Murat Yetkin geçen hafta yazdığı bir yazıda, Türk istihbaratının Mısır’da yaşanan darbeyi önceden hükümete bildirip bildirmediğini sordu (Murat Yetkin, “MİT ve Dışişleri uyuyor muydu?”, 16 Temmuz 2013, Radikal). Türk istihbaratı olası darbe durumu konusunda hükümeti uyarmış mıydı yoksa Türk istihbaratı uyumuş muydu? Yetkin üç ihtimalden söz ediyor ve kendi tahminini de yazının sonuna ekliyordu. 

“1- Türk casus ve diplomatları gerçekten uyudu, burunlarının ucunda olanı göremedi ve hükümeti karanlıkta bırakarak, önceden hamle yapmasına engel oldular.
2- Uyumadılar. Ancak hükümet nezdinde kötü haber verip kötü duruma düşmemek adına gerçekleri olduğu gibi anlatmaktan kaçındılar. Bu çerçeveye, Mısır’da dev bir operasyon yürüten Anadolu Ajansı ve Türk düşünce kuruluşlarının Mısır’da aslında neler olduğunu Türkiye’ye yeterince yansıtmadığı ihtimalini de katabiliriz.
3- Türk casus ve diplomatlar görevlerini yaptı, doğru ve zamanında bilgi verdiler. Ancak seçilmiş başkan Mursi ve Müslüman Kardeşler destekli yönetimin yanlış işler de yapabileceği ihtimalini kabul etmek istemeyen Ankara, olanları değil, olması gerekenleri esas aldı; ABD, AB ve Arap ülkelerinin seçilmiş İslamcı yönetimin askerlerce devrilmesine destek olacağına ihtimal vermedi.
Türk casus ve diplomatlarının bölgede asırları bulan tecrübesini dikkate alarak ben ilk ihtimalin çizilmesinden yanayım ama hangisinin gerçek olduğunu anlamak için toz dumanın biraz daha yatışmasını beklemek gerekecek.”

Yazıyı okuduğumda, istihbaratın hükümeti önceden uyarmış olabileceği şeklinde bir duyum sonucu yazıldığı hissiyatı uyandı bende. Bu yazı üzerine Deniz Zeyrek, Yetkin’in sorularına cevap niteliğinde başka bir yazı kaleme aldı ( Deniz Zeyrek, “İstihbarat Penceresinden Mısır”, 21 Temmuz 2013, Radikal).

Zeyrek şunu söylüyordu yazısında; “ Bu konuda merakımı geçen hafta Batılı diplomatlara sordum: ‘Sizin istihbaratçılarınız Kahire’den ne raporlar geçiyordu? Siz ne zamandan beri bekliyordunuz Mısır darbesini?’ Aldığım yanıt çok netti: ‘Şubat ayından beri süreç işliyordu’. Konuştuğum diplomat Avrupalıydı. Hem de NATO’dan Türkiye’nin müttefikiydi. Bildiğim kadarıyla NATO müttefikleri, NATO’nun tehdit algılamaları doğrultusunda öne çıkan bir konuda, (örneğin Suriye) ‘istihbarat işbirliği’ de yapıyor. Bu iş birliği son iki yıldır Hatay- Adana hattında MİT’in koordinasyonunda NATO ülkeleriyle tam anlamıyla gerçekleştiriliyor. Peki, Avrupalıların bu kadar net görüp rapor ettikleri bir darbeyi NATO müttefiki Türkiye’nin görmemesi mümkün mü? Aynı diplomatın bu soruya yanıtı da çok netti: ‘Türkler de biliyordu ama görmek istememişlerdir…’ Aynı soruları başka Batılılara da sorma fırsatı buldum. Hem Türklerden hem yabancılardan aldığım yanıtlardan şu sonucu çıkardım: Mısır darbesi Ankara’da da bekleniyordu. ABD’nin ve Avrupa Birliği’nin darbe konusunda sergileyecekleri tavır da üç aşağı beş yukarı biliniyordu. Nitekim Türkiye’nin NATO’daki müttefikleri, hem diplomasi hem istihbarat kanallarından devrik Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi ile ilgili gidişatı Ankara’ya da iletmişti. Yani, Ankara’nın ‘ABD ve AB buna izin vermez’ deme ihtimali de bizzat o ülkelerce iletilen ‘veririz’ mealindeki mesajlarla çürütülmüştü. Sanırım, Ankara, darbenin geldiğini bildiği gibi, darbeyi engelleyemeyeceğini de biliyordu.”

Öyle görünüyor ki, AKP hükümeti, ABD ziyareti sırasında sadece Suriye politikaları konusunda değil, Mısır meselesinde de uyarılmış olmalı. Olup bitenleri önceden bilen Ankara, ABD ve AB çizgisinde bir dış politika hattı izlemek zorunda kalmış ve darbeye yönelik söylemini ise tamamen iç kamuoyuna hatta Gezi Parkı direnişine yönelik olarak kurgulamıştı. Bir önceki yazımda da belirttiğim gibi, hükümet Mısır’da yaşanan darbeyi şu şekilde bir söylemin malzemesi haline getirdi; “Tahrir’de direniş diye ortaya çıkanlar darbeye neden olmuşlardır, Gezi Parkı direnişi diye ortaya çıkanların da asıl amacı seçilmiş hükümeti devirmekti, dolayısıyla Gezi Parkı direnişi denen şey de bir darbe girişimidir”. Son olarak Abdullah Gül, darbenin atadığı Cumhurbaşkanı Adil Mansur’a, Mısır Milli günü nedeniyle tebrik mesajı yollayarak darbe rejimiyle bir sorunları olmadığını göstermiş oldu (24.7.2013, T24 Bağımsız İnternet Gazetesi).

Gelelim ikinci önemli dış politika meselesine. Türkiye’nin Suriye sınırında PYD güçleri El-Kaide uzantısı yapılarla çatışmaya başladı. 16 Temmuz’da Serêkaniyê’de , El-Kaide bağlantılı Nusra cephesi YPG’ye bağlı Kadın Savunma Birlikleri’ne (YPJ) saldırdı. Verilen karşılık üzerine, El Nusra ile birlikte hareket eden diğer El-Kaide uzantısı yapılar saldırıya geçtiler. Çatışmalar sonucunda YPG güçleri Serêkaniyê’yi ele geçirerek yönetimi kentin Halk Meclisine bıraktı. El-Kaide uzantısı yapılar püskürtüldü ancak çatışmalar devam ediyor. Tasfiye olacağı düşüncesiyle bölgedeki etkinliğini göstermek ve fiilen bir Suriye İslam Emirliği kurarak anlaşma masasında yer almak isteyen İslamcı yapılar şimdilik başarısız oldular.

Türk medyası ve hükümet Mısır darbesi sonrasında sergiledikleri tavra benzer bir tavır sergilediler. Kısacası iç kamuoyuna yönelik mesajlar verildi, sabrımızı taşırmayın dendi ancak uzun zamandır Türkiye tarafından desteklendiği bilinen İslamcı yapılar süpürülürken Türkiye ciddi hiçbir müdahalede bulunmadı/bulunamadı. Zaten anlaşılan çatışmalar başlar başlamaz PYD Türkiye ile diyalog kurma yolunu seçmiş. “…  YPG, Ceylanpınar Sınır Karakolu’na bir sivil heyet gönderip “Serekaniye sınırı YPG’nin kontrolünde, Türkiye tarafına bundan sonra bir tek mermi düşmeyecek” mesajı verdi. Mansur “Bu gruplarla 17 Şubat’ta yaptığımız anlaşmaya göre sınır kontrol noktası yerel meclise devredilmeli. Ama anlaşmaya uymadılar. Biz de çatışma çıkmasın diye sessiz kaldık. Sınırı yerel meclise bırakıp kentten çekileceğiz. Ancak seferberlik ilan ettiler, diğer bölgelerdeki cihatçı grupları çağırdılar. Bu yüzden bir süre daha mevzileri terk etmeyeceğiz” dedi. Olaylara PKK’nın kesinlikle karışmadığını savunan Mansur, Türk tarafında bir gencin ölümüne yol açan mermi ve karakol yakınına düşen top mermisi ile ilgili de şunu söyledi: “Çatışmada her iki tarafın kullandığı mermi de Türkiye’ye düşmüş olabilir. Ancak bizimkiler havan topu kullanmadı. Karşı taraf kullanmış olabilir. Bunun nedeni de ya Türkiye’ye ‘Neden yardım etmiyorsunuz’ tepkisidir ya da bir kışkırtmadır.” (Fehim Taştekin, “Kaide Kürtlere Neden Savaş Açtı?”, 18 Temmuz 2013, Radikal)

Son birkaç aydır AB ve ABD’nin Suriye ile ilgili tavrını takip edenler için bu durum sürpriz olmamıştır sanırım. Bilindiği gibi Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) uzun zamandır, AB ve ABD’nin kendilerini yeterince desteklemediğini ve eğer böyle giderse Esad’ın büyük bir katliam gerçekleştireceğini söylüyor. ABD ve AB ülkelerinin birçoğu ise benzer bir tavır sergiliyor. Bu tavır mealen şöyle;  “ÖSO’ya yardım etmek istiyoruz ama bu yardımların El-Kaide uzantısı yapılara gitmesinden ve bunun yaratacağı durumdan endişeleniyoruz, bu yapıları Suriye muhalefetinden uzaklaştırın”. Son günlerde hem ABD’den hem Avrupa’dan benzer açıklamalar yapılıyor. “ABD Savunma İstihbarat Ajansı Başkan Yardımcısı David Shedd Suriye’deki durumu değerlendirirken bu ülkede 1200’ü aşkın silahlı grubun ortaya çıktığını ve Nusra’nın giderek güçlendiğini not etti. Shedd, ‘dengelenmezse’ radikal İslamcıların daha fazla güçleneceğini ve iç savaşın yıllarca süreceğini belirtirken ABD’nin müdahale etmesi konusunda ‘sanırım bölgedeki müttefiklere bel bağlamak en iyi çözüm’ dedi” (“Bir Komutana Yüzlerce Rehine”, 22 Temmuz 2013, Radikal). Yine İngiltere başbakanı David Cameron 21 Temmuz’da BBC radyoda yaptığı bir röportajda, ‘ÖSO’ya yardımı kesinlikle düşünmüyoruz çünkü aralarında kötü adamlar var’ şeklinde bir ifade kullandı.

Bu durum şöyle okunabilir; Suriye’de Esad’a karşı savaşan güçler arasındaki “kötü çocuklar” tasfiye edilmezse yardım yapmayız. Suriye sınırında yaşanan son çatışmalara bu minval üzerinden bakılırsa, Türkiye’nin bölgedeki İslamcı yapıları açıkça desteklemesi artık pek mümkün görünmüyor. “ Bu gelişmeler Türkiye’yi telaşlandırsa da Ankara’nın desteklediği ÖSO memnun. (Ankara’nın hassasiyeti mesele Kürtler olunca hızla değişkenlik gösteriyor.) ÖSO, Kemal Hamami adlı komutanının öldürülmesi üzerine IŞİD’den (Irak-Şam İslam Devleti) intikam alma yemini etmişti. Silah için ABD’ye gitmeye hazırlanan ÖSO Komutanı Selim İdris’in önündeki tek şart da Kaidecilerin temizlenmesi. Bunu da şu an Kürtler yapıyor! ÖSO’dan gelen sinyal Kürtlere karşı Selefi cepheye ‘barut’ gitmeyeceği yönünde. Beşer Esad’ın da bir nevi özerklik vaat ederek Kürtlerle anlaşma yoluna gitmesi Ankara’nın asabını bozan bir diğer ihtimal olmalı. Batılı müttefiklerin de Kürtleri dünden daha fazla kale alacağı kesin. Rojava, Kürtlerin Ortadoğu’nun yeniden dizaynında göz ardı edilemez aktöre dönüştüğünü bir kez daha gösterdi.” (Fehim Taştekin, “Kürt Stratejisi”, 22 Temmuz 2013, Radikal)

Bununla birlikte son gelişmelerin tamamen Esad’ın güçlenmesi durumuna hizmet ettiğini düşünen AB ve ABD, aceleyle Lübnan Hizbullah’ını terörist örgütler listesine aldı ve açıkça Suriye’den uzak durmasını söyledi. Ayrıca ABD ÖSO’ya silah yardımının önünü açacak adımlar atarak Esad’a sert mesajlar göndermeye devam ediyor. Anlaşılan Rusya, AB ve ABD ortak bir Suriye planı üzerine genel bir anlaşmaya varmış durumda. Esad, El-Kaide uzantısı örgütlerden arındırılmış ÖSO ve Kürtler Suriye’de yalnız bırakılacak, çözüm de bu üç taraf üzerinden inşa edilecek. Türkiye’nin Suriye politikası ise açıkça çöktü. Türkiye’nin bu saatten sonra ABD ve AB çizgisinde bir Suriye politikası izlemekten başka çaresi yok gibi duruyor. Bu konuda Türkiye’nin en büyük şanslarından biri, PYD’nin de lideri olan Abdullah Öcalan’ın kolaylıkla görüşebileceği bir yerde olması.

Özetlemek gerekirse, özellikle iktidarının ikinci döneminde “kısmi özerk bir dış politika” çizgisi izlemek isteyen AKP hükümeti, dış politikada yaşadığı başarısızlıklar ve içerde yaşanan olaylardan sonra AB ve ABD çizgisinden ayrılmayan bir dış politika hattına geçmek zorunda kalacak (kaldı). AB ve ABD’nin ayrıştığı noktalarda Türkiye’nin yapacağı tercih ise önümüzdeki dönemler için hayati sonuçlar doğurabilir.