batı Şeria’nın su kaynaklarının çoğunun kontrolünü de muhafaza eden İsrail’e dahil edildi. Bu planları hayata geçiren yerleşim ve inşa programları, ABD yardımlarına dayanılarak daha da genişletildi. Temmuz 1995’e kadar Rabin-Peres İşçi Partisi hükümetinin ilk üç yılında yerleşimcilerinin sayısı (Büyük Kudüs hariç) % 30 oranında arttı. Yeni yerleşimciler için hükümet harcamaları ve teşvikleri Oslo II sonrasında devam etti. Görülen o ki, niyetlenen hedef, aralara saçılmış Filistin yerel yönetim kantonlarıyla birlikte, İsrail’in bütün bu toprakları kontrol etmesini sağlamaktı. Eğer bunlara “Filistin Devleti” denebilirse, sonuç Güney Afrika’nın Bantustan politikasına benzeyecektir; ama tam olarak da değil: Bantustan’lar Güney Afrika’dan yardım alıyorlardı, oysa ABD-İsrail planları Filistin kantonlarını, herhangi bir ekonomik gelişme imkanına olanak tanımayacak şekilde, askeri işgalin acı sonuçlarıyla uğraşmakla başbaşa bırakıyor. 

Bütün bu süre zarfında İsrail’in Lübnan’a birçok sivilin ölümüne yol açan saldırıları devam etti. 1993 yılında bu saldırılara Hizbullah misillemesi geldi. Misillemeye İsrail’in cevabı Lübnan’ın işgali oldu. İsrail’in Lübnan’daki “güvenlik bölgesine” yapılacak askeri eylemleri her iki taraf için de kısıtlayan bir anlaşmaya varılmıştı. İsrail, anlaşmayı görardı ederek dilediği her yere saldırı düzenledi. Böylelikle, 1995 yılında Rabin suikastı sonrasında Şimon Peres’in başbakanlık görevini devraldığı gün New York Times bunu doğrularcasına İsrail savaş uçaklarının Beyrut yakınlarındaki hedeflere saldırdığını ve bunun da Peres’in de Rabin’in sert çizgisini koruyacağını gösterdiğini yazdı. İsrail, işgalci ordusuna yapılan saldırılara misilleme olarak 21 Mart 1996’da “güvenlik bölgesi”nin kuzeyindeki Müslüman köylerine saldırdığı zaman olduğu gibi bu tür saldırılar fazla dikkat çekmeksizin devam etti. ABD yorumlarındaki standart hikaye şöyleydi “Hizbullah saldırılarına yeninden başlayıncaya kadar [Nisan 1996] anlaşma büyük ölçüde yürüklükteydi” (New York Times). Olup bitenlere azıcık bakmak bile doktrini çürütmeye yetecek fakat, yerli yerinde duruyor.

İsrail’in Nisan 1996’daki saldırısı, daha önceki yıllardakiler gibi açıkça sivil halkı cezalandırma amacı taşıyordu. Böylelikle Lübnan hükümeti ABD-İsrail taleplerini kabullenmeye zorlanacaktı. İsrailli diplomat Abba Eban’ın yıllar önce söylediği gibi İsrail’in sivil halka yönelik saldırılarını hep bu “rasyonel hedef” motive etmiştir. 
Bugün, Washington tarafından duyurulan kısa vadeli hedef, 1993 anlaşmasını İsrail işgal güçlerine karşı her türlü eylemin sona erdirilmesi ve Hizbullah’ın silahsızlandırılması yönünde değiştirmektir. Lübnan, BM tarafından 1987’de 153 oya karşı 2 oyla (ABD ve İsrail karşı oy kullanmış, Honduras çekimser kalmıştır) tanınan işgale karşı direnme hakkında ısrar ederek karşı çıkmaktadır. Washington’un -ABD’de hala dahi yazılmamış olan- uzun vadeli hedefi ise Lübnan ve Suriye’nin ABD güdümündeki devletlere dayanan Orta Doğu sistemine entegre edilmesidir. İşgal edilen topraklarda yaşayan Filistinliler, genel İsrail kontrolü altındaki yerel yönetimlerle birlikte, ufak tefek sorunlar konumuna indirgenecekler. Mülteciler ise unutulacaklar.

İsrail’in eylemlerinin, nasıl değerlendirilirse değerlendirilsin, adeta bir dokunulmazlıkla icra edildiğini iyi hatırlamak gerekir. ABD’nin önde gelen maşa devleti olarak İsrail dilediği şeyi yapma hakkını miras alıyor. Bu hakın dramatik bir betimlemesi, Lübnan’la oldukça ilişkili bir şekilde kendi ülkemizde yaşandı: Bir yıl önce 19 Nisan’da, Oklahoma Bombalaması üzerine yapılan acılı yorumlarda Orta Amerika “Beyrut gibi” matem başlıkları vardı. 

Beyrut, elbette çok daha önce Beyrut gibi görünüyordu; örneğin daha on yıl önce, dönemin en feci terörist eylemi Beyrut’ta düzenlendi, bir araba bombası en çok sivil can kaybına yol açacak şekilde ayarlandı, neredeyse Oklahoma’da ölenlerin iki katı can kaybı oldu. Olgular çok iyi biliniyor fakat dile getirilmiyor. Terör eylemi CIA tarafından gerçekleştirilmişti, bu gerçek tek başına, aynı sonuçlara yol açan başka birçok benzerleri gibi, olayın tarihten silinmesine yetti. Etkilerinin ise dünya işlerinde küçücük bir önemi bile yok.