1. 1. Geniş anlamda, BDS nedir, amaçları, araçları nelerdir?

Hatırlayabildiğim kadarıyla, işgal edilmiş topraklardaki İsrail yerleşimlerinin ürünlerini boykot etmek için ilk örgütlü kampanya 1997 yılında, İsrailli barış örgütü Gush Shalom tarafından başlatılmıştı. Bu örgütün önde gelen figürü yılların cesur ve saygıdeğer militan eylemcisi, Uri Avnery’dir. Bunu bir dizi boykot ve yatırımların çekilmesi eylemi takip etti, fakat bir sonraki örgütlü adım 2004 yılında atıldı. Bir grup Filistinli akademisyen ve entelektüel tarafından, büyüyen uluslararasi boykot hareketine katılmak üzere Nisan 2004’te Ramallah’ta, “İsrail’e Karşı Akademik ve Kültürel Boykot için Filistin Kampanyası [PACBI]” (http://www.pacbi.org/etemplate.php?id=868) başlatılmıştı. Filistinli akademisyenler ve entelektüeller tarafından yayımlanan bir dizi bildiri, bu kampanyayı önceliyordu.

BDS hareketi web sayfasındaki bilgiye göre (http://www.bdsmovement.net/bdsintro) bir sonraki temel adım Temmuz 2005’te atıldı. Çok sayıda Filistinli örgüt “İsrail uluslararası hukuk karşısındaki yükümlülüklerini yerine getirene kadar, çeşitli boykot biçimlerine başvurulması için” çağrıda bulunuyordu. İsrail’in bahsi geçen uluslararası yükümlülükleri şunları kapsıyordu:

I. Haziran 1967’de işgal edilen tüm Arap topraklarının işgaline ve sömürgeleştirilmesine son verilmesi ve duvarın yıkılması;

II. İsrail’in Arap-Filistinli yurttaşlarının temel haklarını tümüyle tanıması;

III. Birleşmiş Milletler’in 194 nolu kararı uyarınca, Filistinli mültecilerin kendi topraklarına ve mülklerine dönüş hakkına saygı gösterilmesi, bu hakkın korunması ve desteklenmesi.

Bu tam doğru değil. “1967’de işgal edilen” ifadesi 2005’teki orijinal çağrıdan sonra ilave edilmiştir. (bkz. http://bdsmovement.net/call). Fakat şimdi bunun resmi pozisyon olduğunu varsayarak konuşuyorum. Varsayım doğruysa, bence bu değişiklik son derece yerinde. Uluslarası hukuk İsrail’e kendi tanınmış toprakları içerisinde (1949’da çizilen yeşil hat içerisinde) uluslararası sistemdeki tüm devletlere tanınmış olan hakları tanıyor.

Pekçok önemli BD eylemi oldu (fakat henüz yaptırım şeklinde değil). Bunların bazıları BDS hareketiyle ilişkiliydi, bazılarıysa değildi. En büyük başarı, Avrupa Birliği’nin işgal edilmiş topraklarla “doğrudan veya dolaylı bağlantıları olan” İsrailli her türlü oluşumla fon alışverişini, işbirliğini, araştırma projelerini ve benzer her türlü ilişkiyi yasaklayan direktifidir. AB direktifi işgal edilmiş topraklardaki tüm yerleşimlerin “yasadışı” olduğunu tekrarlamaktadır. (ABD Reagan’a kadar bu duruşla hemfikirdi, Reagan “yasadışı”nı değersizleştirerek “barışa engel”le değiştirdi, Obama ise bunu daha da değersizleştirerek yerine “barışa yardımcı değil”i koydu.) Geçtiğimiz Haziran’da Presbiteryen Kilisesi, ABD’de yerleşik, işgale karışan üç çokuluslu şirketten yatırımlarını çekme kararı aldı –bu da diğer bir önemli adım. ABD şirketlerinden yatırımları çekmek özellikle önemli, çünkü İsrail’i işlediği suçlar nedeniyle cezalandırmakla kalmıyor, ABD’nin bu suçların arkasındaki yaşamsal rolüne de odaklanıyor. Eğer bir ilerleme umudu olacaksa, bu  odaklanma bir zorunluluk.

BD’den gerçek yaptırımlara sıçramak için de önemli imkânlar yakalandı. En önemlisi, benim başkalarıyla birlikte yıllardan beri savunduğum, silah ambargosudur. Uluslararası Af Örgütü 2009’da İsrail’e ve Hamas’a (tabii bunun Batı için bir anlamı yok) karşı silah ambargosu çağrısı yaptığında sağlam bir temel atılmıştı. Dahası, ABD’nin İsrail’e silah gönermesi ABD yasalarına (Leahy Law) aykırıdır. Senator Leahy kendisi bunu belirli vakalarda dile getirmiştir. Bu temele dayanarak çok önemli yaptırımlar için çağrıda bulunan başarılı bir kampanya yürütülebilirdi –yakın gelecekte daha başka ciddi imkânlar akla gelmiyor. Bu kampanya Amerikan kamuoyunu eğiterek değiştirebilecek güçte muazzam bir değer taşıyacaktı. İsrail’in suç teşkil eden eylemlerini durdurabilmek açısından bu değişim şart. Washington İsrail eylemlerini desteklediği sürece BD inisiyatiflerinin etkileri sınırlı kalacaktır. Kamuoyu harekete geçtiğinde bir etki yaratabilir, bu çok daha zor şartlar altında defalarca ispatlanmıştır.

Güney Afrika analojileri kuruluyor. Bunları çoğu tartışmalı fakat bir tanesi son derece yerinde. Defelarca söylediğim, son olarak Haziran’da Nation’da yazdığım bir şeyi tekrarlayayım: 1958’de Güney Afrika dışişleri bakanı ABD büyükelçisine, bir devlet olarak Güney Afrika’nın dışlanmasının umurlarında olmadığını söyledi. BM Güney Afrika’yı istediği kadar kınasın dedi. Fakat bakanın kendi ifadesiyle “tüm oyların toplamından daha önemli olan ABD’nin oyuydu, çünkü ABD’nin Batı dünyasında görünür bir liderlik pozisyonu vardı”. İsrail genişlemeyi güvenliğe tercih ettiği günden beri, kırk yıldır, esas olarak aynı değerlendirmeyi yapıyor. Güney Afrika’da daha sonra yaşananlara baktığınızda, burada tekrarlamayacağım, bu analojinin önemini görüyorsunuz.

Başka vakalarda da. Hiçbir analoji mükemmel değildir, fakat bazıları öğreticidir. Doğu Timor’u ele alın. Yirmi beş yıl boyunca ABD ve müttefikleri Endonezya’nın soykırıma varan saldırılarını ve işgalini fiilen desteklediler. Endonezyalı generaller o toprakların kendilerine ait olduğuna yemin ettiler. Eylül 1999’da, kayda değer yurtiçi ve yurtdışı baskı altında Clinton, oyunun artık sona erdiğini Endonezya’ya kibarca söyledi. Bu pekala yirmi beş yıldır yapılabilirdi. Ordu birden çekildi, BM barış gücünün ülkeye girmesine izin verdi. Daha pekçok vakda ABD’nin rolü tayin edici olmuştur. Bu rolü değiştirebilecek bir halk tabanı inşa etmek üzere geliştirilen taktikler son derece önemli. İsrail-Filistin vakasında bunun önemi o kadar bariz ki, bunu tartışmaya gerek bile yok.

2. Yine geniş anlamda, BDS’nin amacına katılıyor musun katılmıyor musun, neden?

Eğer 2005’teki çağrıdan söz ediyorsan, niyet güzel. Fakat niyetin çok önemli olmadığını hepimiz biliyoruz. Örneğin, kırk küsür yıl önce epey zaman ve enerjimizi alan Vietnam savaşı karşıtı aktivizmi ele alalım. Weatherman’in saygıdeğer bir niyeti vardı: savaşın bitirilmesi ve diğer emperyal suçlara son verilmesi. Fakat her ikimiz de onların taktiklerine karşı çıkmıştık, Vietnamlılar da –ve haklı nedenlerimiz vardı: Onların taktiklerinin tahmin edilebilir etkisi, savaş ve gaddarlıkların arkasındaki desteğin artmasıydı. Aktivistler açısından kökleşmiş olan bir şeyi tekrar etmeme bilmem gerek var mı: Önemli olan yerine getirilen eylemlerin tahmin edilebilir sonuçlarıdır, niyet değil. Sloganların soyut geçerliliği bile değil. Bunların kurbanlar açısından hiçbir önemi yoktur.

3. Niyetin ötesinde, BDS’nin araçlarıyla ilgili rahatsızlığın, kaygıların var mı?

Benimsenen araçlar her zaman kaygı doğurur. Dayanışma işlerinde her zaman varolan bir kaygıdır bu. Mevcut vakada başarılı BD eylemleri neredeyse tümüyle –sanırım tamamen– yeniden düzenlenen çağrının birinci maddesiyle sınırlı kalıyor: Yani İsrail’in işgal edilmiş topraklarda işlediği suçlarla. Bunun için haklı nedenler var. Bu eylemler uluslararası hukuku şiddetle ihlal ediyor ve tüm dünya buna karşı çıkıyor. Kırk yıldır ABD bu suçların arkasında tek başına durdu –tabii arasıra ürkek, anlamsız olduğu artık gayet iyi anlaşılan bazı itirazlarda da bulundu. Bu etkin eylemler için önemli bir temel sağlıyor.

Üçüncü maddeye gelince, kurbanlar açısından önemli olan bir hakkın kullanılmasıdır, sadece tanınması değil. Aslında formel ve enformel müzakerelerde İsrail dahi, uygulamada sembolik kaldığı sürece dönüş hakkını savunabileceğini söylemiştir. Birinci maddeden farklı olarak, bu hakkın sembolik kullanımının ötesine geçen anlamlı bir destek dünyada yok. Böyle bir destek büyüyecek olsa bile –ki pek öyle olacakmış gibi görünmüyor– İsrail, BM Genel Meclisi’nin 194 nolu kararının şarta bağlı bir tavsiye olduğunu söyleyerek karşı çıkacak ve –ABD’nin desteğiyle düzenli olarak ihlal ettiği BM Güvenlik Konseyi kararlarından farklı olarak– her olayda geçerli kanun gücüne sahip olmadığını söyleyecektir. Fakat bu beklentiler eylem için somut bir öneriye dökülemeyecek kadar uzaktadır.

Bu hakkın kullanılabilmesi için görebildiğim tek bir yol var: Britanya ve Fransız emperyalizmleri tarafından dayatılmış olan sınırların aşındırılması. Bunun imkansız olduğu söylenemez. Kısa bir süre öncesine kadar Fransa ve Almanya’nın yüzyıllardır süren katliamları bir tarafa bırakıp sınırlarını açmaları düşünülemezdi. Fakat bu oldu. Bu vakada Britanya ve Fransa Birinci Dünya Savaşı’nın ardından bölgeyi dilimlere ayırmadan evvel sınırlar açıktı. Eğer başka bir imkân varsa da ben bilemiyorum.

İkinci maddeye dönük BD eylemlerinin neden pek az başarı gösterebildiğini veya ciddi bir şekilde yürütülemediğini de anlayabiliriz. Uluslararası hukukta tekil devletler içerisinde eşit hakların tanınmasına yönelik bir temel bulunsa bile bu zayıf. Ciddi olarak ele alındığında dahi uygulaması çok geniş olacaktır: Örneğin ABD’ye uygulanacaktır. Meşakkatli bir eğitim ve örgütlenme çabasıyla, İsrail için uygulanabilecek spesifik bir temel inşa edilebilir. Fakat bunun için gerekli olan ön çalışma henüz yapılmış değil ve bu temel inşa edilmeden ikinci maddeyi hedefleyen inisiyatifler etkisiz kalacak ve hatta Filistinlilere zarar verecektir.

Spesifik olanı gündeme getirmeyen, iyi niyetli fakat amaçları alakasız şeylere boğulmuş inisiyatiflerin sonunda Filistinlilere zarar verdiğini ikimiz de biliyoruz. Bu inisiyatifler başarısızlığa uğradığında ise iki kez zarar verebilir: Birincisi, suçlu ülkenin suçlarının arkasındaki desteği güçlendiren bir tepki doğurabilir; ikincisi, iyi şeyler için kullanılabilecek mevcut imkânları heba edebilir.

4. Son olarak, BDS kampanyasının bazı güçlükleri olduğunu düşündüğüne göre, bunlar nasıl önlenebilir? Filistinliler için adalet isteyen insanlar başka ne tür faaliyetler yürütebilirler?

Yapılması gereken zorlukların önüne geçmek ve başarıya ulaşması ihtimali olan taktikleri benimsemektir. Hem İsrail’i suçları nedeniyle cezalandırmak için hem de Washinton’u bu suçların arkasındaki desteğini çekmeye mecbur kılacak şekilde ABD’de kamuoyunu etkilemek için. Eğer işlenen suçları engelleyeceksek, ABD kamuoyu tayin edici bir faktördür.

On yıllardır süregiden eğitici ve örgütleyici çalışmalar bu yönde gelişmeler kaydetti. Fakat daha uzun bir yol var katedilmesi gereken. Bu noktada da Güney Afrika örneği öğretici. 1960’larda küresel yatırımcılar Güney Afrika’ya yatırım yapmamaya başlamışlardı. 1963’te ABD bir silah ambargosunu destekleyeceği sinyalini verdi fakat bir taahhütte bulunmadı. 1980’lerde BDS eylemleri ABD’de ciddi bir şekilde yürütülmeye başladığında Güney Afrika apartheidine karşı muhalefet o kadar şiddetlenmişti ki ABD Kongresi, Reagan’ın kongre yaptırımlarına vetosunu hükümsüz ilan ediyordu. 1987’ye gelindiğinde ABD dışındaki son uzlaşmaz İsrail (ve bir ölçüde Thatcher’ın İngilteresi) bile Güney Afrika’nın arkasındaki desteğini geri çekiyordu. Tekrarlayacak olursak, daha gidecek çok yolumuz var ve eğer taktik tercihlerimizin anlamlı ve etkili olmasını istiyorsak, hazırlık adımlarını es geçemeyiz.