Bir zamanlar Barack Obama'nın en yakın müttefiklekrinden biri olan Türk Başbakanı giderek otoriterleşiyor.

Recep Tayyip Erdoğan, uzun sure Barack Obama'nın en sıkı müttefiklerinden biri oldu. Dinci fakat seküler, güçlü fakat demokratik, bağımsız ama güvenilir bir NATO dostu olan bu adam, Beyaz Saray ve Pentagon'un eski Osmanlı İmparatorluğu'nun Arap bölgesinde yol gösterici olabileceğine –ve nefret edilen Beşar Esad'ı devirecek isyancılara bir kanal sağlayabileceğine– güvendiği biriydi.

Her zamanki gibi repliklerini ABD "resmi kaynakları"ndan alan Amerikan düşünce kuruluşlarının şarlatanları, Türkiye'nin, diktatörlükler sonrası Arap dünyası için bir "rol model" olduğunu bile ilan etmişti.

İçi boş bir düşünce. Hâlâ kendi Kürtlerine kötü muamele yapan, 1915 Ermeni soykırımını tanımayı reddederek soykırım inkârcılığı yapan ve hatta Ermeni gazeteci Hrant Dink'i 2007'de İstanbul'da bir sokakta öldürenlerin yargılanmasını maskaralığa çeviren bir ülke, gerçekten Müslüman dünyasının onaylayarak bakacağı bir ayna olabilir miydi? Evet, işte şimdi maske düştü.

Erdoğan geçen sene Gezi Parkı gösterilerini ezmek için milletin üzerine polis göndermiş, partisi ve akrabalarının yolsuzluk ve sahtekârlığa karıştığı söylendiğinde deliye dönüp yüzlerce polisi ve güvenlik görevlisini meslekten atmış veya başka yerlere sürmüştü. Ardından mecburen kazanması gereken yerel seçimler öncesinde "sosyal medya"yı temizleyeceğine söz verdi. Facebook ve Youtube artık yeni "teröristler"di ve giderek daha itaatkâr hale gelen Türkiye medyasına olsa olsa rahmetli Saddam Hüseyin'in ağzından çıkabilecek sözcüklerle tehditler savurdu. Ortaya çıktı ki Türkiye'nin rol model olabileceği tek ülke meğer yine kendisiymiş.

O halde Ortadoğu'da yine "güçlü bir adam", sıradan (ve tehlikeli) bir diktatöre mi dönüşüyor? Yoksa muhafazakâr, aklı başında bir demokrat aniden gerçek karakterini mi gösterdi? 2011'de yerel diktatörleri yerle bir eden Arap uyanışı başladığında, Erdoğan bunun önemi kavrayan ve devrimcileri öven ilk Müslüman liderdi. Eski Osmanlı bayrağının –ya da mevcut Türk versiyonunun– Gazze ve Mısır'ta Arap evlerinin üzerinde gururla dalgalanacağına kim inanırdı? Mısır'ın seçilmiş cumhurbaşkanı Muhammed Mursi, o demokrasi aşığı Mısır Başbakan Yardımcısı, Savunma Bakanı ve Genelkurmay Başkanı General Sisi tarafından sepetlendiğinde –Erdoğan General Sisi'nin adını bile telaffuz etmekten kaçınıyordu– Türk başbakanı, Katar gibi, Mursi'nin hâlâ Mısır'ın lideri olduğunu ısrarla ifade etti.

Öyle sanıyorum ki Erdoğan'ın hedef listesindeki bir sonraki kurum, en girişken ve kışkırtıcı Türk gazetelerinden biri olan Daily Zaman. Bu gazetede çalışan gazeteciler yakında Erdoğan'ın gazabına uğramaktan korkuyor. Bu hafta gazete Başbakan'ın halihazırda Pennsylvania'da yaşayan İslamcı rakibi Fethullah Gülen'e saldırmasını, hukuksal temeli olmadığı için sert şekilde eleştirdi. Erdoğan'ın adalet sistemini etkisi altına almaya çalıştığını söyleyen emekli bir Yargıtay üyesinin sözlerine onaylar şekilde yer verdi. Gülen'in ideolojisine yakın olduğu söylenen gazetede, Erdoğan'ın Adalet ve Kalkınma Partisi'nin yüzde 45'lik seçim başarısında yolsuzluk ve rüşvetin payını sorgulayan makaleler çıktı. Benzerleri pek yayımlanmayan bir haberde ise, 16 Mart'ta Türkiye desteğindeki İslamcı isyancılar tarafından Suriye kasabası Kessab'tan sürülen Ermenilerin, 1915 kitle katliamlarıyla koşutluk kurduğu yazıyordu. Gazete, 1915'teki olaylara, "soykırım" diyecek kadar cesaretli değildi.

Türkiye tıpkı soykırımı reddettiği gibi bütün bu olanları da reddediyor. Her iki beyan da saçma. Kessab kasabasına baskın yapan El Nusra Cephesi, Irak veya Ürdün'den gelmedi. Eskiden Osmanlı Ermenistan'ı olan bölgenin en ucunda bulunan ve binlerce Ermeninin yaşadığı Kessab, Türkiye'nin Suriye sınırından sadece birkaç mil uzakta. Türkler bu sınırdan –gerek İslamcı gerekse seküler– Suriyeli isyancılara silah sağlıyor. Ermenilerin yerlerinden sürülmesi, Esad rejimine bir kez daha karşıtlarının zalimliğini göstermek için önemli bir fırsat sundu.

Türkiye'nin –ya da aslında Erdoğan'ın– Esad'a karşı isyana dahil olması, Obama'yla ilişkisi bakımından son derece kritik. Geçen Ağustos'ta Şam'ın banliyösü Guta'da yüzlerce Suriyeli sivili öldüren sarin gazının Tükiye'den geldiğini ilk kez tabii ki Suriye Hükümeti öne sürdü. Suriye Hükümeti'ne göre Türkiye'den gelen bu gazı, Batı'nın Esad'ı suçlaması ve stratejik silahlarını rejime çevirmesi umuduyla İslamcı gruplar kullanmıştı. The Independent Suriye'deki saldırıları araştırdığında, Rus kaynakları söz konusu kimyasalların Esad'a satılmadığını, Moskova tarafında Libya'daki eski Kaddafi rejimine satıldığını açıkladı.

Suriye ordusu subayları ve Esad'a yakın bir şahsiyet, bu durumdan bana da şikayet etti. ABD ve müttefikleri gaz saldırısından rejimin sorumlu tutulması gerektiğinde ısrar ederken –ki elbette ilk yaptıkları bu olmuştu– gazın Türkiye üzerinden Kuzey Suriye'de isyancılara taşındığına dair kamuoyuna yansıyan kanıtları göz ardı etmişlerdi. Sürekli olarak Türkiye'de tutuklanan on El Nusracı hakkında düzenlenen 130 sayfalık iddianameye atıf yapıyorlardı. İddianame, El Nusra üyelerini, Türk polisi tarafından sarin gazı üretiminde kullanılan maddeler olarak teşhis edilen malzemeleri güney Türkiye üzerinden nakletmekle suçluyordu. Suriyeliler haklıydı. Grubun elebaşısı Haytam Kassab mahkemeye çıkarıldı ve bir Türk savcısı hakkında 25 yıl hapis cezası istedi. Ancak daha sonra Kassab "tutuksuz yanrgılanmak üzere" serbest bırakıldı. Yargılananların hepsi ortadan kayboldu. Daha sonra Moskova'nın Türkiye Büyükelçisi tutuklanmaları reddedecek ve Saddam'a yakışır bir inançla, "sarin" olduğu öne sürülen maddenin "antifriz" [donma önleyici] olduğunu söyleyecekti.

Çok tartışma yaratan Amerikalı araştırmacı gazeteci Seymour Hersh –her ne kadar kaynaklarını sıralarken sık sık hayatta en nefret ettiğim, kimliği belirsiz "yetkililer" ve "uzmanlar" gibi ifadeler kullansa da eski bir dostum olduğunu itiraf etmeliyim– yakında Suriye'de kimyasalların kullanılmasına dair rahatsız edeci ve inandırıcı bir araştırmasını yayımladı. Araştırma, Suriye'de Kan El-Assal köyüne yönelik daha önceki bir kimyasal saldırıda isyancıların sarin kullanmasına imkân sağladığı için Türkiye'yi işaret ediyor.

Hersh, çok daha büyük etki yaratacak bir iddiada daha bulunuyor. Guta'da kullanılan sarin gazının (bir Rus askeri istihbarat biriminin yardımıyla) Britanya Porton Down laboratuarında incelendiğini ve Britanya istihbaratının Amerikalılara, gazın Suriye ordusunun kimyasal silah cephaneliğinden gelmediğini teyit ettiğini belirtiyor. Söz konusu saldırı, Obama ve yönetimini Esad'a karşı öfke nöbetlerine sevk etmişti.

Hersh'e göre bu veri –elbette Hersh'in bulgularını küçümseyenler de var– o kadar güçlüydü ki ABD Genelkurmay Başkanı'nı Başkan Obama'ya, Guta saldırısını Suriye'ye askeri saldırı bahanesi olarak kullanmaması gerektiğini söylemeye ikna ederdi. Sonunda Obama bunu kabul etti. Yine de Obama, Suriye'nin bombalanması için birdenbire (ve bugüne kadar açıklanmayan) bir karara vararak Kongre'nin onayını almak istedi. Halbuki böyle bir onayın Kongre'den çıkmasının zor olduğunu biliyordu. Türkler –ve Erdoğan bağlantısı işte burada devreye giriyor– Amerikalıların Esad'ın yok edilmesi için kurdukları tuzağa düşmemesine çok öfkelendi.

Hersh'e göre Erdoğan, Amerikalıların "gizli bir hat" oluşturarak silahların Libya'dan – Türkiye'den geçerek–Suriyeli isyancılara sevk edilmesine izin verdi. Sarin gazının daha önceleri Sovyetler Biriliği'nden Libya'ya sevk edilmiş olması burada önem kazanıyor. Hersh, Guta saldırısı olduktan sonraki aylarda da bu "gizli hattın" işlemeye devam ettiğini öne sürüyor. Sadece bu "hat" değil, Türklere İran'la altın ticareti yapması için verilen izin de devam etti. Bu, milyarlarca dolarlık bir rüşvet fonu yaratan kârlı bir girişimdi ve aynı yolsuzluk paralarının daha sonra Erdoğan'ın etrafındaki önemli şahsiyetlerin eline geçtiğini gördük.

Bir Türk gazeteci ısrarla bu hafta İstanbul'da bana, Obama'yı Esad rejimine saldırmaya sevk etmesi beklenen Şam'daki Guta sarin saldırısının amacına ulaşmamasının ardından Erdoğan'ın "çılgınlığının" –zaten aşikârdı– gaddarlık düzeyine ulaştığını söyledi. Eğer ABD bombardımanı gerçekleşseydi, kurulacak olan yeni Suriye'de Türkiye "iktidarın kim olacağını belirleyen" güç konumuna ulaşacaktı. Böylece bu eski ulus, kendinden menkul, genişlemiş Osmanlı tarzı bir imparatorluğun parçası haline bile gelebilirdi. Elbette bu hayal gücünü fazlasıyla zorlamak olur. Erdoğan, Madde 22 romanındaki Yossarian gibi son derece tuhaf bir kişilik. Politik megolamani işaretleri sergiliyor.

Fakat Hersh geçen yıl 16 Mart'ta Erdoğan, Obama ve üst düzey Türk istihbarat yetkilisi Hakan Fidan'ın katıldığı bir akşam yemeğine ilişkin ayrıntılara yer veriyor. Yemekte Obama kızgın bir ses tonuyla Fidan'ı işaret ediyor ve "Suriye'de (isyancı) radikallerle ne haltlar karıştırdığınızı biliyoruz" diyor. Yemek gerçekten de verildi. Fakat elbette kimse konuşulanları kayda geçecek şekilde ifşa etmeyecek.

Amerikalılar ne yaparsa yapsın, Türkiye Suriye'deki savaşa müdahil olmaya devam edecek. Obama isyancıların hem güvenilmez hem tehlikeli olduğunu düşünüyor hem de yenildikleri görüşünde. Fakat You Tube'da yayımlandıktan sonra Erdoğan'ı çok öfkelendiren kayıtlardan biri –zaten sosyal medya yasağının sebebi de buydu – Türk yetkililer arasında geçtiği açıkça belli olan bir konuşmaya yer veriyordu. Bu konuşmada yetkililer Suriye'ye saldırabilmek için bir bahane arıyor. Türk Hükümeti, kayıt "değiştirilmiş" ve "montajlanmış" diye kıyameti kopardı. Tabii değiştirilmiştir, ona ne şüphe!