Çeşitli üniversitelerde ve okullarda çalışan BGST'li eğitimciler olarak eğitiminin güncel sorunlarına ilişkin tartışmalar yapmak, çalıştığımız kurumlarda karşılaştığımız sorunları paylaşmak ve çözümler üretmek, ve gerçekten demokratik ve eşitlikçi bir eğitimin nasıl olabileceği üzerine alternatifler geliştirmek için bir araya geldik ve tartışmalarımıza bir zemin oluşturabilmesi için Noam Chomsky'nin Demokrasi ve Eğitim (bgst YAYINLARI, 2007) adlı kitabından ve Michael Albert'ın Umudu Gerçeğe Dönüştürmek (bgst YAYINLARI, 2007) adlı kitabından belli bölümler okumaya karar verdik. Bu metin Noam Chomsky'nin Demokrasi ve Eğitim (bgst YAYINLARI, 2007) adlı kitabının giriş bölümüdür ve Chomsky'nin 19 Ekim 1994'de Chicago'daki Loyola Üniversitesi'nde verdiği bir dersten alınmıştır.  

 

Bana önerilen ve benim de konuşmayı memnuniyetle kabul ettiğim başlık “Demokrasi ve Eğitim”dir. Demokrasi ve eğitim ifadesi geçen yüzyılın seçkin düşünürlerinden birinin hayatı, eserleri ve düşüncelerini akla getiriyor hemen: hayatının ve düşüncelerinin büyük bölümünü bu meseleler dizisine adamış olan John Dewey’i. Sanırım burada ona özel bir ilgim olduğunu itiraf etmem gerekiyor. Çok çeşitli nedenlerden dolayı, onun düşüncelerinin çocukluk yıllarımdan beri -hatta, burada değinmeyeceğim ama gerçekten var olan birçok nedenden dolayı, iki yaşımdan beri- benim üzerimde çok güçlü bir etkisi olmuştur. Dewey, hayatının büyük bölümünde, anaokulu eğitimindeki reformların sosyal değişim için başlı başına önemli bir araç olduğunu (ancak daha sonraları bu konuda daha şüpheci davranmıştır), bu reformların, daha adil ve özgür bir toplumun yolunu açabileceğini ve kendi tabiriyle “üretimin nihai amacının mal üretmek değil, birbirleriyle eşit bir şekilde ilişki kuran özgür insan üretmek” olduğunu düşünüyordu.

Dewey’in tüm eserlerini ve hayatını özetleyen bu basit düstur, modern toplumsal entelektüel hayatın önde gelen iki akımıyla derinden çatışmaktadır: (Bu meseleler hakkında 1920’lerde ve 1930’larda yazdığı göz önüne alınırsa) onun zamanında gayet güçlü olan birinci akım, zamanın Doğu Avrupasındaki güdümlü ekonomiler[i], Lenin ve Troçki tarafından yaratılan ve Stalin tarafından daha da büyük bir zulüm haline getirilen sistemlerle ilişkilidir; diğeriyse, ABD ve Batı dünyasının büyük bölümünde büyük özel sektör güçlerinin[ii] etkin yönetimi altında inşa edilen devlet kapitalizmine dayalı endüstri toplumudur. Aslında bu iki sistem, ideolojileri de dahil olmak üzere temel unsurları itibariyle benzeşmektedir. Her ikisi de temel inancı itibariyle son derece otoriterdir ve bir tanesi halen bunu sürdürmektedir, her ikisi de diğer bir geleneğe, özgürlükçü sol geleneğe kesin ve şiddetli bir şekilde karşıdır. Özgürlükçü sol geleneğin kökleri Aydınlanma değerlerine dayanır ve John Dewey türünden ilerlemeci liberalleri, Bertrand Russell gibi bağımsız sosyalistleri, (çoğu anti-Bolşevik olan) ana-akım Marksist unsurları ve elbette çeşitli anarşist hareketlere mensup özgürlükçü sosyalistleri ve hiç şüphesiz işçi hareketinin ve diğer halk kesimlerinin büyük kısmını içeren bir harekettir. (Benim görüşüme göre Dewey ve Russell yirminci yüzyılda Batı’nın en önde gelen iki düşünürüdür.)

Dewey’in de içinde yer aldığı bu bağımsız solun kökleri, güçlü bir şekilde klasik liberalizme dayanmaktadır. Benim görüşüme göre, bağımsız sol tam da klasik liberalizmin içinden çıkmıştır. Bugün ABD’de muhafazakârlık olarak adlandırılan oldukça aşırı mutlakiyetçilik biçimi de dahil olmak üzere devlet kapitalizmini ya da devlet sosyalizmini savunan kurum ve düşüncelerin mutlakiyetçi fikir akımlarına kesinlikle karşıdır. Bu aşırı mutlakiyetçilik biçimi için muhafazakârlık teriminin kullanılması herhalde Orwell’i çok güldürürdü ve (eğer hakikaten varsa) hakiki muhafazakârların mezarlarında ters dönmesine neden olurdu.

Bu resmin, en hafif tabirle alışılagelmiş bir resim olmadığının altını çizmeye gerek görmüyorum. Ancak en azından bir meziyeti olduğunu düşünüyorum: kesin doğruluk sağlama meziyeti. Bunun neden böyle olduğunu açıklamaya çalışacağım.

Dewey’in ana temalarından birini ele alalım: Üretimin nihai amacı mal üretmek değil, birbirleriyle eşit bir şekilde ilişki kuran özgür insanlar üretmektir. Elbette bu tema, Dewey’in asli ilgi alanlarından biri olan eğitimi de içermektedir. Buradan Bertrand Russell’a dönecek olursak, eğitimin amacı “hakimiyet kurmaktan başka şeylerin değeri hakkında bir fikir vermek, özgür bir toplumun irfan sahibi yurttaşlarını yetiştirmeye yardım etmek, yurttaşlığın özgürlük ve bireysel yaratıcılıkla birleştirilmesini teşvik etmektir; bu da bir çocuğa, tıpkı bir bahçıvanın genç bir ağaca baktığı gibi, yani içsel bir doğaya sahip olan ve uygun toprak, hava ve ışık sağlandığında takdire değer bir biçim geliştirecek olan bir şeye bakar gibi bakmak gerektiği anlamına gelir.”

Aslına bakarsanız Dewey ve Russell, diğer birçok konuda gerçekten fikir ayrılığı içinde olmakla beraber, Russell’ın insancıl kavrayış olarak adlandırdığı ve kökleri Aydınlanma’da bulunan bu yaklaşım konusunda fikir birliği içerisindedir: Bu yaklaşım, eğitimin boş bir kaba su doldurmak olarak değil, tam aksine, bir çiçeğin kendi bildiği yoldan büyümesine yardım etmek olarak görülmesi gerektiği (bir başka deyişle, normal yaratıcı biçimleri geliştirecek koşulları sağlama) fikridir. Onsekizinci yüzyılda ortaya çıkmış bir fikri yeniden hayata geçirmeye çalışmışlardır.

Dewey ve Russell, Aydınlanma ve klasik liberalizmin bu öncü fikirlerinin devrimci bir karaktere sahip olduğu düşüncesini da paylaşıyorlardı ve eserlerini yazdıkları dönemde, yani bu yüzyılın ilk yarısında, bu fikirleri gayet haklı olarak savunuyorlardı. Hayata geçirilmeleri durumunda bu fikirler, asli değerleri birikim yapmak ve hakimiyet kurmak değil, eşit koşullarda özgürce ilişki kurmak, paylaşmak ve işbirliği yapmak olan, demokratik bir şekilde oluşturulmuş ortak amaçlara erişmek için eşit koşullarda katkıda bulunan özgür insanlar üretebilirdi. Adam Smith’in “insanlığın efendilerinin iğrenç düsturu” olarak adlandırdığı “her şey bizim, başkalarına hiçbir şey yok” düşüncesinden herkesin tiksinmesi gerekirdi. Bugünlerde bize takdir etmemizi ve geleneksel değerler olarak hürmet etmemizi öğrettikleri bu rehber ilkeler aralıksız bir saldırıyla yıpratılmaktadır ve geçen onyıllarda bu şiddetli saldırının öncülüğünü de muhafazakâr olarak adlandırılanlar yapmıştır.

Bir tarafta Aydınlanma’dan başlayıp Russell ve Dewey gibi yirminci yüzyılın önde gelen şahsiyetlerine uzanan insancıl kavrayış durmaktadır. Diğer taraftaysa, günümüzün egemen doktrinleri, yani Adam Smith’in “iğrenç düstur” olarak lanetlediği ve bir yüzyıl öncesinin canlı ve hareketli işçi sınıfı basını tarafından da “çağımızın yeni zihniyeti: cebini doldur ve kendinden başka hiçbir şeyi umursama” (Smith’in değindiği iğrenç düstur) şeklinde nitelenerek lanetlenen doktrinler durmaktadır. Bu niteleme 1850 ya da buna yakın tarihlerde ABD işçi sınıfı basınından alınmıştır. Bu iki tarafın değerleri arasındaki çatışmanın ne kadar keskin ve dramatik olduğunu görmek için zaman ayırmaya değer.

Duygudaşlığa, mükemmel eşitlik amacına ulaşmaya ve temel bir insan hakkı olan yaratıcı çalışmaya vurgu yapan Adam Smith gibi kapitalizm-öncesi bir düşünürden başlayarak değerlerin evrimini takip etmek ve bugüne gelerek bunları günümüzün değerleriyle karşılaştırmak oldukça önemlidir. Bugün çağın yeni zihniyeti yüceltilmekte ve bazen de hiç utanıp sıkılmadan Adam Smith’in de ismi bu işe karıştırılmaktadır. Örneğin, Nobel ödüllü ekonomist James Buchanan, “ideal durumda, herkes bir köleler dünyası üzerinde efendi olmanın peşinde koşar” diye yazmaktadır. İyi anlaşılmamış olabilir: Bu onların peşinden koştuğu şeydir. Adam Smith ise bunun kesinlikle patolojik olduğunu düşünmektedir. Adam Smith’in gerçek düşünceleri üzerine yazılmış bildiğim en iyi kitap (Adam Smith and His Legacy for Modern Capitalism [1991]) burada, Loyola’da profesör olan Patricia Werhane tarafından yazılmıştır. Bunlar Adam Smith’in gerçek görüşleridir. Ama elbette en doğrusu orijinal eserleri okumaktır.

Çağın yeni zihniyetinin ve değerlerinin en açık şekilde ortaya konduğu örneklerden biri de, Doğu Avrupa halklarının kalkındırılması konusunda karşılaştığımız güçlüklere ilişkin olarak bugünlerde basında çıkan bir yorumdur. Bildiğiniz gibi, daha önce Latin Amerika’da, Filipinler’de ve daha birçok yerde vesayetimiz altında olanlara cömertçe sunduğumuz müşfik elimizi şimdilerde yeni ihtiyaç sahiplerine uzatıyoruz. Ama elimizi uzatırken, bu işkence odalarında gayet tutarlı ve apaçık bir şekilde ortaya çıkan sonuçlara dair, kim olduğumuza ya da ne yaptığımıza dair hiçbir ders çıkarmamayı akıl almaz bir şekilde başarabiliyoruz. Biri çıkıp bunun nedenini sorabilir. Her halükarda, tıpkı geçmişte Haitilileri, Brezilyalıları, Guatemalalıları, Filipinlileri, Amerikan Yerlilerini, Afrikalı köleleri ve benzerlerini kurtardığımız gibi bugün de komünizmden kurtulmuş bu insanları kalkındırmaya gidiyoruz.

Bugünlerde New York Times, bu farklı problemleri konu alan ilginç bir makale dizisi yayınlamakta. BU makale dizisi çağımızda hüküm süren değerlere dair önemli ipuçları veriyor. Örneğin Doğu Almanya üzerine Steven Kinzer’in yazdığı bir makale vardı. Bu makale Doğu Almanya’daki komünist rejime karşı halk protestolarının liderlerinden biri olan bir rahipten yapılan alıntıyla başlıyordu. Rahip, topluma neler olduğuna ilişkin giderek artan endişelerini şöyle ifade ediyordu: (Toplum dünyanın geri kalmış halklarına öğrettiğimiz çağın yeni zihniyeti konusunda tecrübe kazandıkça) “acımasız rekabet ve para hırsı toplum olma duygumuzu tahrip ediyor ve hemen herkes bir miktar korku, depresyon ya da kendini güvende hissetmeme duygusu yaşıyor.”

Jane Perlez tarafından yazılmış olan bir sonraki makale, örnek bir yer ve gerçek bir başarı hikayesi olarak gördüğümüz Polonya’yı ele alıyor. Başlığında “Kapitalist Yolun Hızlı ve Yavaş Şeritleri” ifadesi bulunuyor. Hikayesinin özü, bazıları parsayı toplarken bazılarının hala geride olduğudur. Bir iyi öğrenci örneği, bir de ağır öğrenen öğrenci örneği veriyor. İyi öğrenci “modern kapitalist Polonya’daki başarılı örneklerin en iyisi olan” küçük bir fabrikanın sahibidir. “Bu fabrika incelikli bir biçimde tasarlanmış gelinlikler üretmekte ve çoğunlukla da zengin Almanlara ve az sayıdaki süper zengin Polonyalılara satış yapmaktadır”. Bu olay, geçen Temmuz’da yayınlanan bir Dünya Bankası raporuna göre reformların başlamasından beri yoksulluğun iki kattan daha fazla arttığı ve gelirlerin yaklaşık olarak yüzde otuz azaldığı bir ülkede geçmektedir. Buna karşın, aç ve işsiz olan insanlar mağaza vitrinlerinde yer alan incelikle tasarlanmış gelinliklere bakabilecek ve çağın yeni zihniyetini takdir edeceklerdir. Böylece, Polonya, bizim başarılarımız için büyük bir başarı öyküsü olarak selamlanabilir. Bu iyi öğrenci “insanlara kendileri için savaşmaları gerektiğinin ve başkalarına güvenemeyeceklerinin öğretilmesi gerekmektedir” açıklamasında bulunuyor. Jane Perlez, “Ben bir madenciyim. Benden daha iyi durumda olan var mı?” gibi sloganlarla hala beyni yıkanmakta olan insanlara Amerikan değerlerini aşılamaya çalıştığı bir eğitim kursunu tasvir etmektedir. Bunu kafalarından atmaları gerekir. Birçok kişi onlardan daha iyi durumdadır, örneğin zengin Almanlar için gelinlik tasarlayanlar onlardan daha iyi durumdadır.

Amerikan değerlerinin başarı hikayesi için seçilmiş olan tasvir budur. Bunun ardından başarısızlıklar, kapitalist yolda hala yavaş şeritte olanlar gelmektedir. Jane Perlez burada örnek olarak kırk yaşında bir kömür madeni işçisini veriyor: “Ahşap kaplama oturma odasında oturup komünizm zamanındaki emeklerinin meyvelerini hayranlıkla seyrediyor: bir TV seti, rahat bir mobilya, yeni ve modern bir mutfak. Ve şimdi neden evde, işsiz ve işsizlik sigortasına muhtaç halde oturduğunu düşünüyor.” Henüz çağın yeni zihniyetini (para kazan, kendinden başka hiçbir şeyi düşünme ve “Ben bir madenciyim. Benden daha iyi durumda olan var mı?” diye de düşünme) henüz tam özümseyememiştir. Makale dizisi böyle devam ediyor. Nelerin doğru kabul edildiğini görmek açısından önemli bir dizidir.

Doğu Avrupa’da olup bitenler, Üçüncü Dünya’daki etki alanlarımızda uzun bir süredir neler olup bittiğini de özetlemektedir ve buralarda gerçekten neler olduğu ise çok daha uzun bir hikayedir. Aslında bizzat kendi tarihimizden ve bizden önce de İngiltere tarihinden aşina olduğumuz bir durumdur. Yakın zamanlarda, Yale Üniversitesi’nin önemli emek tarihçilerinden biri olan David Montgomery tarafından yazılan bir kitapta, yazar, modern Amerika’nın çalışan insanların protestoları üzerine kurulduğuna işaret etmektedir. Gayet de haklıdır. Bu protestolar canlı ve açık sözlüydü, özellikle de işçi sınıfı ve halk basınında durum böyleydi. ABD’de halk basını ondokuzuncu yüzyılın başlarında gelişmiş ve büyük özel sektör güçleri tarafından 1930’larda nihai olarak yok edilmişti. İngiltere’deki halk basını da otuz yıl sonra aynı akibete uğradı. Bu konudaki ilk önemli çalışma 1924’te Norman Ware tarafından yapıldı. Hala oldukça aydınlatıcı bir metin olarak nitelendirilebilir. Burada, Chicago’da basılmıştı ve çok yakın zamanlarda yerel bir yayıncı olan Ivan Dee tarafından yeniden basıldı. Hakikaten okunmaya değer bir eserdir. Toplumsal tarihte çok önemli bir yere sahip olan bir konuyu ortaya çıkaran bir çalışmadır.

Ware, büyük özel sektör güçleri tarafından savunulan değer sisteminin, normal insani duyguları terk etmeleri ve bunun yerine kendi tabirleriyle çağın yeni zihniyetini koymaları gerektiği öğretilen sıradan insanların kafasına nasıl sokulduğunu çoğunlukla emek basınına bakarak tarif etmektedir. Esas olarak ondokuzuncu yüzyıl ortası işçi sınıfı basını üzerinde çalışmıştır; aklıma gelmişken, bu basın genellikle işçi sınıfından kadınlar tarafından işletilmekteydi. Burada incelenen temalar çok uzun bir süre boyunca sabit kalmıştır. “Yozlaşma” ve “bağımsızlık ve onur yitimi, özsaygı yitimi, işçinin kişilik olarak düşürülmesi, işçilerin ücretli köleliğe tabi kılınmasıyla birlikte kültürel düzeyinin ve kültürel hünerlerinin keskin bir şekilde düşmesi” olarak adlandırdıkları temalarla ilgilenmişlerdir. Burada ücretli köleliğin, Amerikan İç Savaşı boyunca kökünden yok edilmeye çalışılan ve insanları taşınabilir mallar olarak gören menkul kölelikten farklı olmadığı düşünülmektedir. Bugün yaşanan problemlerle çok yakından ilişkili ve çok önemli olan tema, bizim “yüksek kültür” olarak adlandırdığımız klasiklerin ve çağdaş edebiyatın, Lowell’ın fabrika kızları[iii], zanaatkarlar ve diğer işçiler tarafından okunmasının keskin bir şekilde düşmesidir. Zanaatkarlar, kendileri çalışırken onlara kitap okuyacak birilerini tutuyorlardı çünkü ilgiliydiler ve kütüphaneleri vardı. Ve tüm bunlar ellerinden gidecekti.

Emek basınından aktaracak olursak, söyledikleri şey şudur: “Ürününüzü sattığınızda kişiliğinizi korursunuz. Ama emeğinizi sattığınızda özgür bir insan olma hakkını bile kaybedersiniz ve para babası aristokrasinin devasa kurumlarının kulları haline gelirsiniz. Bu kurumlar köleleştirme ve baskı yapma haklarını sorgulayan herkesi yok etmekle tehdit etmektedir. İmalathanelerde çalışanlar imalathaneye sahip olmalı, mülkiyet sahibi despotlar tarafından yönetilen makineler statüsüne indirilmemeliler. Mülkiyet sahibi despotlar, hak ve özgürlükleri, uygarlığı, sağlığı, ahlaki değerleri ve entelektüelliği yeni ticari feodalizm içerisinde bastırdıkça demokratik topraklarda monarşik ilkeleri güçlendirmektedir”. Eğer kafanız karıştıysa, bunlar Marksizmden çok önce söylenmiştir. Amerikan işçileri, 1840’lardaki deneyimleri hakkında konuşmaktadır.

Emek basını, aynı zamanda “satılmış papazlık” olarak adlandırdıkları şeyi de lanetlemektedir. Satılmış papazlık ile, medya, üniversiteler ve entelektüel sınıf yani çağın yeni zihniyeti olan mutlak despotluğu meşrulaştırmaya çalışan, bunun iğrenç ve alçakça değerlerini aşılayan savunucuları kastedilmektedir. Bir yüzyıl önce, ondokuzuncu yüzyılın sonunda, AFL’nin[iv] ilk liderlerinden biri, emek hareketinin misyonunu “pazarın günahlarını defetmek ve demokrasinin endüstri üzerinde emekçiler eliyle denetim kurmasını sağlamak suretiyle demokrasiyi yaymak” şeklinde tarif ederken aslında standart görüşü dile getiriyordu.

Tüm bunlar, klasik liberalizmin kurucuları için tamamen anlaşılır şeylerdi. Örneğin John Stuart Mill’e ilham veren ve tıpkı çağdaşı Adam Smith gibi başka insanlarla ilişki içerisinde yaratıcı çalışmayı insan yaşamının esas değerlerinden biri olarak gören Wilhelm von Humboldt da bunlardan biriydi. Eğer bir insan bir şeyi emir üzerine üretiyorsa, diye yazıyor Humboldt, yaptığı şeye gıpta etsek bile olduğu şeyden tiksiniriz, çünkü kendi itki ve arzularıyla davranan gerçek bir insan değildir. Satılmış papazlık, bu değerlerin altını oyma ve kendilerini emek pazarında satan insanlar arasında bu değerleri tahrip etme görevini üstlenmiştir. Benzer nedenlerden dolayı Adam Smith de, “bir insanın aptal ve cahil olabilmesi mümkün olduğu için” uygar bir toplumu yöneten her hükümete, işbölümünün insanları “aptal ve cahil yaratıklar” haline getirmesini önleyecek müdahalelerde bulunma uyarısını yapmaktadır. Adam Smith, pazarın oldukça incelikli bu savunusunu, gerçekten özgür koşullar altında pazarın mükemmel eşitliğe yol açacağı tezine dayandırmaktadır. Bu tez, pazarları ahlaki olarak meşrulaştırıyordu. Oldukça farklı hikayeler anlatan satılmış papazlık tarafından tüm bunları unutmuştur.

Dewey ve Russell, kökleri Aydınlanma’ya ve klasik liberalizme dayanan bu geleneğin yirminci yüzyıldaki önde gelen mirasçılarından ikisidir. Ancak, çalışan erkek ve kadınlar tarafından ondokuzuncu yüzyılın başından beri ortaya konan mücadele, örgütlenme ve protestoların ilham verici kayıtları çok daha ilginçtir. Devlet destekli büyük özel sektör güçlerinin yeni despotizmi etki alanını genişletirken, onlar özgürlük ve adalet elde etmeye, daha önce sahip oldukları hakları korumaya çalışıyorlardı. Meselenin özü 1816’larda Thomas Jefferson tarafından gayet açık bir şekilde formüle edilmişti. Bu, Sanayi Devrimi’nin eski kolonilerde henüz gerçekten kökleşmemiş olduğu ama gelişmesini görmeye başlayabildiğiniz bir dönemdi. Daha sonraki yıllarda, neler olup bittiğini gözlemleyen Jefferson’ın demokrasi deneyinin kaderi konusunda son derece ciddi kaygıları vardı. Jefferson, hiç kuşkusuz Amerikan Devrimi’nin liderlerinden biriydi ve Amerikan Devrimi’nde yıkılmış olan mutlakiyetçilikten çok daha beter olan yeni bir mutlakiyetçilik biçiminin yükselmesinden korkuyordu. Daha sonraki yıllarda “aristokratlar” ve “demokratlar” olarak adlandırdığı kesimler arasına bir ayrım çizgisi koymuştu. Aristokratlar, “halktan korkan, halka güvenmeyen ve halkta bulunan tüm güçleri alıp üst sınıflara vermeyi arzu edenlerdir.” Demokratlarsa, tam aksine “halkla özdeşleşen, halka güven duyan, kamusal çıkarların her zaman en bilge olmasa bile en dürüst ve en güvenilir emanetçisinin halk olduğunu düşünerek halkı aziz tutanlardır.” Jefferson’ın zamanındaki aristokratlar yükselen kapitalist devletin savunucularıydı. Jefferson, kapitalizm, daha doğrusu gerçekte var olduğu biçimiyle kapitalizm, yani İngiltere ve ABD’deki ve aslında her yerdeki biçimiyle güçlü ve kalkındırma kabiliyeti olan devletler tarafından yönlendirilen ve sübvanse edilen kapitalizm ile demokrasi arasındaki oldukça aşikâr çelişkiyi açıkça gördüğü için döneminin aristokratlarına hiç iyi gözle bakmıyordu. Yeni şirket yapılarına giderek artan güçler bahşedildikçe bu temel çelişki derinleşiyordu. Çünkü bunlar demokratik süreçlerle değil, Jefferson’ın “bankacılık kurumları ve para babası şirketler” diye tabir ettiği ve özgürlüğü yok edeceğine inandığı kurumlara iman eden avukatlar ve mahkemeler tarafından gerçekleştiriliyordu. Jefferson kendi döneminde bunun ancak başlangıcına tanık olmuştu. Bu yeni şirketler, Adam Smith ya da Thomas Jefferson gibi kapitalizm-öncesi düşünürlerin en karanlık kabuslarının dahi ötesine geçen güçlere ve haklara sahip olan “ölümsüz kişiler” haline dönüştürülmüş ve bu da esas olarak mahkemeler ve avukatlar eliyle gerçekleşmişti. Yarım yüzyıl önce Adam Smith de, sadece henüz başlangıcını gördüğü halde bu konuda uyarılarda bulunmuştu.

Jefferson’ın aristokratlar ve demokratlar arasında yaptığı ayrım yaklaşık yarım yüzyıl kadar sonra anarşist düşünür ve aktivist olan Bakunin tarafından daha da geliştirilmiştir ve aslında sosyal bilimlerin doğru çıkan son derece az öngörülerinden biridir. Sadece bu özelliği bile, sosyal ve beşeri bilimler alanındaki her ciddi müfredat içerisinde başköşeye konulması için yeterlidir. Bakunin, ta ondokuzuncu yüzyılda, yükselen aydın kesiminin iki paralel yoldan birini izleyeceğini düşünmüştü. Yollardan biri devlet iktidarını ele geçirmek için halk mücadelelerini istismar etmek ve “tarihteki en zalim ve gaddar rejimi dayatacak bir Kızıl bürokrasi” haline gelmekti. Bu, tarzlardan bir tanesiydi. Diğer tarz ise, gerçek gücün başka yerlerde yattığını keşfedecek olanlardır, diyordu Bakunin. Bunlar, devlet kapitalizmine dayalı demokrasilerdeki gerçek gücün -emek basınının tabiriyle- satılmış papazları haline gelecek ve devlet destekli büyük özel sektör iktidarı sisteminin gerçek efendilerine yönetici ya da, Bakunin’in tabiriyle, insanları kendi sopalarıyla döven savunucular olarak hizmet edecekti. Benzerlikler gayet çarpıcıdır ve bugüne kadar da geçerliliklerini korumuşlardır. Bu benzerlikler, söz konusu insanların bir konumdan başka bir konuma yaptıkları hızlı dönüşümlerin açıklanmasını kolaylaştırmaktadır. Oldukça garip bir dönüşüm gibi görünse de, aslında ortak bir ideolojiyi ifade etmektedir. Bunu tam da şimdi Doğu Avrupa’da görüyoruz. Kimi yerde Nomenklatura kapitalistleri olarak adlandırılan eski komünist yönetici sınıfı, şimdilerde toplumları standart Üçüncü Dünya toplumları haline geldikçe pazar ekonomisinin en hararetli savunucuları olmuşlardır. Bu kayma gayet kolay gerçekleşmiştir çünkü esas olarak aynı ideoloji söz konusudur. Stalinist bir komiserin Amerika’yı övmeye başlaması modern tarihte oldukça alışılmış bir durumdur ve değerlerin değişimini değil, sadece gücün nerede yattığına dair yargının değişimini ifade etmektedir.

Jefferson ve Bakunin’den bağımsız olarak, ondokuzuncu yüzyılda başkaları da aynı kavrayışa ulaşmıştır. Amerika’nın önde gelen entelektüellerinden biri olan Charles Francis Adams, bugünlerde Daniel Bell, Robert Reich, John Kenneth Galbraith ve diğerleri tarafından “sanayi-sonrası toplum” olarak adlandırılan şeyin gelişimini 1880’lerde tarif etmiştir. (Unutmayalım, 1880 yılında) Adams’ın ifadesiyle “üniversitelerimizin, okullarımızın, uzmanlarımızın, bilim insanlarımızın, yazarlarımızın, ideolojik ve ekonomik kurumlarımızı fiilen yönetenlerin geleceği elinde tuttuğu” bir toplumdayız. Günümüzde bunlar “teknokratik seçkin” ve “eylem entelektüelleri[v]” olarak, yeni sınıf olarak veya benzeri başka terimlerle adlandırılmaktadır. Adams, ta 1880’de şu sonuca varmıştı: “Dolayısıyla, duyarlı yurttaşların üzerinde düşünmesi gereken ilk konu, şu ya da bu partiyi iktidara getirmek değil, düzenin sağlanması ve hukuka uyulması konusunda ısrar etmektir.” Bunu söylerken, seçkinlerin, Dünya Bankası’nın tabiriyle, “teknokratik yalıtılmışlık” dahilinde çalışmasına izin verilmesi gerektiğini (burada biraz anakronik olduğumun farkındayım, bu modern bir adlandırmadır) ya da Londra’da Economist’in bugün ileri sürdüğü gibi “stratejik planların siyasetten yalıtılması gerektiğini” kastediyordu. Economist yazarları Özgür Polonya’da yaşanan durumun da bu olduğu konusunda okurlarına güvence veriyorlar. Öyleyse halkın özgür seçimlerde oldukça farklı bir şey talep etmesi konusunda endişe etmelerine gerek yoktur. Seçimlerde istediklerini yapabilirler, stratejik planlar siyasetten yalıtıldığı için ve teknokratik yalıtım geliştiği için bunun çok da önemi yoktur. Demokrasi budur.

Bir onyıl kadar önce, 1870’de Adams, herkese eşit oy hakkı verilmesinin “iktidarın, Atlantik yakasında Avrupalıların ve özellikle de Kelt proletaryanın”, o korkunç İrlandalıların, “Körfez kıyılarında Afrikalı proletaryanın ve Pasifik’te de Çinli proletaryanın eline geçmesinin hükümete ahlaksızlık ve cehalet getireceği” uyarısında bulunuyordu -o zamanlar halk, oy hakkı konusunda mücadele ettiği için herkese eşit oy hakkı konusunda kafa yoruyorlardı. Adams yirminci yüzyılda geliştirilecek olan karmaşık teknikleri öngörememişti. Bu teknikler, oy hakkı yaygın halk mücadelesi sonucu yaygınlaştıkça stratejik planların siyasetten yalıtılmış halde kalmasını temin etmenin yanı sıra genel kamuoyunun marjinalleşmiş ve siyasetten soğumuş halde kalmasını, çağın yeni zihniyetine boyun eğmesini, kendilerini onurlu ve bağımsız düşünme hakkı olan özgür insanlar olarak değil de en azından şans yüzlerine güldüğünde kendilerini emek pazarında satabilen tüketim atomları olarak görmelerini garantilemektedir.

Adams aslında daha eski bir fikri ifade etmektedir. Seksen yıl önce Alexander Hamilton da bunu açık olarak ortaya koymuştu. Halkın en büyük canavar olduğu ve asıl belanın da demokrasi olduğu fikrinden bahsediyordu. Hamilton böyle diyordu. Bu fikirler eğitimli çevrelerde ciddi bir şekilde kabul görmüştü. Jefferson’ın korkuları ve Bakunin’in öngörüleri giderek artan bir şekilde gerçekleşiyordu. Bu yüzyıla miras kalan temel tutumlar Woodrow Wilson’un Devlet Bakanı Robert Lansing tarafından son derece açık bir şekilde ifade edilmişti. Bu tutumlar, Wilson’un Kızıl Tehlike dönemine yol açacak, emek hareketini ve bağımsız düşünceyi bir onyıl boyunca yok edecekti. Lansing, “cahil ve aciz insan güruhunun dünyaya hakim hale gelmesine” izin vermenin tehlikeleri konusunda uyarıda bulunuyor ve Bolşeviklerin bunu amaçladığına inanıyordu. Bu histerik ve tamamen yanlış tepki, iktidarlarının tehdit edildiğine inanan kişiler arasında gayet yaygındır. Bu endişeler, dönemin ilerici entelektüelleri arasında açık açık konuşuluyordu ve herhalde bunların en önde geleni de demokrasi üzerine çoğunlukla 1920’lerde yazdığı makaleleriyle Walter Lippman’dı. (Lippman aynı zamanda Amerikan gazeteciliğinin duayeni ve uzun yıllar boyunca toplumsal sorunlar konusunda yorum yapan en seçkin yorumculardan biriydi.)

Lippman, “kamunun yeri, sorumlu yerlerde bulunan kişilerin kısıtlanmadan ve şaşkın ayaktakımının (Hamilton’un canavarı) gürültüsünden uzakta yaşayabileceği bir şekilde belirlenmelidir” diyordu. Lippman bir demokraside “cahil ve her işe burnunu sokan bu garibanların” gerçekten de bir “işlevi” olabileceğine inanıyordu. Onların işlevi “yapılan işlerin meraklı izleyicileri” olmak, ama “katılımcısı” olmaya kalkışmamaktı. Bu garibanlar, periyodik olarak lider sınıfın kimi üyelerini desteklemek üzere ağırlıklarını koymak (ki buna seçim deniyor) ve sonra da dönüp kendi işlerine bakmak durumundaydılar. Aslında benzer nosyonlar yaklaşık olarak aynı zamanlarda ana-akım akademik kuramların da parçası olmaya başlamıştı. 1934’te Amerikan Siyasal Bilimler Derneği’ndeki başkanlık konuşmasında William Shepard hükümetin “bir güç ve akıl aristokrasisinin” elinde bulunması gerektiğini, “cahil, eğitimsiz ve toplumdışı unsurların” seçimleri denetlemesine izin verilmemesi gerektiğini savunuyordu ve yanlış bir şekilde geçmişte durumun böyle olduğuna inanıyordu. Modern siyaset biliminin (ve aslında iletişim alanının da) kurucularından biri olan Harold Lasswell, 1933 ya da 1934’te Sosyal Bilimler Ansiklopedisi’nde, Wilsoncu liberaller tarafından şaşırtıcı derecede geliştirilmiş olan modern propaganda tekniklerinin kamunun etkin bir şekilde denetlenmesini sağladığını yazıyordu. Lasswell, Wilson’u “propaganda cephesinin büyük başkumandanı” diye tarif ediyordu. Wilson’un 1. Dünya Savaşı’nda propaganda konusundaki başarıları, Adolf Hitler de dahil çoğu kimseyi etkilemişti. (Kavgam’da bununla ilgili yerleri okuyabilirsiniz.) Ancak daha da önemlisi Amerikan iş dünyasını etkilemişti. Bu etki, kamuoyunun denetlenmesine tahsis edilmiş olan halkla ilişkiler endüstrisinin devasa bir şekilde genişlemesine yol açtı. Bu işin savunucuları daha dürüst oldukları zamanlarda savundukları şeyi bu şekilde ifade ediyorlardı. Örneğin Lasswell 1934’te Sosyal Bilimler Ansiklopedisi’ne yazarken üzerinde konuştuğu şeyi propaganda olarak tarif ediyordu. Biz bu terimi kullanmıyoruz. Daha incelikliyiz.

Bir siyaset bilimcisi olarak Lasswell, modern propagandanın sağladığı bu yeni kamuoyu denetimi tekniklerinin daha incelikli kullanımını savunuyordu. Lasswell, kendi tabiriyle kitlelerin cehaleti ve hurafeleri yüzünden düzenin altını oyabilecek olan bu büyük canavarın bir tehdit oluşturduğunu ve bu incelikli tekniklerin toplumun akıllı adamlarına, yani doğal yöneticilerine bu tehdidin üstesinden gelme olanağı sağlayacağını söylüyordu. “İnsanların kendilerine dair en doğru kararları yine kendilerinin vereceği yönündeki demokratik dogmatizmlere” yenik düşmemeliydik. En iyi kararları seçkinler verirdi ve seçkinlerin kendi arzularını ortak yararlar olarak dayatmasını sağlayacak araçların temin edilmesi gerekirdi. Bu seçkinler, Jefferson’ın aristokrat olarak adlandırdığı kesimdir.

Lippman ve Lasswell, bu canavara en azından seyirci rolü vermiş olmaları itibariyle bu akımın daha liberal ve ilerici yanını temsil ediyordu. Gerici ucundaysa, çağdaş demagoji içerisinde yanlış bir şekilde muhafazakâr olarak adlandırılanlar yer almaktaydı. Reagan yanlısı devletçi gericiler halka, yani canavara, seyirci rolü bile verilmemesi gerektiğini düşünüyorlardı. Bu tavır, Amerikan halkından başka hiç kimse için ve elbette kurbanları için hiç de sır olmayan gizli terör operasyonlarına yönelik büyük meraklarını da açıklamaktadır. Gizli terör operasyonları, Amerika içindeki nüfusu bilgisiz bırakacak şekilde tasarlanmıştı. Aynı zamanda, geliştirdikleri güçlü ve müdahaleci devletin, zenginler için bir refah devleti olarak hizmet ederken kitleleri umursamamasını temin edecek eşi görülmemiş -sansür ve ajit-prop da dahil- tüm tedbirleri kesin bir dille savunmaktaydılar. Geçen yıllarda iş dünyası propagandasındaki devasa artış, sağ kanat kurumlarının üniversitelere yakın zamanlardaki saldırısı ve içinde bulunduğumuz dönemde tanık olduğumuz diğer eğilimler de aynı kaygıların diğer dışavurumlarıdır. Bu kaygılar, liberal seçkinlerin tabiriyle “demokrasi krizi” sonucu uyanmıştı. Bu “demokrasi krizi”, 1960’ların sonlarında toplumun kadınlar, gençler, yaşlılar, çalışanlar ve benzerleri gibi daha önceleri marjinalleşmiş ve kayıtsız kalınan kesimlerinin, tüm sağ görüşlü aristokratların yorumlarına göre kamusal alanda bulunma hakları olmamasına rağmen kamusal alana girmeye çalışmasıyla ortaya çıkmıştı.

John Dewey Aydınlanmacı klasik liberal geleneğin yadigarlarından biriydi. Akıllıların yönetimine ve Jefferson’ın tarif ettiği aristokratların şiddetli saldırılarına, kendilerini bu son derece dar ideolojik yelpazenin ister gerici isterse liberal tarafına yerleştirmelerine bakmaksızın karşı çıkıyordu. Dewey “siyasetin, toplum üzerine dev şirketler tarafından düşürülmüş bir gölge” olduğunun gayet açık bir şekilde farkındadır ve bu durum böyle devam ettiği sürece “gölgenin zayıflaması da bu hakikati değiştirmeyecektir.” Bunun anlamı, reformların yararlarının sınırlı olduğudur. Demokrasi, gölgenin kaynağının yok edilmesini gerektirir ve bunun nedeni de sadece bu gölgenin politik alandaki hâkimiyeti değil, büyük özel sektör güçlerinin bizzat kendilerinin demokrasi ve özgürlüğün altını oymasıdır. Dewey, kafasında oluşturduğu anti-demokratik güç tanımı konusunda gayet nettir. Aktaracak olursak: “Güç bugün” -1920’lerdeyiz- “üretim araçlarının, ticaretin, reklamın, ulaşımın ve iletişimin denetimine dayanmaktadır. Demokratik biçimler varlığını sürdürse dahi, ülkenin hayatını bunları elinde tutanlar yönetecektir. Bankacılığın, arazilerin ve endüstrinin kâr sağlamayı amaçlayan özel sektör tarafından denetlenmesi ve bu durumun basın, basın organları ve diğer tanıtım ve propaganda araçları tarafından güçlendirilmesi; işte gerçek iktidar sistemi. Baskı ve denetimin kaynağı budur. Bu sistem çözülmedikçe demokrasi ve özgürlükten ciddi anlamda bahsedilmesi mümkün değildir.” Dewey, anlattığı tarzda bir eğitimin (özgür insanların yetiştirilmesinin) bu mutlakiyetçi ucubenin ortadan kaldırılmasının araçlarından biri olabileceğini umuyordu.

Dewey, özgür ve demokratik bir toplumda işçilerin işverenler tarafından kiralanmış araçlar değil, kendi endüstriyel kaderlerinin efendileri olmaları gerektiğine inanıyordu. Sanayi devriminin başından, şiddet ve propaganda bileşimiyle nihayetinde yenilgiye uğratılmalarına kadar, popüler işçi sınıfı hareketlerini canlandıran demokratik ve özgürlükçü hassasiyetlerle ve klasik liberalizmin kurucularıyla temel konularda aynı fikirdeydi. Dolayısıyla Dewey, eğitim alanında çocukların “özgür ve kendi akıllarını kullanarak değil de alacakları ücret için” çalışmak üzere eğitilmelerinin “bağnazlık ve ahlaksızlık” olduğunu düşünüyordu, çünkü bu durumda onların faaliyeti “bu faaliyete özgür bir şekilde katılmadıkları için özgür olmayacaktır” (yine klasik liberalizmin ve işçi hareketinin kavrayışını görüyoruz). Bu nedenle Dewey, endüstrinin “feodal bir toplumsal düzenden”, denetimin çalışan insanlarda olması ve insanların özgür bir şekilde ilişki kurması üzerine kurulu “demokratik bir toplumsal düzene” doğru değişmesi gerektiğini düşünüyordu. (Bunlar, yine kökleri klasik liberalizmde ve Aydınlanma’da bulunan geleneksel anarşist ideallerdi.)

Doktrinel sistem, özellikle geçen birkaç onyıl zarfında, büyük özel sektör güçlerinin saldırısı altında daraldığı için bu temel özgürlükçü değer ve ilkeler giderek uçuk, aşırı ve hatta Batı’daki çağdaş totaliter düşüncenin terimlerinden birini kullanacak olursak anti-Amerikan görünmektedir. Bu değişimler göz önüne alındığında Dewey’in ifade ettiği türden fikirlerin en az elmalı turta kadar Amerikan olduğunun hatırlanması yerinde olacaktır. Bunların kökeni doğrudan Amerikan geleneklerinde, yaygın kabul gören fikirlerde yatmaktadır (herhangi bir tehlikeli yabancı ideolojiden etkilenmiş değildir). Ritüel olarak övülmesine rağmen, yaygın olarak çarpıtılmış ve unutulmuş olan değerli bir geleneğe aittir. Ve benim görüşüme göre tüm bunlar da içinde bulunduğumuz çağda demokrasinin işleyişinin gerek kurumsal gerekse ideolojik düzeyde bozulmasının bir parçasıdır.

Elbette eğitim bir ölçüde okullar, üniversiteler ve resmi bilişim sistemleriyle ilgili bir meseledir. Eğitimin amacı ister Dewey’in savunduğu gibi özgürlük ve demokrasi olsun isterse egemen kurumların talep ettiği gibi itaat, teslimiyet ve marjinalleştirme olsun, bu bir gerçektir. Chicago Üniversitesi’nde eğitim ve denetimin çocukların hayatları üzerindeki etkileri konusunda çalışan başlıca öğrencilerden biri olan sosyolog James Coleman yaptığı birçok araştırmanın ardından “öğrencinin başarısının belirlenmesinde evindeki arka planın toplam etkisinin okuldaki değişkenlerin toplam etkisinden çok daha büyük olduğu” sonucuna varmıştır. Aslında etkisi itibariyle yaklaşık iki kat daha büyüktür ve bu sonuç birçok araştırma sonucunda elde edilmiştir. Dolayısıyla toplumsal politikaların ve egemen kültürün (evdeki ortamın etkisi türünden) bu faktörleri nasıl şekillendirdiğine bakılması büyük önem taşımaktadır.

Bu çok ilginç bir konudur. Bu konuda araştırma yapmak, tanınmış Amerikalı ekonomist Sylvia Ann Hewlett tarafından yazılan ve bir yıl önce yayınlanan Zengin Uluslarda Çocukların İhmal Edilmesi başlıklı UNICEF raporu sayesinde çok daha kolaylaşmıştır. Sylvia Ann Hewlett, zengin uluslarda 1970’lerin sonlarından 1990’ların başlarına kadar geçtiğimiz on beş yılı incelemiştir. Üçüncü Dünya ülkeleri hakkında değil zengin toplumlar hakkında konuşmaktadır. Bir yanında Anglo-Amerikan toplumlarının diğer yanında da kıta Avrupası ve Japonya’nın yer aldığı keskin bir bölünme tespit etmiştir. Reagan ve Thatcher yanlılarının öncülük ettiği Anglo-Amerikan modelinin çocuklar ve aileler açısından bir felaket olduğunu söylemektedir. Avrupa modeliyse, bunun aksine, ailelerin ve çocukların durumlarını kayda değer bir şekilde iyileştirmiştir. Avrupa toplumlarının, Anglo-Amerikan toplumların sahip olduğu devasa olanaklara sahip olmamasına rağmen Avrupa modeli zaten kayda değer ölçüde yüksek bulunan başlangıç noktasını daha da ileriye götürmüştür. ABD’nin benzeri görülmemiş zenginliği ve avantajları vardır. Birleşik Krallık, Britanya özellikle Thatcher döneminde ciddi bir şekilde gerilemiş olsa da, en azından ABD’nin müttefiki olmasının yanı sıra Thatcher yıllarında büyük bir petrol ihracatçısı olması itibariyle de bir ekonomik avantaja sahipti. Lord Ian Gilmour gibi Britanyalı hakiki muhafazakârların da gösterdiği üzere, bu durum Thatcherizmin ekonomik başarısızlığını daha da dramatik hale getirmektedir.

Hewlett, Anglo-Amerikan çocukların ve ailelerin yaşadığı felaketi “serbest piyasanın ideolojik tercihlerinden” kaynaklanan bir olgu olarak tarif etmektedir. Benim görüşüm söylediklerinin kısmen doğru olduğudur. Reagancı muhafazakârlık da serbest piyasaya karşıydı. Yoksullar söz konusu olduğunda gerçekten pazarı savundular, ama zenginler söz konusu olduğunda son derece yüksek bir kamu finansmanı desteği ve devlet koruması talep etme ve sağlama konusunda devletçi öncellerinin bile çok ötesine geçtiler. Bu rehber ideolojiye istediğiniz adı verebilirsiniz, ama bu şiddet düşkünü, hukuksuz ve gerici devletçiliğe muhafazakârlık diyerek muhafazakârlığın iyi adını lekelemenin haksızlık olduğunu düşünüyorum. İstediğiniz adı verebilirsiniz ama bu ne muhafazakârlık ne de serbest pazardır.

Bununla birlikte, Hewlett, yoksullar açısından bakıldığında aileler ve çocukların yaşadığı felaketin kaynağının serbest pazar olduğu konusunda tamamen haklıdır. Hewlett’in “bu topraklarda dizginlerinden boşanan çocuk-karşıtı ve aile-karşıtı zihniyet” diye adlandırdığı şeyin etkileri konusunda da şüpheye pek yer yoktur (bu topraklar dediği Anglo-Amerikan topraklarıdır, en dramatik haliyle ABD’de gerçekleşmektedir ama Britanya da buna dahildir). “Yoksulların pazar tarafından terbiye edilmesi üzerine kurulu ihmalkar Anglo-Amerikan modeli, toplumun büyük bölümü için çocuklarını yetiştirmeyi fiilen imkânsız hale getirmekle çocuk büyütme işini de büyük ölçüde özelleştirmiştir.” Reagancı muhafazakârlığın ve Thatcherci benzerinin birleşik amacı ve politikası budur. Sonucu da elbette aileler ve çocuklar açısından bir felaket olmuştur.

Devam edecek olursak, Hewlett “çok daha destekleyici olan Avrupa modelinde toplumsal politikalar, aileler ve çocuklara yönelik destek sistemleri zayıflatılmak bir yana güçlendirmiştir” tespitinde bulunuyor. Bu olgu, elbette her zaman olduğu üzere basını takip edenler haricinde hiç kimse için sır değildi. Benim bildiğim kadarıyla 1993 tarihli bu çalışma bugünkü kaygılarımızla son derece yakından ilgili olmakla birlikte henüz hiçbir yerde ele alınmamıştır. Örneğin New York Times’da bu çalışmaya yer verilmemiştir. The Times geçen Pazar günkü kitap tanıtımı ekini büyük ölçüde bu başlığa ayırmasına rağmen bu çalışmadan bahsetmemiştir; daha çok IQ düşüşüne, SAT derecelerinin azalmasına ve bunlara nelerin neden olmuş olabileceğine dair kasvetli evhamlara yer vermiştir. The Times tarafından önerilen ve desteklenen bu toplumsal politikalar, sözgelimi New York şehrinde, çocukların yaklaşık yüzde kırkını yoksulluk düzeyinin altına itmiş ve bunun sonucu olarak da yetersiz beslenme, hastalıklar ve benzeri birçok soruna maruz bırakmıştır.

Ama dediklerine göre, tıpkı Hewlett’in bu ihmalkar Anglo-Amerikan modeline dair söylediği diğer şeyler gibi bunun da IQ düşüşüyle ilgisi yokmuş. Yine dediklerine göre bunun sorumlusu bozuk genlermiş. Bir şekilde insanlar bozuk genler ediniyorlarmış. Sonra da bunun neden böyle olduğuna dair çeşitli spekülasyonlarda bulunulmuş. Örneğin, bunun nedeni belki de siyah annelerin çocuklarını beslememesi olabilirmiş, çünkü onlar iklimin gayet sert olduğu Afrika’da evrim geçirmişlermiş. Kitap eleştirmeni, nedenlerin bunlar olabileceğini, bunların gerçekten ciddi ve duyguları işe karıştırmayan bilimsel bilgiler olduğunu ve tüm tehlikelerine rağmen demokratik bir toplumun bunları göz ardı edeceğini söylemektedir. Bu iyi terbiye edilmiş komiserler, konuyu alenen ortada olan etkenlerden, son derece açık ve bariz olan toplumsal politikalardan kaynaklanan etkenlerden başka yönlere saptırmayı iyi bilirler. Bu nedenler, aklı başında olan herkes için gayet aşikârdır ve bir UNICEF raporunda gayet iyi tanınan bir ekonomist tarafından detaylı bir şekilde incelenmiştir. Ama bu rapor buralarda pek gün ışığına çıkacakmış gibi görünmüyor.

Olgular kimse için sır değildir. Kamu okullarının yöneticileri ve Amerikan Tıp Birliği tarafından parti üyesi olmayan devlet görevlileri ve uzmanlardan oluşturulan bir komisyon “bugünkü çocuk kuşağı kadar sağlıksız, bakımsız ve ebeveynlerinin aynı yaştaki haline göre hayata çok daha az hazırlıklı bir çocuk kuşağının daha önce görülmediğini” bildirmektedir. Bu durum, bir endüstri toplumu için önemli bir değişikliktir. Üstelik bu çocuk karşıtı ve aile karşıtı zihniyet, muhafazakârlık ve aile değerleri kisvesi altında on beş yıldır sadece Anglo-Amerikan toplumlarında hüküm sürmektedir. Bu durum, propaganda açısından gerçek bir zafer, “başkumandan” Woodrow Wilson’un ve hatta Stalin ve Hitler’in bile hayran kalacağı bir zaferdir.

Bu felaketin sembolik ifadelerinden biri de, Hewlett’in kitabını yazmasından bir sene önce, 146 ülke uluslararası çocuk hakları sözleşmesini imzalarken bir tanesinin imzalamamış olmasıdır: ABD İnsan haklarına ilişkin uluslararası sözleşmelerde ABD’nin standart tutumu budur. Yine de, adil olmak adına, Reagancı muhafazakârların çocuk karşıtı ve aile karşıtı zihniyetini ne kadar evrenselleştirdiğini görmek için şu örneği eklemek yerinde olacaktır: Dünya Sağlık Örgütü, Nestle Şirketini çok sayıda çocuğun ölümüne neden olan bebek mamasının son derece güçlü ve yaygın bir şekilde pazarlanmasını resmen yasaklamayı oyladığında sonuç 118’e karşı 1 olmuştu. Bu bir oyun kime ait olduğunu tahmin etmeyi size bırakıyorum. Ancak bu örnek, yoksullara serbest pazar politikaları uygulanması ve zenginlerin de yardım etmeyi reddetmesi sonucu her yıl milyonlarca çocuğu öldüren ve Dünya Sağlık Örgütünün “sessiz soykırım” olarak adlandırdığı şeyle karşılaştırıldığında çok daha küçük kalmaktadır. Yine burada da A.B.D, zengin ülkeler arasında en kötü ve en cimri sicili olan ülkelerden biridir.

Bu felaketin başka bir sembolik ifadesi de Hallmark Şirketinin yeni bir tebrik kartı çeşidiydi. Bunlardan birinde “Umarım okulda günün iyi geçer” yazıyordu. Söylediklerine göre bu kart sabahları mısır gevreği kutusunun içine konmalıymış, böylece çocuk okula gittiğinde ona “umarım okulda günün iyi geçer” diyecekmiş. Bir başkasındaysa “Keşke senin üstünü örtecek kadar fazla vaktim olsa” diyor. Bu da çocuk gece tek başına uyumaya gittiğinde yastığının altına koyacağınız kartmış. [gülüşmeler]. Böyle başka örnekler de var.

Bir ölçüde, çocuklar ve ailelerin maruz kaldığı bu felaket gayet basit bir şekilde maaşların düşmesinin sonucudur. Devletin şirket politikaları son yıllarda, özellikle de Reagancılar ve Thatcher yönetimi altında, dar bir kesimin zenginleştirilip çoğunluğun yoksullaştırılması için tasarlanmıştı ve başarılı da oldu. Tam da amaçladığı sonucu doğurdu. Bu da, insanların geçinebilmek için çok daha uzun süre çalışması gerektiği anlamına geliyordu. Toplumun büyük kısmında ebeveynlerin her ikisi de sadece zorunlu ihtiyaçları karşılamak için kimi zaman haftada elli ila altmış saat çalışmak zorunda kalmaktadır. Ne tesadüf ki bu dönemde şirket kârları da büyük bir hızla artmaktadır. Fortune dergisi, satışların hiç ilerlememesine karşın Fortune 500’de yer alan şirketlerin “göz kamaştırıcı” kârlarının görülmemiş boyutlara çıktığından söz etmektedir.

Diğer bir etken de iş güvenliğinin olmamasıdır. Ekonomistler bunu “emek pazarlarının esnekliği” diye adlandırmayı tercih ediyorlar. Egemen akademik teoloji tarafından iyi bir şey olarak görülen bu durum, insanlar açısından tam bir rezilliktir ama bu insanların kaderleri akademik hesaplamalara dahil edilmez. Esneklik, daha fazla çalışmanızın sizin için daha iyi olacağı, daha fazla çalışmayı kabul etmemenizin de sizin için pek hayırlı olmayacağı anlamına gelir. Sözleşme yok, hiçbir hakkınız yok. Esneklik budur. Pazarın katılığından kurtulmamız gerekmektedir. Bunu ekonomistler açıklayabilirler. Her iki ebeveynin de, üstelik çoğunlukla da giderek düşen ücretlerle daha fazla çalışması halinde, bu durumun sonuçlarının neler olacağını öngörmek için dahi olmak gerekmez. İstatistikler bu sonuçları ortaya koymaktadır. İsterseniz Hewlett’in UNICEF raporunda bunları okuyabilirsiniz. Ancak bunları okumadan da gelecekte neler olacağı gayet açık ortadadır. Birlikte bulunma süresi, yani ebeveynlerin çocuklarıyla geçirdiği fiili süre, Anglo-Amerikan toplumlarında son yirmi beş yıl zarfında yüzde kırk azalmıştır ve bu azalmanın büyük bölümü de son yıllarda gerçekleşmiştir. Bu da, birlikte bulunma süresinin fiili olarak haftada on, on iki saat azalması ve “yüksek nitelikli zaman” olarak adlandırılan, başka bir şey yapmadığınız zamanların neredeyse tamamen ortadan kalkması demektir. Bu durum elbette aile kimliğinin ve değerlerinin yıkılmasına yol açmaktadır. Çocuk yetiştirme konusunda son derece hızla artan bir şekilde televizyona bağımlı hale gelinmesine yol açmaktadır. “Çalışan ebeveyn çocukları” olarak adlandırılan ve tek başlarına büyüyen çocukların ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Bu durum, çocuk alkolikliğini ve uyuşturucu kullanımını, çocuklara karşı çocuklar tarafından uygulanan kriminal şiddeti, sağlık, eğitim ve demokratik bir topluma katılma kabiliyeti ve hatta hayatta kalma konusunda başka olumsuz etkileri artıran ve elbette SAT ve IQ derecesini azaltan bir etkendir. Ama unutmayalım ki sizden beklenen, dikkatinizi bunlara değil bozuk genlere yöneltmenizdir.

Bunların hiçbiri doğa kanunu değildir. Bunlar bilinçli olarak seçilmiş ve özel amaçlar için yani Fortune 500’ü daha da zenginleştirip geri kalanları daha da yoksullaştırmak için tasarlanmış politikalardır. Koşulların daha zor olduğu ama politikaların aynı çocuk ve aile karşıtı zihniyet tarafından yönlendirilmediği Avrupa’da gidişat tam aksi istikamettedir, çocukların ve ailelerin standartları çok daha iyidir.

Bunların sadece Anglo-Amerikan toplumlarla sınırlı olmadığının görülmesi önemlidir ve bunun altını çizmek istiyorum. Biz büyük ve güçlü bir ülkeyiz. Nüfuzumuz var. Etki alanımızda yer alan diğer ülkelerin aileler ve çocuklar yararına politikalar uygulamaya çalıştığında neler olduğunu görmek son derece çarpıcıdır. İki çarpıcı örneğimiz var.

En çok denetimimiz altında bulunan bölge Karayipler ve Orta Amerika’dır. Bu bölgede bu tür politikaları gerçekten uygulamaya çalışan iki ülke bulunmaktadır: Küba ve Nikaragua; ve aslına bakarsanız bu konuda epey bir başarı sağlamışlardır. Bu iki ülkenin ABD saldırılarına maruz kalan başlıca iki ülke olması elbette hiç kimse için şaşırtıcı değildir. Bu saldırılar başarıya da ulaşmıştır. Nikaragua’da yürüttüğümüz terörist savaş yüzünden, yükselen sağlık standartları, okuryazarlıktaki artış ve çocukların beslenme bozukluklarındaki azalma tamamen tersine dönmüştür ve şimdilerde Haiti’deki düzeylere doğru yaklaşmaktadır.

Küba örneğindeyse, terörist savaş çok daha uzun bir süredir devam etmektedir. John F. Kennedy tarafından başlatılmıştır. Bunun komünizmle alakası yoktur. Etrafta hiç Rus yoktur. Bu terörist savaşın asıl sebebi, bu halkların kaynaklarını toplumun yanlış kesimlerine harcamakta olmasıdır. Sağlık standartlarını yükseltiyorlar. Çocuklarla ve beslenme bozukluklarıyla ilgileniyorlar. Bu yüzden de devasa bir terörist savaş başlatıyoruz. Bugünlerde, Kennedy döneminde zaten yeterince kötü olan olayların bazı detaylarını açıklayan bir dizi CIA belgesi ortaya çıktı. Bu olaylar günümüzde de sürmektedir. Gerçekten de, birkaç gün önce bir saldırı daha gerçekleşti. Bunun üstüne bir de gerçekten sıkıntı çekmelerini sağlamaya çalışan bir ambargo uygulanmaktadır. Yıllar boyunca bu ambargonun bahanesi olarak Ruslar gösterildi. Ancak, politikalar uygulamaya geçirildiğinde neler olup bittiğine baktığınızda açıkça görebileceğiniz üzere, Ruslar ortadan kaybolduktan sonra olup biten olaylar bu bahanenin tamamen düzmece olduğunu kesin bir şekilde kanıtlamıştır. İşte satılmış papazlığın asıl işi buydu. Rusların ortadan kaybolmasının ardından Küba’ya karşı saldırılarımızı şiddetlendirdiğimizden söz etmemek zorundaydılar. Eğer saldırının gerekçesi komünizmin ve Rus imparatorluğunun ileri karakolu olmalarıysa saldırılarımızın şiddetlenmesi tuhaftır. Ama bu konunun üstesinden gelebiliriz.

Rusların sahneden çekilmesinin ve onları boğmamızın gerçekten mümkün hale gelmesinin ardından koşullar daha da sertleşmiştir. Liberal bir demokrat olan Temsilci Torricelli tarafından Kongre’ye bir öneri sunulmuş ve bu öneride tüm Amerikan şirketlerinin her tür yan kuruluşunun ya da ABD’de üretilen parçaları kullanan tüm yabancı şirketlerin Küba’yla her tür ticareti kesmesi çağrısında bulunulmuştu. Bu çağrının uluslararası hukuka aykırılığı o kadar açıktı ki George Bush bunu veto etti. Buna karşın, son seçimlerde Clintoncılar tarafından sağdan sıkıştırılınca bunu kabul etmek zorunda kaldı ve meclisten geçmesine izin verdi. Bu durum doğrudan Birleşmiş Milletler’e taşındı ve Birleşmiş Milletler’de hemen herkes ABD’nin tavrını kınadı. Nihai oylamada ABD sadece her zaman olduğu üzere İsrail’in ve bilinmeyen bir nedenden dolayı da Romanya’nın desteğini alabildi. Bunların dışındaki herkes bu uygulamaya karşı oy verdi. Hiç kimse ABD’nin tavrını savunamadı, çünkü herkesin ve hatta Britanya’nın bile belirttiği gibi bu tavır uluslararası hukukun açık bir ihlaliydi. Ama fark etmezdi. Çocuk ve aile karşıtı zihniyetimizi uygulamamız ve ulaşabildiğimiz her yerde son derece kutuplaşmış toplumlar yaratmaktaki ısrarımız her şeyden önemliydi. Eğer denetimimiz altındaki herhangi bir yabancı ülke bizden farklı bir yola gitmeye çalışırsa, onun da icabına bakacaktık.

Bu tavır hâlâ sürmektedir. Bu konu, eğer gerçekten isterseniz bir şeyler yapabileceğiniz türden bir konudur. Chicago’da Pastors for Peace[vi] ve Chicago-Cuba Coalition[vii] ambargoyu delmek ve insani yardım, ilaç, tıp kitapları, çocuklar için süt tozu ve diğer yardım malzemelerini iletmek amacıyla Küba’ya bir kervan daha gönderiyor. Telefon rehberinde Chicago-Cuba Coalition ismiyle geçiyorlar. Onları arayıp bulabilirsiniz. Burada egemen olan ve her yere zorla ihraç etmeye çalıştığımız çocuk ve aile karşıtı zihniyete karşı çıkma derdi olan herkes bunu yapabilir. Tıpkı bunun gibi herkes kendi evinde de birçok şey yapabilir.

Meclisten geçtiği takdirde Küba’yı zor duruma düşürecek olan bu Demokrat Parti teklifinin etkileri, önde gelen iki Amerikan tıp dergisi olan Neurology ve Florida Journal of Medicine’nın bu ayki sayılarında özetlenmiştir. Dergiler, söz konusu etkileri sadece özetlemekte ve herkesin bildiği şeylere dikkat çekmektedir. Clinton-Torricelli yasa teklifi tarafından kesilecek olan ticaretin yüzde doksanı gıda ve insani yardım, ilaç ve bunun gibi şeylerdir. Örneğin, aşı üretmek için kullanılan bir su arıtma cihazı ihraç etmeye çalışan bir İsveç firması, bu cihazın bazı parçalarının Amerikan yapımı olduğu gerekçesiyle ABD tarafından engellenmiştir. Onları gerçekten fena bir şekilde boğmak ve birçok çocuğun ölmesini garantilemek zorundayız ya. Bu yasanın etkilerinden biri bebek ölümleri ve çocukların beslenme bozukluklarında ciddi bir artış olacaktır. Bir diğeri de, Küba’da yayılan ve herkesin nedenini bilmiyormuş gibi davrandığı nadir bir nörolojik hastalıktır. Elbette biliyorlardı ve artık bunu itiraf ediyorlar. Nedeni beslenme bozukluğudur ve bu hastalık İkinci Dünya Savaşı sırasında kurulan Japon hapishane kamplarından beri görülmüyordu. Tekrar ortaya çıkarmayı başarmış görünüyoruz. Çocuk ve aile karşıtı zihniyetimiz sadece New York’taki çocukları değil, çok daha geniş bir kesimi hedef alıyor.

Avrupa’daki farklılığı tekrar vurgulamak istiyorum -Avrupa’da durum farklıdır ve bunun birçok nedeni vardır. Farklılıklardan biri güçlü bir sendikal hareketin var olmasıdır. Bu çok daha temel bir farklılığın yarattığı sonuçlardan biridir. ABD eşi görülmemiş ölçüde iş dünyası tarafından yönetilen bir toplumdur ve bunun sonucu olarak, sizin de tahmin edebileceğiniz gibi, efendilerin iğrenç düsturu eşi görülmemiş bir yaygınlıkta hüküm sürmektedir. Sendikalar demokrasinin formel olarak işlemesini sağlayan araçlardan biridir. Bununla birlikte, günümüzde toplumun büyük kısmı, medyanın tabiriyle “siyaset karşıtlığı” sonucu, yani hükümete karşı duyulan nefret, siyasi partilerin ve tüm demokratik süreçlerin aşağılanması sonucu yıkıma uğratılmıştır. Bu durum, Jefferson’ın tarif ettiği aristokratlar, yani halktan korkan, halka güvenmeyen ve halkın elindeki tüm güçlerin üst sınıfların eline geçmesini arzulayanlar açısından büyük bir zaferdir. Günümüzde bu arzu, halkın elindeki güçlerin ulus ötesi şirketlerin, devletlerin ve kendi amaçlarına hizmet eden yarı-resmi kurumların eline geçmesidir.

Diğer bir zaferleri de, hayal kırıklığının her tarafa dal budak sarmış bir siyaset karşıtlığı haline dönüştüğü gerçeğidir. Bu konudaki bir New York Times manşetinde “Umut Azaldıkça Seçmenler Arasında Öfke ve Kötümserlik Taşma Noktasına Geliyor. Halk Siyasetten Hayal Kırıklığına Uğradıkça Halet-i Ruhiyeleri Kötüleşiyor” diye yazıyordu. Geçen Pazar günkü dergi eki siyaset karşıtlığına ayrılmıştı. (Dikkatinizi çekerim: iktidar ve otorite karşıtlığına, karar alma yetkisini ellerinde bulunduran ve Dewey’in dediği gibi kendi gölgelerini toplumun üzerine siyaset olarak düşüren, kolayca tespit edilebilecek güçlere karşıtlığa değil, siyaset karşıtlığına ayrılmıştır. Bunlar, komiser sınıfı için görünmez kalmak zorundadır.) The Times’da da yine bu konuda bir makale yer almaktadır. Bu makalede, işin özünü kavramamış eğitimsiz birinden alıntı yapılmaktadır. “Evet, Kongre yozlaşmıştır ama bunun nedeni Kongre’nin büyük iş dünyasından oluşmasıdır, yani elbette yozlaşacaklar” demektedir. İşte anlamanızı istemedikleri hikaye budur. Sizden siyaset karşıtı olmanız beklenmektedir. Bunun nedeni de hükümetin, hakkında ne düşünürseniz düşünün, sizin katılabileceğiniz, değiştirebileceğiniz ve bir şeyler yapabileceğiniz kurumlar sisteminin bir parçası olmasıdır. Yatırım firmalarına ya da ulus ötesi şirketlere hukuk ve ilkeler yoluyla bir şey yapamazsınız. Öyleyse iyisi mi kimse bunu anlamasın. Siz siyaset karşıtı olmalısınız. İşte diğer zaferleri de budur.

Dewey’in, siyasetin toplum üzerine dev şirketler tarafından düşürülmüş bir gölge olduğu gözlemi, Adam Smith’e göre de herkesçe bilinen bir gerçeklikti. Ancak bu gözlem artık kolayca görülemez hale gelmiştir. Gölgeyi düşüren güç ideolojik kurumlar tarafından oldukça iyi bir şekilde gizlenmiş ve bilinçten o kadar uzaklaşmıştır ki, geriye bize sadece siyaset karşıtlığı kalmaktadır. Bu durum, demokrasiye indirilen diğer bir ciddi darbe olmasının yanı sıra Thomas Jefferson ya da John Dewey’in hayal bile edemeyeceği düzeylere erişmiş mutlakiyetçi ve hesap sorulamaz güç sistemlerine verilmiş büyük bir hediyedir.

Önümüzde bilindik tercihler var. Thomas Jefferson’ın tarif ettiği anlamda demokrat olmayı seçebiliriz. Ya da aristokrat olmayı tercih ederiz. Bu ikinci yol kolay olanıdır. Kurumların ödüllendirmeye hazır olduğu yoldur. Gayet doğal olarak aradıkları servetin, ayrıcalığın, gücün ve amaçların kimde olduğu göz önüne alındığında çok zengin ödüller getirebilir. Diğer yol, Jeffersoncı demokratların yolu, mücadelenin ve genellikle de yenilgilerin yoludur. Ama bu yolda, çağın yeni zihniyetine, servet edinmeye, kendinden başka kimseyi umursamamaya boyun eğmiş olanların hayal bile edemeyeceği türden ödüller vardır. Çağın yeni zihniyetinin Lowell’deki fabrika kızlarının ve Lawrence’deki zanaatkarların kafalarına sokulmaya çalışıldığı 150 yıl önceki tercihler şimdi de aynen önümüzde durmaktadır. Bugünün dünyası, Thomas Jefferson’ın dünyasından çok farklıdır, ama sunduğu tercihler esas itibariyle pek değişmemiştir.

 

[i] Üretim araçlarının mülkiyetinin kamuya ait olduğu ve ekonomik faaliyetin merkezi olarak planlandığı ve düzenlendiği ekonomik sistem. -y.h.n.

[ii] Çokuluslu şirketlerin üst yönetiminde yer alan ve bir kartel olarak hareket eden totaliter güç odakları. -y.h.n.

[iii]Çiftliklerini bırakarak Massachusetts Lowell’daki imalathanelerde haftada altı gün ve günde on iki saatten fazla çalışmaya giden genç kadınlar için kullanılan tabirdir. -y.h.n.

[iv] American Federation of Labor (Amerikan Emek Federasyonu): ABD’deki ilk sendika federasyonlarından biridir. 1886’da Samuel Gompers tarafından kurulmuştur. -y.h.n.

[v] Eylem entelektüeli terimi Amerikan siyasi literatüründe 1968 eylemliliği sonrasında girmiştir. Yönetimin üniversitelerde ve araştırma kurumlarında yer alan entelektüellerin radikalizme sapmadan planlama ve kamu politikaları oluşturmada yasama, yürütme ve yargı erklerinin yanı sıra dördüncü bir erk olarak yerel ve ulusal düzeyde iş dünyası liderleri ile bir koalisyon oluşturmaları yönünde yaptığı çağrıya olumlu yanıt veren ve devlet görevlerinde yer alan entelektüelleri tanımlamak için kullanılır.

[vi] Pastors for Peace (Barış Papazları), Interreligious Foundation for Community Organization (Dinler Arası Cemaat Örgütlenmesi Kurumu) içerisinde yer alan özel bir gruptur. 1988’de Latin Amerika ve Karayipler’e insani yardım ulaştırılmasına öncülük etmek üzere kurulmuştur. -y.h.n.

[vii] ABD-Küba ilişkilerinin normalleşmesi ve ABD’nin Küba’ya ambargosunun sona erdirilmesini hedefleyen Chicago merkezli bir birlik. -y.h.n.