I-Eşkıyalık ve Sosyal Eşkıyalık:

Eşkıyalık:

Eşkıyalık, feodal çağın yarattığı bir olgudur. Asıl olarak, devletin görevlerini yerine getiremediği veya baskı aygıtının güçlü olduğu yerlerde görülür. Eşkıyalık hareketlerinin coğrafi mekanı ise, kırsal kesimdir: Eşkıyalar, geçimini tarımdan sağlayan, kırsal köy ekonomisi içinde yaşayan, prekapitalist ekonomik ilişkilerin belirleyici olduğu kitleden çıkmaktadır.

Hobsbawm, "Toplumsal amaçla yapılan eşkıyalığın hemen hiçbir belirli örgütlenme biçimi ve ideolojisi yoktur. Bu eşkıyalık, çağdaş toplumsal bir eylemde yer alma yeteneğinden de yoksundur" demektedir.

Onlar daha çok, boyun eğmeyi reddeden ve bunu yaparken de diğerlerinin arasından sivrilen köylülerdir. Bireysel boyun eğişe karşı çıkma arzuları ve kapasitelerinin dışında haydutlar, bir parçasını oluşturdukları köylülerden farklı düşüncelere sahip değildir. Onlar, kendilerinden toplumsal ve siyasal örgütlenme planları ya da yeni görüşler beklenebilecek ideologlar veya peygamberler değil, eylemcilerdir.

Halk - eşkıya ilişkisi:

Eşkıyalar, topluluğun önde gelen üyesi sayılır, civardaki köylerde en saygın durumda olan kişilerdir. Yaşar Kemal, "Eşkıyayı sevgi ve korku yaşatır" demektedir. Gerçekten de, halk ve eşkıya ilişkisi çok boyutludur. Köylerde yaşayan halk eşkıyayı hem sever ve sayar, hem de ondan çekinir.

Halk eşkıyayı hoş görüp kollar. Eşkıya da, belli bir noktaya kadar var olan toplumla bütünleşmiş durumdadır. Göçebeler ve çobanlar, dağların sahipleri olan çetelerle ortak bir dünya yaratmak zorundadır.

Herkes, büyük ve yerleşik olan çetelerle uzlaşmak zorundadır. Çeteler, halktan yardım alır ve halka karşı sorumlulukları vardır. Dağdaki varlığını sürdürmesi yataklarının sağlamlığına ve kurduğu istihbarat ağının gücüne ve istikrarına bağlıdır.

Eşkıyayı köylü besler, eşkıya köylünün kazancından pay alır. Fazladan pay istediğinde, köylü ile ilişkisi bir tür sömürü/soygun ilişkisine dönüşür, dolayısıyla da varlığının sosyal yönü zayıflar. Bu durumda köylü de bu yükten kurtulmak ister ve eşkıya çetesini otoritelere ihbar eder.

Böyle bir durumla karşılaşmamak için eşkıyanın köylüye karşı adil davranması gerekir. Ama bu da yeterli değildir. Eşkıya da köylüyü memnun etmek zorundadır. Köylüden aldığı mallara 2-3 kat fazla para öder.

Ayrıca, köylü eşkıyayı ihbar edecek olursa, çok kötü cezalandırılır, böylece bu yola başvurmaktan alıkonur. Eşkıyaya karşı olanlar, onların husumetini üzerlerine çekerler ve çok açıdan zarar görürler.

Devlet - eşkıya ilişkisi:

Otoriteye karşı bir başkaldırı söz konusu olduğu için, devlet ve köy ağaları eşkıyayı her zaman suçlu görür; onlar için eşkıyalar yasa dışı köylülerdir. Dolayısıyla eşkıyayla ilişkileri öncelikle, onları yok etme isteği üzerine kurulmuştur; sürekli olarak, askeri takip durumundadırlar.

En ağır suçlardan biri eşkıyalıktır; yakalanan eşkıyalar, "siyaseten katl" denen idam cezasına çarptırılır; infazından sonra, topluma örnek olması adına kelleleri teşhir edilir. Çeteye yeni katılmış ve az suç işlemiş eşkıyalar içinse en iyi ihtimalle sürgün, hapis, kürek vb... cezalar verilir, mallarına el konur.

Bu temel ilişki biçiminin dışında, bazı durumlarda devlet eşkıyayı halkın üzerinde bir baskı aracı olarak da kullanmıştır. Köylüye veya diğer çetelere karşı yapmak istediği müdahaleleri kendisiyle uzlaşan çetelere yaptırarak gücünün yetmediği yerlere ulaşma şansını yakalamaktadır.

Bazı durumlarda ise, devlet özellikle etkisiz ve zayıf olduğu bölgelerde çetelerle uzlaşmak ister. Kontrolü dışındaki bu güçleri, uygulayageldiği yöntemlerle kontrol edemeyeceğini anladığı zaman, çeteyle uzlaşmak en iyi çözüm olur; en azından devletin zarar görmesini bu şekilde önlemeye çalışır. İşler "çığrından çıktığında" herkes, özellikle yerel yöneticiler ve memurlar çeteyle iyi ilişkiler kurmak zorundadır. Bunun yolu ise af mekanizmasıdır. Devlet sıkça bu yolu da dener. Af mekanizması, eşkıyalığı bir yaşam biçimi olarak seçmiş insanlara farklı, kaçak olmayan, meşru bir hayatı teklif eder; köylerinde diğer köylüler gibi yaşamaya başlayacaklar ve böylece tamamen sisteme entegre edileceklerdir.

Fakat, Yaşar Kemal'in Çakırcalı Efe kitabında da ele alındığı gibi, af mekanizması özellikle çete başlarının yakalanmasının bir yolu olarak da kullanılmaktadır. Aftan yararlanarak köye gelen ve evinde yaşamaya başlayan eşkıyaların lideri konumundaki insanlar bu sayede rahatça yok edilebilmektedir.

Devlet - köylü ilişkisi:

Devletin eşkıyayı yakalamak için başvurduğu soruşturma, bilgi toplama, eşkıya takibi gibi önlemler öncelikle bölge köylülerinin hayatlarını etkiler.

Eşkıyayı yakalamak için elde edilecek istihbarat çok önemlidir. Bu anlamda, devlet para esirgemez. Eşkıyanın adamlarını satın alma ve cezalandırmama garantisi verme yoluyla yanına çekmeye çalışır. Köylüye ödül veya ceza ikilemi dayatılır. Verilecek bilgi ödüllendirilir. Fakat eğer çete faaliyetlerinin yoğun olduğu bölgede yaşayan köylülerden bilgi gelmezse (çete ile ilişkileri olsun olmasın) köylüler ağır bir biçimde cezalandırılırlar. Bu hem köylülerin çete faaliyetlerine destek vermesini önlemek ve bilgi gelmesini sağlamak için, hem de yaptıkları sonucunda ilgisi olan veya olmayan her türlü köylünün bedel ödeyeceğini bilen eşkıyayı etkilemek ve vazgeçirmek için uygulanan bir yöntemdir.

Köylüye uygulanan cezalar çeşitlidir: Ahali işbirlikçi olarak tanımlanır ve çetelerin ele geçirilememesinin sorumlusu olarak görülür. Yakalanması için sorumluluklar yüklenir. Eşkıya yakalanamazsa, yönetim köylülere kaba şiddet uygulayabilir, para cezası verebilir (özellikle o bölgede eşkıyanın gerçekleştirdiği bir soygun olduysa, çalınan para bölge köylülerine ödettirilir), köylü "nezir"e bağlanabilir, sürgüne gönderilebilir ve hatta hapsedilebilir.

II- 19. ve 20. Yüzyıl Osmanlısı:

Osmanlı devleti için 19. yüzyıl, kapitalist dünya ekonomisiyle "eklemlenme" sürecini ifade etmektedir. 1838 Osmanlı-İngiltere Ticaret Anlaşması Osmanlı ekonomisinin dışa açılmasının sembol tarihi olarak görülmektedir; emperyalist güçlerle tanışılmıştır. Siyasi açıdan ise, çöküş sürecine girmiş olan Osmanlı devleti "denge politikası" uygulayarak sorun çıkmamasını ve elinde bulunanı korumayı sağlamaya çalışmaktadır. Yani hem paraya, hem de müttefiklere ihtiyacı vardır; dolayısıyla tavizler vermeye hazırdır. Dış ticaret hacmindeki dengeler bozulur, üretim düşer, ihracat azalır, ithalat artar, savaşların getirdiği mali yıkım giderek artar. Böyle büyük bir sorunun çözümü borçlanmada görülür.

Köy ve tarım:

Prekapitalist bir düzenden kapitalizme geçiş için önemli bir unsur "toprağa bağlı köylünün bu bağlılıktan kurtulması"dır. 19. yüzyıl Osmanlı kentli nüfus, toplam nüfusun 'si civarındadır. Yani nüfusun çoğunluğu kırsal alanda yaşamakta ve tarım yoluyla geçinmektedir.

16. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar nüfus, 6,5 milyondan 16 milyona yükselmiştir. 19. yüzyılda göçlerle iyice hız kazanmıştır: Osmanlı'nın elinde kalan topraklar, Kırım, Kafkasya, Balkanlar, Ege adaları, Cezayir, Mısır'dan sürekli göç almış; çok sayıda göçebe topluluk yerleşik düzene geçmiştir. Oysa, nüfus artışı bir yana, imparatorluk sınırları giderek daralmaktadır. Bu da geçimini sağlayamayan bir insan kitlesinin oluşması demektir.

Dağ köylerinde ekilecek toprak sınırlıdır, dolayısıyla fazla nüfus başka yerlere gitmek zorundadır. Bu durumda, başka yerlerde toprak edinemeyen, iş bulamayan gençler medreselere sığınır, taşra idarecilerine başıbozuk asker yazılır ya da çete kurup eşkıya olur.

Üstelik, Arazi Kanunnamesi gibi taşrada yapılan idari reformlar sayesinde, toprak sahipleri yerel meclislere girerek, çıkarları doğrultusunda düzenlemeler yapmaya başlarlar ve miri toprakları yağmalarlar. Bu durumda da topraksız köylü sayısı giderek artar.

Tüm bunların yanı sıra, valiler Tanzimat döneminde yetkilerini kötüye kullanmışlardır. Bu nedenle yetkileri azaltılır, idari birimlerin sorumluluğu valiyle birlikte ordu komutanlarına da verilir. Sorumluluk ve yetkinin iki ayrı güce dağıtılması, valiler ve ordu komutanları arasında otorite ve yetki çatışmasına yol açar. Bu durumdan da en fazla etkilenenler giderek daha fazla oranda topraksızlaşan köylüler olur.

Köylünün devletle karşı karşıya geldiği iki temel ortam ise, vergi toplama ve asker toplama ortamlarıdır. Uzun süredir uygulanmakta olan ve giderek yaygınlaşan İltizam sistemi, ciddi sorunlara yol açtığı düşüncesiyle 1840'da kaldırılır, fakat yerel güçlerin baskısıyla 1842'de yeniden uygulamaya konur. Mültezimlerden düzenli vergi geliri alamayan devlet, vergi geliri için tarım yapılan diğer topraklara daha fazla yönelir. p'lik köylü kesimi, toplam verginin w'sini ödemeye başlar. Ağır vergi yükü, bazı köylülerin toprağı terketmesi ve yukarıda bahsi geçen çözümlere yönelmesine yol açar. Toprağında kalan köylü ise giderek devletle karşı karşıya kalmaktadır.

Diğer önemli sorun ise askerlik sorunudur. 1843 yılında çıkan bir kanunla askerlik süresi 5 yıl olarak belirlenir. Fakat sürekli savaşlar yüzünden orduda asker ihtiyacı sürekli yaşanmakta, bu nedenle de kanun uygulanamamaktadır. Askere gidenler, eğer sağ kalabilirlerse 15 yıl ve üzerinde askerlik yapmaktadır. Bu da, bir insanın tüm verimli çağlarının askerlikte geçmesi demek olduğu için, köylü ile devlet arasındaki diğer bir karşılaşmaya yol açar. Köylülerden ciddi bir kesim, askerlikten kaçabilmek için dağa çıkmakta ve çete faaliyetlerine katılmaktadır.

Aslında 19. yüzyıl Osmanlı devleti için bir anlamda, geleneksel devlet tipinden modern merkeziyetçi devlet tipine geçiş dönemidir. Bu dönemde, geleneksel eski düzenin temel kurumları kaldırılır, fakat modern kurumlaşma gecikir. Bu nedenle ortaya çıkan otorite boşluğunu gidermeyi başaramayan devlet, ayaklanmaları bastırmakta acze düşer, asayişin sağlanmasında ciddi sorunlar yaşanır.

III-Ege Bölgesinde Durum:

17. yüzyıldan itibaren, dış ticaret ve tarımsal üretimde Osmanlı'nın en önemli bölgesi Ege bölgesidir. Tanzimat'la birlikte, özellikle İzmir ve etrafı dünya sistemiyle çok hızlı bütünleşmeye başlar ve 19. yüzyılda Anadolu'nun en gelişmiş bölgesi haline gelir. Tarım ticarileşmiş, toplumsal eşitsizlik artmıştır. Örneğin, Batı Anadolu'da kurulan Aydın Demiryolu Kumpanyası, Ege bölgesinin değerli tarım ürünlerini İzmir'den ihraç etmeye başlar, bu nedenle bölge köylüsünün sosyal dengeleri bozulur.

Bölgede gelirin ve toprak dağılımının eşitsizliği çeteciliğin potansiyel insan gücünü oluşturur.

İnsanlar, "talihlerine" karşı çıkmak amacıyla, haksızlığın sorumlusu olarak gördükleri devlete, yerel yöneticilere ve onların uzantısı saydıkları ağa, eşraf gibi kesimlere isyan ederler.

IV-Ege'de Eşkıyalık:

Sabri Yetkin'e göre, 19. yüzyılın ilk çeyreğinden sonra Ege'de eşkıyalık iyice kökleşmeye başlar. Bu hareketi gerçekleştiren kitleye "zeybek", onların reisine de "efe" denir.

19. yüzyılda zeybeklerin yaşantısına göz attığımızda belli dönüm noktalarını görebiliriz:

a). Zeybeklerin çoğunluğu aslında, özellikle 17. yüzyılda yaşanan ve tüm Anadolu'ya yayılan Celali isyanlarının ardından "paşa kapısı"nda yaşar; yani ücretli askerlik yapar, asayişi sağlamakla görevlidirler. Fakat kapısız kalınca, yeni bir kapı buluncaya dek eşkıyalık yaparlar. Ücretli askerlik ve eşkıyalık arasındaki geçişkenlik aslında hayli ilginç bir olgudur. Sistemin devamına ilişkin bir kaygıları olmayan, hatta sistemin devamını sağlamakta görev alabilen bu insanlar, deyim yerindeyse "çaresiz" kaldıklarında eşkıyalığa yönelebilmekte, geçimlerini sağlama şansını yakaladıkları anda tekrar sisteme dahil olabilmektedir.

18. yüzyılda ayanlık yükselir. Kapısız kalan zeybekler bu dönemde, kır bekçiliği, derbentçilik yaparlar. Özellikle de İzmir, Afyon, Kuşadası, Manisa yollarında, yol kenarındaki kahveleri işletmek, zeybekler arasında önemli bir geçim kaynağı olmaya başlar.

Fakat bir süre sonra, yolcular, zeybeklerin bu kahvelerde kendilerinden çok fazla para talep ettiği konusunda şikayet etmeye başlarlar ve bu şikayetlerini hükümete de iletirler. Hükümet, fermanlarla bu kahveleri kapatmaya ve zeybeklerin bu paraları almasını yasaklamaya uğraşır, ama Yeniçeriler'le işbirliği halindeki zeybeklere bir şey yapamamıştır.

1826'da, Yeniçeri Ocağı kaldırılır. Bunun üzerine zeybekler ciddi bir dayanaklarını kaybederler, yaşamları bu değişiklikten doğrudan etkilenir. II. Mahmut 1828'de ferman çıkarır: "İzmir, Aydın ve Kuşadası'na kadar olan yollar üzerindeki ‘zeybek haşaratı'nın usulsüzce aldığı paranın ‘men' edilmesi" istenir. Hemen ardından, zeybek kahveleri kapatılır, binlerce zeybek işsiz kalır; bu durumda zeybekler tekrar eşkıyalığa yönelirler.

b). 1828'de Osmanlı-Rus savaşı başlar. Artık Yeniçeri Ocağı da olmadığı için, devlet asker ihtiyacını karşılamak üzere zeybeklere yönelir. Özellikle Aydın'dan 1500 zeybek istenir. Savaşa gitmek istemeyen zeybeklerden bir kısmı dağlara kaçıp eşkıyalığa başlar.

c). Zeybeklerin giderek kitleler halinde eşkıyalığa yönelmesi sonucunda devlet önlemler alır. Zeybek kıyafetleri yasaklanır: 1838'de Aydın valisi, zeybek kıyafetlerinin "ahlaka ve dine mugayir" olduğunu, bu kıyafetlerin giyilmesi engellenirse, eşkıyalığa engel olunabileceğini söyler. II.Mahmut öneriye olumlu yaklaşır, 1838 Aralık ayında zeybek kıyafetleri yasaklanır. Bu durum, henüz dağa çıkmamış ve geçimini yasal yollarla sağlamaya çalışan zeybeklerin direnciyle karşılaşır. Devletle arası daha önce açılmamış olan zeybeklerin bir kısmı, bu tarz uygulamalar sonucu sistemden uzaklaşır.

d). Zeybekliğin 19. yüzyılda yükselişe geçmesindeki bir etken de yabancı devletlerin rolüdür. 19. yüzyılda, yarı-sömürgeleşme sürecine giren Osmanlı imparatorluğunda Ege bölgesi, yabancı sermayenin yoğun yatırım yaptığı ve büyük çıkarlar beklediği bir bölgedir. Ticaretten büyük paralar kazanmaya başlayan şirketler, İngiltere'nin desteğiyle Ege'de yatırım yapıp mülk edinir. Bölgede daha fazla yabancı müdahalesini gerektiren bir ortam olması bu kesimin çıkarına olacağı için, eşkıyalık hareketlerini desteklemişlerdir.

Örneğin, İngiliz levanten ailelerden çocuklar dağa kaldırılır, bu durum Londra'yı harekete geçirir. İngiltere Osmanlı devletinden önlem almasını ister. Yabancıların fidyelerini Osmanlı devletinin kendisi öder. Konsolosluklar, "Siz bir şey yapamıyorsanız, biz gerekli önlemleri alırız" diyerek Osmanlı'ya baskı yaparlar. Osmanlı'nın asayişte yetersiz kaldığı hususlar, daha fazla müdahale için uygun bir ortam yaratmıştır.

e). 19. yüzyıl biterken eşkıyalık, özellikle Tire, Bayındır, Ödemiş, Nazilli, Çine, Milas taraflarında iyice yaygınlaşır. Osmanlı-Rus Savaşı sırasında genel af çıkar. Dağlardaki zeybekler silah altına alınır. Cepheye gönderilmek üzere Aydın'dan İstanbul'a sevk edilen zeybekler Maslak'ta askeri karargaha yerleştirilir. Abdülhamit zeybeklerle görüşmeye gider; neden eşkıyalık yaptıklarını, sıkıntılarını sorar. Zeybekler, ayan, eşraf ve devlet görevlilerinin zulüm, soygun ve adaletsizliklerinden yakınır. Abdülhamit bunları düzelteceğine söz verir. Bu dönem, 19. yüzyıl sonunda iyice kitleselleşen eşkıyalık hareketlerine ilişkin devletin oldukça kapsayıcı bir tutum takındığı bir dönemdir. Bu durumun oluşmasında, devletin asayişi sağlama ve zeybekleri sistem içine çekme isteğinin etkisi olduğu şüphe götürmez, ama savaş sırasında oluşan asker ihtiyacını karşılama sorunu, diğerlerinden daha öncelikli ve daha pragmatik bir amaçtır.

Osmanlı-Rus savaşı sırasında, bir yandan zaten kötüye gitmekte olan ekonomik durum, bir yandan da savaş koşulları ve Anadolu'nun yoğun göç alması, ekonomik ve toplumsal dengesizliği iyice artırmıştır. Kontrolün tam anlamıyla sağlanamadığı bu koşullarda, savaş öncesinde Abdülhamit'in verdiği sözlerin hiçbiri tutulmamıştır. Birçok zeybek yine eşkıyalığa döner.

Daha sonra, II.Meşrutiyet döneminde İttihat Terakki, eşkıyaları "İstibdat döneminin kurbanları" olarak görür ve onların "topluma kazandırılması"na ilişkin bir politika yürütür. İlk adım, genel aftır. Dağda olan tüm eşkıyalar için genel af çıkar, çoğu da aftan yararlanarak köylerine geri döner. Fakat ciddi bir toplumsal yaşam olasılığı oluşmadığı için, bir süre sonra eşkıyalık hareketleri yeniden başlar.

I. Dünya savaşı ve ardından yaşanan Yunan işgali sırasında, daha önce de olduğu gibi zeybeklerin bir kısmı Müdafaa-i Hukuk tarafında savaşa katılır. Zeybeklerin, milli mücadelenin önemli bir sembolü olarak sahiplenilmesinde bu tavırları etkili olmuş, kendilerine Türk devrimi mitleri arasında ayrı bir yer verilmiş ve daha sonra Mustafa Kemal'e de cesaretini vurgulamak üzere "Sarı Zeybek" ünvanı verilmiştir.

V. Rum Eşkıyalar:

19. yüzyılda, bilinen Rum eşkıya çeteleri vardır. Bunlardan en ünlüsü "Katırcıyani" çetesidir. Besim Sun, 1930'larda yazdığı Ege eşkıyalığı hakkındaki Çakıcı Efe adlı kitabında Rum çetelerden de bahseder. İddiası, "Etnik-i Eterya[[dipnot1]]"nın Rum çeteleri eşkıyalığa teşvik edip dağlara çıkarttığı yönündedir:

"Megali İdea'nın savunuculuğunu üstlenmiş olan Etnik-i Eterya yaygın aşayişsizliği daha da pekiştirmek için siyasal eşkıyalık yapma yolunu seçmişti. (...) Cemiyet, Rum çeteleri dağlara çıkartıyor, İzmir'deki Rumlar da bu çetelere her türlü yardımı sağlıyordu. (...) Yunanistan'dan da bazı çeteleri Ege'ye çıkartmaktaydı. (...) Rum çeteleri kurban olarak imparatorluktaki yabancıları hedef seçmişti. Amaç, Batı kamuoyunun dikkatini çekip, bölgeye yapılacak müdahaleyi hızlandırmaktı."[[dipnot2]]

Literatüre Dair Notlar:

Türk devrimi açısından zeybek kimliğinin sembol bir kimlik olduğu; özellikle devrim sonrasında, devrim yıllarının kahramanlık anlatılarında önemli bir mit olarak zeybek kimliğinin kullanıldığı bilinen bir gerçeklik. Bu durumsa, Ege bölgesinde, bölge halklarının yarattığı bir olgu olan zeybekliğin Türk kimliğiyle özdeşleştirilmesine yol açmaktadır.

Zeybekliğin Türk kimliğiyle özdeş olarak anılması, Rum çetelerinin varlığının bilinmesine rağmen, sürdürülen bir tavırdır. Örneğin Sabri Yetkin de, bu bakış açısında sahiptir: Yetkin, zeybeklerin Türk kökenli olduğunu verili kabul eder. Bölgede yaşamakta olan Rumlar arasında da bu tür oluşumların var olduğunu söyler, ama Rumların benzer hareketlerini sadece "çete" hareketi olarak adlandırır.

Türk ve Rum çetelerini neden farklı şekillerde kategorize ettiğini, zeybek tanımlamasını neden sadece Türk çeteler için kullandığını açıklamaz. Bu tavır, bilimsel bir yaklaşım sonucu elde edilmiş bir tanımlama olmaktan çok, bir ön-kabule dayanmaktadır. Gerçekte, zeybek kimliğinin Türk kimliğiyle özdeş olduğu ön-varsayımından hareket edilmiştir. Bu konuda herhangi bir sorgulama yürütülmemiştir.

Kaynakça:

E. J. Hobsbawm, "Eşkıyalar", Dans, Müzik, Kültür; Folklora Doğru, sayı: 59, 60, 61, 62.
Mutlu Öztürk, "Tarcan Zeybeği ya da Bir Aydınlanmacının Düşündürdükleri", Dans, Müzik, Kültür; Folklora Doğru, sayı:61, s. 155-171.
Sabri Yetkin, Ege'deEşkiyalar, ( İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, Ağustos 2003).
Selim Sırrı Tarcan, "Halk Dansları ve Tarcan Zeybeği", Dans, Müzik, Kültür; Folklora Doğru, sayı:61, s.173-193.
Yaşar Kemal, Çakırcalı Efe, (İstanbul, Adam Yayınları, Ocak 1996).

Dipnotlar:

Bu yazı, BGST ve BÜFK'e (Boğaziçi Üniversitesi Folklor Kulübü) sunulmak üzere, 2004 yılında hazırlanan seminerin notlarıdır.