Şarkiyatçılık'a Önsöz
Edward Said
Al – Ahram, 7-13 Ağustos 2003
Çeviren: Ali K. Saysel
Dokuz sene önce Şarkiyatçılık’a bir sonsöz yazarak neyi söylediğime ve neyi söylemediğime açıklık getirmeye çalıştım. Yalnızca kitabımın 1978’de yayınlanmasından beri açılmış olan bazı tartışmaları vurgulamakla kalmadım, aynı zamanda “Şark”ın temsiliyetleri hakkındaki bir çalışmanın nasıl giderek yanlış bir şekilde yorumlandığı üzerinde de durdum. Bugün aynı şey hakkında rahatsızlıktan çok bir ironi duyuyor olmam yaşımı başımı almış olmamın bir göstergesi. Entelektüel, politik ve kişisel açıdan yakın iki dostumun, Eqbal Ahmad ve Ibrahim Abu Lughod’un yakın zaman önce ölmeleri, kayıp ve hüzün duyguları kadar tevekkül ve direngen bir devam etme arzusu da getirdi.
Anılarımın yer aldığı Yersiz Yurtsuz’da (1999) içinde büyüdüğüm garip ve çelişkili dünyaları tarif ederek kendime ve okurlarıma Filistin, Mısır ve Lübnan’da beni şekillendirdiğini düşündüğüm ortamların bir muhasebesini sundum. Fakat bu çok kişisel bir muhasebeydi ve benim 1967 Arap – İsrail Savaşı’nın ardından başlayan politik angajmanıma hiç değinmiyordu.
Şarkiyatçılık daha çok çağdaş tarihin karmakarışık dinamikleriyle ilintili bir kitaptır. İlk sayfası, 1990’da sona eren Lübnan iç savaşının 1975’teki bir tasviriyle başlar, ama şiddet ve kan gölü bugün de devam ediyor. Oslo barış sürecinin başarısızlığına, ikinci İntifada’nın patlak verişine, ve Filistinliler’in yeniden işgal edilen Batı Şeria ve Gazze’deki acılarına tanık olduk. İntihar saldırıları fenomeni ve yarattığı iğrenç hasarlar ortaya çıktı, ancak bunlardan hiçbiri 11 Eylül 2001 saldırıları ve ardından yaşanan Afganistan ve Irak savaşları kadar korkunç ve kıyamet kabilinden değildi. Ben bu yazıyı yazarken Irak’ın Britanya ve Birleşik Devletler tarafından illegal emperyalist işgali ilerlemeye devam ediyor. İşgalin sonrası tahmin edilemeyecek derecede korkunç. Bu, medeniyetler çatışması olduğu varsayılan şeyin bir parçası, bitimsiz, dindirilemez ve çaresiz. Yine de ben öyle olmadığını düşünüyorum.
Amerika Birleşik Devletleri’nde Orta Doğu, Araplar ve İslam hakkındaki genel kavrayışın bir ölçüde gelişmeye başladığını söyleyebilmek isterdim, ama bu maalesef mümkün değil. Pekçok nedenden dolayı Avrupa’da durumun epeyce daha iyi olduğu görünüyor. ABD’de tavırların sertleşmesi, küçük düşürücü genellemelerin ve dinsel saplantılara dayalı klişelerin güçlenmesi, ve muhalif görüşte olanlara ve “ötekilere” karşı basit kibirli bir bakışla birleşen kaba güç, Irak’ın müze ve kütüphanelerinin yağmalanmasında mükemmel bir ifadesini buldu. Liderlerimiz ve uşak ruhlu entelektüellerinin anlama yetisinden yoksun göründükleri şey şu ki, tarih bir kara tahta gibi silinenemez. Tarihi silip üzerine kendi geleceğimizi kazıyamayız ve kendi yaşam biçimlerimizi takip etsinler diye daha aşağı insanlara dayatamayız. Washington’daki yüksek memurlar orda burda sık sık Orta Doğu haritasını değiştirmekten sözediyorlar, sanki antik toplumlar ve sayısız insan bir yap-boz tahtası misali çalkalanabilirmiş gibi. Ama bu “Şark”ta sık sık yaşandı, Napolyon’un 18. Yüzyıl sonundaki Mısır işgalinin ardından “Şark” denen bu yarı efsanevi kurgu defalarca ve defalarca yeniden inşa edildi. Bu süreçte sayısız geçmişi, başdöndürücü çeşitlilikte halkları, dilleri, deneyimleri ve kültürleri içeren muazzam tarih tortuları, bunların hepsi bir kenara atıldı veya ihmal edildi, parça parça anlamsız nesneler haline gelen hazinelerle birlikte Bağdat’tan alınıp kum gibi saçıldı.
Benim iddiam, tarihin insanlar tarafından yapıldığı ve aynı şekilde yok edilip yeniden yazılabileceğidir. Böylelikle “bizim” Doğu’muz “bizim” Şark sahip olmak ve yönetmek üzere “bizim” olur. O bölge insanlarının ne oldukları ve ne olmak istediklerine ilişkin kendi vizyonları adına mücadele etme güç ve yeteneklerine karşı sonsuz saygım var. Çağdaş Arap ve Müslüman toplumlarına karşı geri kalmışlıkları, demokrasiden yoksun olmaları, ve kadın haklarını tanımamaları yüzünden o derece yoğun ve bile bile arsızca bir saldırı yapıldı ki, modernite, aydınlanma, ve demokrasi gibi nosyonların hiç de o kadar basit ve üzerinde anlaşılmış kavramlar olmadığını, kimsenin bunları oturma odasında bir köşeye saklanmış Paskalya yumurtaları gibi kolayca bulamayacağını unutuyoruz. Dış politika adına konuşan ve gerçek halkın konuştuğu dil hakkında en ufak bir bilgisi dahi olmayan yavan uzmanların nefes kesen serinkanlılığı, Amerikan iktidarı serbest pazar “demokrasisi”nin yapay bir modelini yaratabilsin diye kurak bir arazi yarattı. Arap dünyasının tam da ihtiyacı olan şeyin demokrasinin domino etkisi olduğu hakkında ahkam kesmek için Arapça, Farsça, ve hatta Fransızca dahi bilmeniz gerekmiyor.
Fakat başka insanlar ve başka zamanlar hakkında yalnızca bilgi edinmek için yapılan, anlayışlı, sevecen ve dikkatli çalışma ve analizler sonucu elde edilen bilgi ile kendi kendini olumlama kampanyasının bir parçası olan bilgi arasında bir fark vardır. Nihayetinde birlikte yaşamak ve ufukları genişletmek için anlamak arzusu ile kontrol etmek ve boyunduruk altına almak arzusu arasında temel bir fark var. Şurası muhakkak ki, harab edilmiş bir Üçüncü Dünya diktatörlüğüne karşı, seçilmemiş küçük bir Amerikan bürokrat grubu tarafından dünya hakimiyeti, güvenlik ve kıt kaynaklar temelinde, tümüyle ideolojik nedenlerle emperyalist bir savaş açılmış olması, ama bu savaşın gerçek amacının akademisyen kimliklerine ihanet eden Şarkiyatçılar tarafından gizlenip dikkatlerden kaçırılması, kışkırtılması ve gerekçelendirilmesi tarihin en büyük entelektüel felaketlerinden birisidir.
George W. Bush’un Pentagon’u ve Ulusal Güvenlik Konseyi üzerindeki en etkili kişiler Bernard Lewis ve Fouad Ajami gibi Arap ve İslam dünyası uzmanlarıydı. Bunlar Amerikan şahinlerinin Arap zihni, İslam’ın yalnızca Amerikan iktidarı tarafından tersine çevrilebilecek yüzyıllık gerileyişi gibi abes olgular hakkında tasarılar üretmelerine yardımcı oldular. Bugün ABD’deki kitapçılar İslam ve terör, İslam’ın içyüzü, Arap ve İslam tehdidi hakkında çığırtkan kapaklarıyla bas bas bağıran seviyesiz risalelerle doludur. Bunların hepsi bu garip Şark insanlarının arasına sızmış oldukları varsayılan uzmanlar tarafından kendilerine ve başkalarına verilmiş olan bilgilerle bilgiçlik taslayan politik polemikçilerce yazılmıştır. Bu savaş çığırtkanı koroya CNN ve Fox, ve kendi inançlarını yaymaya çalışan evanjelik * ve fanatik pekçok radyo istasyonu, sayısız tabloid basın ve hatta vasat entelektüel dergiler de dahildir. Bunların hepsi “Amerika”yı yabancı şeytana karşı ayağa kaldırmak için doğrulanması mümkün olmayan aynı uydurmaları ve muazzam genellemeleri seslendirip durmaktadırlar.
Bu insanların “bizim” gibi olmadıkları ve “bizim” değerlerimizi benimsemedikleri şeklinde örgütlenmiş bir düşünce olmasaydı – ki bu geleneksel Şarkiyatçı doğmanın özünü oluşturur – savaş da olmazdı. Malezya ve Endonezya’yı fetheden Hollandalılar, Hindistan, Mezopotamya ve Mısır’daki İngiliz orduları, Çin Hindi ve Kuzey Afrika’daki Fransız orduları tarafından askere alınmış olan aynı ücretli profesyonel akademisyenler grubu şimdi Pentagon ve Beyaz Saray’a gelmiş Amerika’ya danışmanlık yapıyor. Bu sefer de tıpkı geçmişte yaptıkları gibi aynı klişeleri, aynı küçük düşürücü sterotipleri, güç ve şiddet için aynı meşrulaştırıcı gerekçeleri kullanıyorlar (koro “anladıkları tek dil güç ve iktidar” şarkısına devam ediyor). Şimdi bu insanlara, Irak’ta, kendilerine ders kitaplarının yazılmasından anayasanın hazırlanmasına kadar ve Irak politik yaşamı ve petrol sanayiinin yeniden biçimlendirilmesine kadar herşeyin idaresinin teslim edileceği büyük bir özel müteahhitler ve müteşebbisler ordusu katıldı.
Her bir imparatorluk kendi resmi söylemi içinde diğerleri gibi olmadığını, kendi koşullarının farklı olduğunu, aydınlanma, uygarlaştırma, düzen ve demokrasi getirme misyonu taşıdığını ve ancak son çare olarak kuvvet kullandığını söyler. Ve daha üzücü olan şey de şudur ki, iyi ve özverili imparatorluklar hakkında iç rahatlatıcı şeyler söyleyecek olan gönüllü bir entelektüeller korosu her zaman için varolmuştur.
Kitabımın yayınlanmasından yirmi beş yıl sonra Şarkiyatçılık bir kez daha modern emperyalizmin sona erip ermediği, ya da Napolyon’un iki yüzyıl önce Mısır’a girdiği andan beri Şark’ta varlığını sürdürüp sürdürmediği sorusunu gündeme getiriyor. Arap ve Müslümanlar’a kendilerini kurban olarak görmenin, sürekli olarak imparatorluğun talanı üzerine durmanın bugünkü sorumluluklardan kaçmak için bir yol olduğu anlatılıyor. “Yenildiniz, yanlış yaptınız” diyor modern Şarkiyatçı. Bu tabii aynı zamanda V. S. Naipaul’ün edebiyata bir katkısı: ülkeleri parçalanıp köpeklerin önüne atılırken imparatorluğun kurbanları yas tutarlarmış. Bu emperyal tecavüzün ne kadar sığ ve yanlış bir değerlendirmesidir, imparatorluğun üzerinde kurulduğu işleyişin, diyelim Filistinliler’in, Kongolular’ın, Cezayirliler’in veya Iraklılar’ın yaşamları üzerindeki etkisinin seneler ve seneler boyunca hakimiyetini koruduğu gerçeğiyle yüzleşmekten nasıl da kaçınmaktadır. Napolyon’la başlayıp Şarki çalışmaların yükselişiyle ve Kuzey Afrika’nın fethiyle devam eden, Vietnam, Mısır, Filistin’deki benzer süreçlerle ve 20. Yüzyıl’ın petrol savaşlarıyla ve Körfez, Irak, Suriye, Filistin ve Afganistan üzerinde stratejik hakimiyet arayışıyla süregiden süreç hakkında bir düşünün. Sonra anti–sömürgeci milliyetçiliğin yükselişini, kısa dönemli liberal bağımsızlığı, askeri darbe dönemlerini, isyan, iç savaş, dinsel fanatizm, irrasyonel mücadele ve en son ortaya çıkan bir avuç “yerli”ye karşı gösterilen tavizsiz gaddarlıkları düşünün. Bu aşama ve dönemelerin her biri, “Öteki” hakkında kendi çarpıtılmış bilgisini, kendi indirgemeci imgelerini, kendi tartışmalı polemiklerini üretir.
Benim Şarkiyatçılık’taki düşüncem, mücadele kapılarını açmak için humanistik eleştiriyi kullanmak, bizleri esir alan polemiksel ve düşünce düşmanı kısa öfke patlamalarının yerine daha uzun bir düşünce dizgesini ve analizi yerleştirmektir. Yapmaya çalıştığım şeyi “hümanizm” olarak adlandırdım, sofistike post modern eleştirmenler tarafından küçümsenmesine karşın bu sözcüğü ısrarla kullanmaya devam ediyorum. Hümanizm ile anlatmaya çalıştığım, herşeyden önce Blake’in “prangaya vurulmuş zihni”ni çözmeye çalışmak, böylelikle insanın zihnini düşünceye dayalı bir kavrayışa ulaşmak amacıyla tarihsel ve rasyonel olarak kullanmasına izin vermek. Dahası, humanizm diğer yorumcularla, diğer toplumlarla ve dönemlerle bir cemaat ruhu içerisinde sürdürülebilir: o halde, kesin olarak ifade etmek gerekirse yalıtılmış bir hümanist diye birşeyden sözedilemez.
Bu her alanın birbiriyle ilişki içinde olduğunu, dünyada olup biten hiçbir şeyin yalıtılmış olmadığını, dışsal bir etkiden bağımsız olmadığını söylemektir. Adaletsizlik ve acılar hakkında tamamen tarih, kültür, ve sosyo-ekonomik gerçeklik içine yerleştirilmiş bir bağlamda konuşmalıyız. Son 35 senedir yaşantımın önemli bir kısmını Filistin halkınının ulusal kendi kaderini tayin hakkını savunarak geçirdim, ama bunu yaparken her zaman Yahudi halkının gerçekliğine ve maruz kaldıkları zulüm ve soykırıma dikkat çektim. Önemli olan Filistin/İsrail’deki eşitlik mücadelesinin insani bir amaca doğru yönlendirilebilmesidir, bu yol birlikte varoluş sayesinde baskı ve inkarın sonlandırılmasından geçmektedir. Şarkiyatçılık ve modern anti–Semitizm’in ortak köklere sahip olduğunu söylemem tesadüf değildir. O halde Orta Doğu ve başka yerlerde uzun bir zamandan beri hüküm süren karşılıklı düşmanlığa dayalı basitleştirici ve sınırlandırıcı modellere alternatif modeller önermek bağımsız entelektüeller için her zaman yaşamsal bir ihtiyaç gibi görünmektedir.
Edebiyat alanında çalışan bir hümanist olarak 40 sene önce karşılaştırmalı edebiyat alanında eğitim görmüş olabilecek kadar yaşlı bir insanım. Karşılaştırmalı edebiyatın temel fikirleri 18. yüzyıl ve erken 19. yüzyıl Almanya’sına kadar uzanmaktadır. Bundan önce Napolitan felsefeci ve filolog Giambattista Vico’nun üst düzeyde yaratıcı katkılarına değinmeliyim. Onun fikirleri ,Herder ve Wolf gibi Alman düşünürlerinin öncüsü olmuş, onları da Goethe, Humboldt, Dilthet, Nietzsche, Gadamer, ve 20. Yüzyıl’ın büyük Latin dili filologları Erich Auerbach, Leo Spitzer, ve Ernst Robert Curtius takip etmiştir.
Bugünkü kuşağın genç insanları için felsefe fikrinin kendisi inanılmaz derecede antika ve küflenmiş birşeyleri çağrıştığı halde filoloji, aslında yorumlayıcı sanatların en temeli ve en yaratıcısıdır. Ben bunun en hayranlık uyandırıcı örneğini, Goethe’nin genel olarak İslam’a, ve özelde Hafız’a olan ilgisinde görürüm. Bu West-...slitcher Diwan’ın yazılmasına yol açan ve Goethe’nin Weltliteratür hakkındaki sonraki düşüncelerini etkileyen, yakıp tutuşturan bir tutkudur. Weltliteratür tüm dünya edebiyatlarının, herbir eserin biricikliğini korurken bütünü elden kaçırmadan, teorik olarak ele alınabilecek senfonik bir bütün olarak incelenmesidir.
Bugünün küreselleşen dünyası benim burada anlattığım şekillerde evrildikçe, Goethe’nin fikirlerinin özellikle önlemek üzere formüle edilmiş olduğu türden bir standartlaşma ve homojenliğe doğru yaklaşıyor olabileceğimizin farkına varmak hatırı sayılır bir ironi içeriyor. Erich Auerbach 1951 tarihinde yayınlanan Philologie der Weltliteratur adlı makalesinde savaş sonrası dönemin ve Soğuk Savaş’ın başlangıcında tam da bu noktaya temas ediyordu. 1946’da Berne’de basılan ama Auerbach henüz savaş sürgünü olarak İstanbul’da Latin dilleri hocalığı yaparken yazmış olduğu büyük eseri Mimesis, Homer’den Virginia Woolf’a kadar uzanan Batı Edebiyatı’nda temsil edilen gerçekliğin somutluğu ve çeşitliliği için bir tanıklık olma iddiası taşıyordu. Ama 1951 tarihli makalesini okuduğunuzda Auerbach’ın yazdığı bu büyük eserin, insanların tıpkı Goethe’nin İslam edebiyatını anlamak için savunduğu anlayışı destekler biçimde, akademik okumaları ve pekçok dil üzerinde kurdukları mükemmel hakimiyeti kullanarak metinleri filolojik, somut, duyarlı ve sezgisel olarak yorumlayabildikleri bir döneme yakılmış bir ağıt olduğunu hissedersiniz.
Diller ve tarih hakkında pozitif bilgi gerekliydi ama hiçbir zaman yeterli değildi. Diyelim Dante gibi bir yazarın kim olduğunu kavrayabilmek için olguların mekanik bir şekilde biraraya getirilmesi yeterli bir yöntem oluşturamazdı. Auerbach ve öncüllerinin bahsettikleri ve uygulamak istedikleri türden filolojik bir kavrayış için temel ihtiyaç, okurun yazılmış olan metnin yaşantısına, zamanının ve yazarının (einfühlung) perspektifinden bakabilecek şekilde sempati duyarak ve öznel olarak girmesiydi. Weltliteratür’e uygulanan filoloji, başka bir zamana ve farklı bir kültüre karşı yabancılaşma ve husumet yerine cömertlikle uygulanan köklü bir hümanist ruh ve konukseverlik içeriyordu. Dolayısıyla yorumcu zihninde yabancı Öteki için aktif olarak bir yer açıyordu. Aksi durumda yabancı ve uzak kalacak bu çalışmalar için bu yerin yaratıcı bir şekilde açılması yorumcunun misyonunun en önemli vechesidir.
Almanya’da Nasyonal sosyalizm tüm bunların altını bariz bir şekilde oyarak yoketti. Savaştan sonra Auerbach yaslı bir şekilde, fikirlerin standartlaşmasının, bilginin giderek daha ve daha fazla uzmanlaşmasının, kendi temsil ettiği türden araştırmayla bitip tükenmez sorgulamaya dayalı filolojik çalışmanın olanaklarını giderek daralttığını belirtmiştir. Ne yazık ki, Auerbach’ın 1957’deki ölümünden beri humanistik çalışmanın hem fikir hem de pratiğinin ufuk ve merkezilik açısından daralmış olması daha da umut kırıcı bir olgudur. Sözün gerçek anlamıyla okumak yerine öğrencilerimizin dikkati bugün Internet ve kitle medyası üzerinden elde edilebilecek parçalı bilgilerle sık sık dağılmaktadır.
Daha kötüsü, eğitim milliyetçi ve dinsel ortodoksilerin tehtidi altındadır. Bu etki tarih dışı ve sansasyonal bir tarzda uzak elektronik savaşlara odaklanan kitle medyası tarafından yaygınlaştırılmaktadır. Bu savaşlar izleyiciye cerrahi bir kesinlik hissi veriyormuş gibi görünse de modern savaş makinası tarafından üretilen korkunç acı ve yıkımları karanlıkta bırakmaktadır. İnsanları rahatsız ve huzursuz tutmak amacıyla “terörist” etiketinin yapıştırılmış olduğu bilinmeyen düşmanı canavarlaştıran medya imgeleri çok fazla dikkat çekmektedir ve bu imgeler 11 Eylül sonrası dönemin ürettiği türden kriz ve tehdit dönemlerinde sömürülebilmektedir.
Hem bir Amerikalı hem de bir Arap olarak, Pentagon’daki bir avuç sivil elit tarafından ABD’nin tüm Arap ve İslam dünyası üzerindeki politikası olarak formüle edilmiş olan basitleştirilmiş dünya görüşünün hafife alınmaması konusunda okuyucularımı uyarmalıyım. Bu dünya görüşünün temel fikirleri olan terör, önalıcı savaş ve tek taraflı rejim değişikliği – bunlar tarihteki en şişirilmiş askeri bütçe ile desteklenmektedir – hükümetin genel çizgisini doğrulayan sözde “uzmanlar” üretme görevini üstlenmiş bir medya tarafından bıktırıcı ve kısırlaştırıcı bir şekilde işlenmektedir. Düşünceye dayalı anlama, tartışma, rasyonel arguman, insanların kendi tarihlerini kendilerinin yarattıkları yolundaki seküler nosyona dayalı ahlaki ilke, Amerikan veya Batı istisnai durumunu kutlayan, olayların içinde geliştiği bağlamın önemini karalayan, ve diğer kültürlere kibirle yaklaşan soyut fikirlerle yer değiştirmiştir.
Belki de diyeceksiniz ki, bir tarafta humanistik yorumlar diğer tarafta dış politika arasında ani ve süreksiz geçişler yapıyorum. Ve belki de görülememiş bir güce, Internet ve F-16 savaş uçaklarına sahip olan modern teknolojik bir topluma en nihayetinde Donald Rumsfeld ve Richard Perle gibi zorlu politika uzmanları tarafından komuta edilmesi gerektiğini söyleyeceksiniz. Ama burada gerçekten kaybedilmiş olan şey, insan yaşantısının karşılıklı bağımlılık ve yoğunluk duygusudur, ve bu duygu ne bir formule indirgenebilir ne de önemsiz diye bir köşeye atılabilir.
Bu küresel tartışmanın bir tarafı. Arap ve Müslüman dünyasında durumun daha iyi olduğu söylenemez. Roula Khalaf’ın söylediği gibi bölge ABD’nin gerçekte nasıl bir toplum olduğunu anlamaktan uzak kolaycı bir anti–Amerikancılık’a doğru kaydı. Hükümetler ABD’nin kendilerine yönelik politikalarını etkileyebilecek güce sahip olmadıkları için enerjilerini kendi nüfuslarını zaptu rapt altında tutmaya yönlendirmekteler. Bunun sonuçları toplumların bir türlü açık toplum haline gelmesine izin vermeyen gücenme ve öfke duyguları ile sonuçsuz beddualardır. Bu toplumlarda insan tarihi ve kalkınma hakkındaki seküler fikirler, başarısızlık ve korku ile birlikte rekabet halindeki diğer seküler bilgi biçimlerinin silindiği ezbere dayalı bir İslamcılık tarafından teslim alınmıştır. Sıradışı İslami içtihat veya kişisel yorumlama geleneğinin giderek yok olması zamanımızın en büyük kültürel felaketlerinden birisidir. Bunun sonucu eleştirel düşüncenin ve modern dünyanın sorunlarını bireysel olarak kurcalama alışkanlığının tümüyle yok olmasıdır.
Bu kültürel dünyamızın, bir tarafta kavgacı neo–Şarkiyatçılık, diğer tarafta herşeyin üstünü örten reddiyecilik şeklinde iki kampa gerilediğini söylemek anlamına gelmez. Geçen sene Johannesburg’ta düzenlenen Birleşmiş Milletler Dünya Zirvesi, tüm sınırlarına karşın kolaycı bir şekilde kullanılan “tek dünya” nosyonuna yeni bir aciliyet kazandıran yeni bir kolektif kamuoyunun müjdeli bir şekilde ortaya çıkışına dair işaretler veren geniş bir ortak küresel kaygının varlığını açığa çıkardı. Fakat tabii kabul etmeliyiz ki, dünyanın parçalarının gerçek anlamda yalıtılmaya izin vermeyen bir karşılıklı ilişki içerisinde olduğu gerçeğine karşın, küreselleşmiş dünyamızın son derece karmaşık birlikteliğinin nasıl olacağını kimse bilemez.
İnsanları “Amerika”, “Batı”, veya “İslam” gibi sahte birleştirici başlıklar altında kümelendiren ve aslında oldukça çeşitli özelliklere sahip olan çok sayıda insan için kolektif kimlikler icad eden korkunç ihtilaflar göründükleri gibi etkili kalamayacaklardır ve bunlara karşı çıkılması gerekmektedir. Hümanistik eğitimin bir mirası olan rasyonel yorumlama becerileri hala hizmetimizde. Bu beceriler, bizlere geleneksel değerler veya klasiklere dönmemizi buyuran içli bir sofuluk olarak değil, dünyevi ** seküler bir rasyonel söylemin aktif bir pratiği olarak değerlendirilmelidir. Seküler dünya, insanlar tarafından yapılmış olan tarihin dünyasıdır. Eleştirel düşünce bizi, şu veya bu tescilli düşmana karşı hareket halindeki mevzilere çağıran buyruklar karşısında başeğmez. İmal edilmiş medeniyetler çatışmasından daha çok, hep birlikte örtüşen, birbirleriyle değiş-tokuş halindeki, ve herhangi bir kısıtlı veya özgün olmayan anlama modunun elverdiğinden çok daha ilginç biçimlerde birarada yaşayan kültürlerin birlikte yavaş yavaş yoğrulması üzerine konsantre olmalıyız. Fakat bu türden daha geniş bir algılama için zamana, ve yorumlayıcı topluluklara duyulacak güvenle desteklenen sabırlı ve şüpheci sorgulamaya ihtiyacımız var, ancak ani eylem ve tepki bekliyen bir dünyada bunu sürdürebilmek oldukça zor.
Humanizm hazırlop düşünce ve onaylanmış otoriteden çok insan bireyselliği ve öznel sezginin aracılığı üzerinde yükselir. Metinler benim dünyevi yollar şeklinde adlandırdığım çok farklı biçimlerde tarihsel alemler içinde üretilmiş olan ve yaşayan metinler olarak okunmak zorundadır. Fakat bu kesinlikle iktidarı dışlamaz, tam tersine, iktidarın en muğlak ve en kapalı çalışmalara dahi girdiğini ve bunları etkilediğini göstermeye çalıştım.
Ve son olarak, en önemlisi, humanizm insan tarihin çirkinleştiren adaletsizlik ve insanlık dışı pratiklere karşı sahip olduğumuz en önemli –hatta çok ileri giderek şunu söylüyorum ki son- direniş silahıdır. Bugün son derece cesaret verici bir şekilde demokratik olan ve eski kuşak tiranlar ya da ortodoksiler tarafından hayal bile edilmemiş derecede hepimize açık bulunan siber-uzay yardımcımızdır. Eğer bizleri bu küçük gezegen üzerinde birbirimize bağlayan çevreyle, insan haklarıyla ilgili ve özgürlükçü etkilerin keskin bir şekilde farkında olan ve alternatif enformasyon tarafından bilgilendirilen alternatif cemaatler var olmasaydı Irak savaşının öncesinde başlayan dünya çapındaki protestolar da mümkün olamazdı.
Notlar:
* fundementalist Protestan [ç.n.]
** wordly: Said bu terimi metinsel olanın karşıtı olarak kullanıyor, ruhani ya da dinsel olanın karşıtı olarak değil. [ç.n.]