Rumların Karadeniz bölgesine yerleşimleri M.Ö. 100'lü yıllara dayanır. M.Ö. 400'lü yıllarda Karadeniz'de, Trabzon ve çevresinde yaşayan halklar, Kardukhlar, Armenler, Taokhlar, Khalybler, Skythenler, Makronlar, Kolkhlar'dır.
M.Ö. 2000'lerde, daha batıda, Yunanistan topraklarında, özellikle de Girit ve Mora yarımadasında ise, Miletliler hakimiyet kurmuş; tarih öncesi dönemin çok önemli uygarlıklarından birine, Miken uygarlığına imza atmıştır. Kendilerinden önce gelen Girit uygarlığının tüm önemli yanlarını devralan Miletliler, Giritlilerin yaptığı deniz ticaretini de devralmış, geliştirmiş; Akdeniz, Ege denizi ve hatta Karadeniz'de koloniler kurarak tüm bu denizlerde yürütülen ticareti hakimiyet altına almışlardır. Daha sonra, kuzeyden gelen Dorların istilası sonucunda Yunanistan'daki hakimiyetlerini kaybeden Miletliler, Dorların kendilerini köleleştirme girişimleri sonucu topraklarını terk ederek Batı Anadolu'ya göç eder ve burada kurdukları yeni uygarlıklar (özellikle İyonya) aracılığıyla, Anadolu'da bu dönemde var olan diğer kültürlerle de kaynaşarak hayatlarını sürdürürler. Anadolu'daki hayatları da öncelikle deniz ticareti, dolayısıyla da özellikle Ege ve Karadeniz'de kolonileşme çabası ile geçer.
Miletliler, M.Ö. 100'lü yıllarda tüm Karadeniz'i kolonileştirmişlerdir ve burada bir Pont Krallığı kurmuşlardır.
Pontus ismi Karadeniz'e verilen isimlerden geliyor. Efksinos Pontos (dost deniz), Karadeniz için söyleniyor. Pontos kelimesi deniz anlamına geliyor. Karadeniz'in bu ismi Grek kökenlidir. Fakat bundan önceki orijinal ismi antik Persçe'den gelir: Pontos Axeinos (düşman deniz, karanlık deniz), denizin renginden ötürü bu ismin verildiği düşünülmektedir.
Resmi tarih, Pont krallığının Pers kökenli olduğunu ve Yunanlılarla ilgisi bulunmadığını öne sürer. Buna dayanarak, Pontos krallığını "Anadolu Milli Devleti" olarak adlandıran tarihçiler bile vardır.
Oysa, Mithridat hanedanlığı (ki, krallığın en önemli hanedanlığıdır) Yunanca konuşur. Sarayın resmi dili Yunanca'dır. Kralların sikkelerinde başka bir dil yoktur. Helenizm etkisi çok güçlüdür. Helen kolonisi olan Sinop'u başkent yapmışlardır. Karadeniz'de o zamana kadar Pers ve Helen etkisi ortak iken, o dönemden sonra Helenizm etkisi baskın hale gelmiştir.
Pont krallığı, Mithridat Evpator döneminde bütün Karadeniz kıyılarını ele geçirir. Küçük Asya'nın büyük bölümünde hakimiyet kurar (Efesos'a kadar gelip Sakız ve Midilli'yi alır). Helence'de Anadoli, doğu demektir.
Bu dönemde Küçük Asya Romalıların elindedir. Karadeniz'i ve Küçük Asya'nın büyük bölümünü ele geçiren Pont krallığı Roma ile karşı karşıya kalmıştır ve sonuçta Roma İmparatorluğu, Pont Krallığını M.Ö. 63 yılında yok eder.
Daha sonra tekrar kurulan Pontus Krallığı, bölgede küçük ve siyasi olarak Bizans İmparatorluğunun karşısına çıkmayan bir ülkedir. Bölgeye Türkler geldiğinde Karadeniz bölgesinin doğusuna hakim olan bu devlet dışında, Anadolu'nun büyük çoğunluğu Bizans İmparatorluğunun elindedir.
Türklerin Pontos Bölgesine Gelişi:
11. yüzyılda Karadeniz'de Gürcü, Rum, Laz, Ermeni, Pers ve çeşitli Kafkas boyları yaşamaktadır. Aynı yüzyılda Türkmen ve Oğuz boyları Anadolu'ya kitleler halinde gelirler. Bizans hakimiyeti altındaki Anadolu'nun birçok bölgesini ele geçirip, önce çeşitli boylar halinde bu topraklarda yarı-göçer bir şekilde yaşamaya başlayan Türkmenler, daha sonra, arkalarındaki Büyük Selçuklu gücüne dayanarak, dönemin bu güçlü devletine bağımlı bir devlet kurarlar: Anadolu Selçuklu Devleti. Bizans'ı Marmara bölgesi topraklarına kadar geriletmiş olan bu devlet ve daha sonra kurulacak olan ve Anadolu'da yerleşip hızla Balkanlar'da toprak almaya başlayan Osmanlı Devleti için Karadeniz bölgesini ele geçirmek öncelikli hedef olmamıştır. Güçlü bir düşmanın, dolayısıyla bir tehlikenin gelmediği bu bölgenin batısı Venedik ve Cenevizlilerin kolonisi halindedir, doğusu ise Rum Pontus Krallığının elindedir. Bölgeyi ele geçirmenin tek bir önemi olabilir: Deniz ticaretini ele geçirmek. Akdeniz, Ege ve Karadeniz'de deniz ticareti bir bütündür ve bu dönemde aslen Venedik ve Cenevizlilerin hakimiyetindedir. Osmanlılar ise, Fatih Sultan Mehmet dönemine kadar, kırsallardan gelen insanlar olarak denizlerde hakimiyet kurma isteğine kapılmamışlar, hatta derme çatma bir donanmayla "idare etmeye" çalışmışlardır. Kıyıya paralel uzanan zorlu dağları aşarak Karadeniz bölgesini ele geçirmeye çalışmak, Osmanlı'nın hedefleri açısından çok da anlamlı değildir.
Aslında bölgeye Türkmen yerleşimi 11. yüzyılda başlar. Türkler 1057'lerde Trabzon dağlarına inmişler, 1073-74'de kentin dış mahallelerine girmişlerdir, ama Pontus'ta yoğun bir yerleşmenin yer alması için birkaç yüzyıl geçmesi gerekmiştir. Bölgede Oğuz kelimesi yabani insan anlamında kullanılır ("ne oğuz insan"), çocuklara Oğuz ismi konmaz.
Bölgenin Osmanlının eline geçmesi Fatih Sultan Mehmet döneminde, 1461'de olmuştur. İstanbul'u fethetmek için Osmanlı donanmasını iyice güçlendiren Fatih Sultan Mehmet, bu amacına ulaştıktan hemen sonra Karadeniz kıyı şeridine yönelmiş ve Osmanlı egemenliğinde olmayan toprakları bir bir ele geçirmiştir. Daha önce, denizlerde Venedik ve Cenevizlilerle karşılaşmalar yaşayan ve deniz ticaretinde bu güçlere rakip olmaya çalışan Osmanlı devleti için, Karadeniz bölgesini ele geçirmenin vakti gelmiştir.
Yerasimos'a göre, hakimiyeti Osmanlıların eline geçmiş olsa da, Pontus bölgesi 16. yüzyılda Hıristiyanların en kalabalık olduğu bölgedir. Bunların çoğu da Ortodoks'tur, Ermeni değillerdir. Bölgede Türk fethinden önce, Gürcülerin Hıristiyanlaşmış kolu olan Tzanlar; Rumca konuşan Lazlar; Helenleşmiş büyük Bizans aileleri (1207-1461yılları arasında, Trabzon Rum İmparatorluğu döneminde bölgeye göç etmiş olan aileler) yaşamaktadır. 1461'de bölge Türklerin eline geçince, Tzanlar ve Lazlar İslamiyeti kabul ederler. Rumlardan da Müslümanlaşanlar olur.
Bölgede yaşayan Hıristiyanlar arasında Müslümanlığa geçişin görülmesinin en temel nedeni Osmanlı'nın uyguladığı yönetim modelidir. Osmanlı İmparatorluğu'nun, bünyesinde bulunan farklı etnik ve dini temele dayanan halkları yönetmenin yolu olarak uyguladığı yöntem, millet sistemidir. Buna göre, Osmanlı toplumu etnik aidiyete göre değil, dini aidiyete göre sınıflandırılmaktadır. Tüm Ortodoksların "Rum" olarak adlandırıldığı bu sistemde gayrimüslim ve Müslüman ayrımı temeldir ve bu sistemde Müslümanlar daha ayrıcalıklı bir pozisyondadırlar; örneğin daha az vergi öderler. İlk dönemlerde, Hıristiyan nüfusa Müslümanlaşmayı çekici kılmak üzere cüzi bir şekilde uygulanan vergilendirmedeki bu farklı yaklaşım, 16. yüzyıl sonrasında ekonomideki bozulmaya paralel olarak büyümüş ve giderek Hıristiyan nüfusu Müslümanlığı benimsemeye zorlar hale gelmiştir.
Bu dönemde, Karadeniz bölgesinde yaşayan birçok Hıristiyan Müslümanlaşmıştır. Bunların çoğu, gerçekte Hıristiyanlıktan vazgeçmeyip Müslümanlığın avantajlarından yararlanmak üzere, kamusal hayatta Müslümanlaştıklarını ilan etmiş olan, "Gizli Hıristiyan" olarak adlandırılan kesimdir. Bu insanlar, Sünni İslam'ın tüm gereklerini yerine getirirler, camiye giderler vb… Fakat evlerin mahzenlerinde yaptıkları mabetlerde Hıristiyan ibadetlerini gizlice yerine getirirler. Çoğunlukla, iç kesimlerdeki dağlık bölgelere yerleşirler. 1800'lerin sonlarında Osmanlı-Rus savaşı sırasında Rusların Trabzon'a kadar gelmeleri sonucu, artık "gizlenmek" gerekmediğini düşünerek, çoğu gerçek kimliğini açığa vurmuş; Rusların bölgeden çekilmesi ile zor durumda kalarak göç etmişlerdir. Aslında, 1856 Gülhane Hatt-ı Hümayunu ile din özgürlüğünün gelmesinin hemen ardından, gizli Hıristiyanlar dinlerini açıklamaya başlamıştır. Bu, 1910'lara kadar sürmüştür.
Karadeniz bölgesinde Müslümanlaşan Hıristiyanların bir kısmı da, gerçekten (belki zamanla) rıza ile Müslümanlığı benimsemiş olanlardır ve "dönme" olarak adlandırılırlar. Bu kesim, -belki de- kendilerini Gizli Hıristiyanlardan ayırabilmek için, dine bağlılıklarını göstermeye çalışır ve oldukça katı birer Müslüman haline gelirler. Örneğin, Of ilçesinin kökeninin tamamen dönmelerden oluştuğu ve Of insanının bu nedenle oldukça sofu olduğu Karadeniz araştırmacılarının dile getirdiği bir olgudur.
16. yüzyıl sonrası Karadeniz bölgesindeki nüfusun hareketini ve etnik dağılımını tam olarak ortaya çıkarmak mümkün değildir. Osmanlı'da, nüfus sayımı yapılmaz, bu anlamda bir kayıt tutulmaz. O dönemden bugüne kalan ve yararlanılabilecek ana kaynak, vergi gelirlerini takip etmek üzere tutulan tahrir defterleridir. Tahrir defterlerindeki kayıtlar, millet sistemi esasına göre tutulmuştur ve toprağın mülkiyetini temel aldığı için ailelerin soy ağacını da vermektedir. Fakat bu kayıtlarda tüm Ortodoksların Rum adı altında sınıflandırılması, birçok Rum'un Müslümanlaşmış olması veya gizli Hıristiyanların da Müslüman olarak kayda geçmesi nedeniyle nüfusun etnik dağılımına tam olarak ulaşmak mümkün değildir.
1915 ve sonrası:
Milliyetçilik ideolojisi Karadeniz'e ulaşana kadar bölge halkı (Rumlar, Türkler, Ermeniler, Gürcüler, Lazlar, diğer Kafkas boyları) bir arada yaşarlar. Çoğu alanda ortaklaşmış bir kültüre sahiptirler; birlikte eğlenirler, yaylaya birlikte çıkarlar vb… Fakat, Osmanlı-Rus savaşı yıllarında da görüldüğü üzere, milliyetçilik ideolojisi özellikle de kıyı bölgelerde 1800'lerin sonlarına doğru etkili olmaya başlamıştır. Kıyı bölgelerin bu anlamda iç kesimlerden farklılık göstermesinin nedeni, ticaret (deniz ticareti), basın vb. yollarla dış dünyayla haberleşmenin bu kesimde daha güçlü olmasıdır. Dağlık iç kesime bu ideolojinin ve hareketlerin taşınmasında kıyı bölgelere hakim olan hava etkili olmuştur. 1900'lerin başına gelindiğinde ise, idari boşluğun da etkisiyle milliyetçilik hareketleri iyice yükselmiş, karşılıklı çeteler oluşmuştur.
Hobsbawm'ın da belirttiği gibi, bütün ulus-devletlerin inşası sırasında, farklı olan unsurların bir şekilde yok edilmesiyle "saf bir millet"e ulaşma isteği şekillenmiştir. Ulus-devletleşme sürecinde, asimilasyon, baskı, göçe zorlama ve toplu öldürmeler veya soykırım gibi yöntemler kullanılmıştır. Bu yöntemlerin hangilerinin, ne yoğunlukta kullanılacağı ise, her ulus-devletin kendi etnik, dini, kültürel ve politik durumuna göre değişiklik göstermiştir.
Bu aşamada, Türk milliyetçiliğinin bir ideoloji ve öncelikle devlet eliyle oluşturulan ve sonra kitleselleşen temel yönelimini hatırlamak gerekiyor. İttihat ve Terakki Partisi başta olmak üzere, Türk milliyetçiliğinin devlet nezdinde oluşturulma sürecinde "millet sistemi" temel alınmıştır. Osmanlı toplumu, "milli" ayrımlar ortada yokken de, Müslüman ve gayrimüslim olarak sınıflandırılmaya alışkındır. Toplumsal bir uzlaşmanın kolaylıkla sağlanabileceği sınıflandırma, Müslümanlığın önüne "Türklüğün" eklenmesiyle olacaktır. Dini temel bu anlamda milletin inşasında önemli bir rol oynayacaktır. Buna göre, "Türk milleti" yaratılırken, Müslüman olan diğer halklar asimile edilmeye müsaittir. Fakat, gayrımüslim halkları asimile ederek Türkleştirmek mümkün görülmemektedir.
1900'lerin başlarında Osmanlı devletinde, İttihat Terakki önderliğinde oluşturulan devlet milliyetçiliğinde, Müslüman unsurların asimile edilmesi kadar, asimile edilmeleri olası görülmeyen gayrimüslimlerin "saf dışı bırakılması" politikası benimsenmiştir. Dolayısıyla da, Türk milliyetçiliğinin gayrimüslim politikası, baskı, göçe zorlama başta olmak üzere, toplu öldürmeleri de içermiştir.
Karadeniz bölgesini Türkleştirme adına atılan adımların ilki, 1914 yılında gerçekleşmiştir. Öncelikle bölgenin nüfus yoğunluğu değiştirilmek istenmiştir. Ağustos 1914'de Kosova'dan göçen 20.000 Müslüman Samsun'a kadar Karadeniz bölgesine, Rus savaşı sonrasında göç eden Hıristiyanların boş duran evlerine yerleştirilir.
1915'de Doğu ve Güneydoğu'da yaşananlardan ve dünyanın bu olaylara gösterdiği tepkilerden sonra, Karadeniz bölgesinde halihazırda yaşamakta olan Rumlara karşı aynı politika uygulanamaz olmuştur. Fakat yine Hobsbawm'ın belirttiği gibi, devletlerin milliyetçilikleri ve devlet politikaları dışında, milliyetçilik kitlelerle tanışarak bir hareket oluştuğunda çok daha yıkıcı sonuçlar doğurabilmektedir.
Karadeniz bölgesinde oluşan çeteler, daha 1900'lerin başlarında yağma hareketlerini başlatmıştır. 1915 yılının ilk aylarında köy yakmalar başlar. Topal Osman adındaki çete reisi tüm Karadeniz bölgesine nam salmıştır. Giresunlu Topal Osman, daha önce de karanlık işlere bulaşmış, tehditle haraç toplamış, sık sık mahkemelere düşmüştür. Makedonya Cephesine gönüllü asker olarak gidip bacağı sakatlanınca "Topal" lakabını alan Osman, asker kaçaklarını ve Hıristiyan asker kaçaklarını ihbar ederek zengin olur.
Mart 1916'da Osmanlı-Rus savaşı başlar. Doğu Karadeniz'deki Müslümanlar Karadeniz'in içlerine kaçarlar. 16 Ağustos 1916'da Ruslar Trabzon'a girer. Türk yönetimi zayıftır, Trabzon valiliğini Rumlara bırakıp kaçar. Şehirdeki Müslümanların kaderi de Rumların elindedir.
Bölgede sıra Pontus milliyetçiliğinin yükselişine gelmiştir. Rumlar arasında "Pontos devleti" kurma hayali güçlenir. "Doğu Pontos" olan Gürcistan'ın Batum kentinde Pontus Ulusal Meclisi kurulur. Trabzon'da da bir meclis kurulur. Gizli Hıristiyanların bir bölümü dinlerini açıklar...
1917'de Rus devriminin gerçekleşmesinin ardından, Ruslar I. Dünya savaşından ve bölgeden çekilirler. Rus işgali sırasında, Trabzon ve çevresinde yönetimin Rumlara bırakılması sonucu kızışan Türk ve Rum çeteler arasındaki çatışmalar Rusların bölgeden çekilmesinin ardından iyice artar. İstanbul hükümeti, çeteler arası çatışmaları durdurmak üzere Mustafa Kemal'i görevlendirir. Resmi görevi "Karadeniz'de çetecilerden eziyet çeken Rumları korumak ve asayişi sağlamak" olan Mustafa Kemal, 19 Mayıs 1919'da Samsun'a gider. Samsun'a gidişiyle başlayan süreçte, Mustafa Kemal "milli mücadele"yi başlatmak üzere, bölgedeki Türk nüfusla bağlantı kurar. Şehirlerde özellikle eşrafla bağ kurmaya çalışır, Karadeniz'de birbirinden bağımsız ve dağınık hareket etmekte olan çeteleri organize hale getirir. Karadeniz'in en ünlü çete reisi Topal Osman, bölge kuvvetlerinin başına getirilir. Bu süreçte Mustafa Kemal'in yakın arkadaşı da olan Topal Osman, Ankara Meclisi kurulduğu yıllarda M. Kemal'in korumalığını da yapacaktır. Fakat, bilinmeyen bir nedenle, Cumhuriyet döneminde ilişkileri kötülemiş ve bitmiştir.
Topal Osman'ın bölge kuvvetlerinin başına geçmesiyle, Hıristiyan evlerinin işaretlenmesi, ev baskınları, askerler eşliğinde zorunlu göç uygulamaları, köylerin yağma edilmesi ve yakılması süreci başlar. Yorgo Andreadis tarafından kaleme alınmış olan Tamama, bu deneyimi çok iyi anlatan bir romandır. Tamama'da, yüzyıllar birlikte yaşamakta olan, birlikte yaylaya çıkan Türk ve Rum halklarının milliyetçilik ideolojisiyle nasıl düşmanlaşmaya başladıklarına (ve yine de birbirine düşmanca davranmayı reddedenlerin de olduğuna); köyünün tüm insanlarıyla birlikte askerler eşliğinde göçe zorlanan Tamama'nın yolculuk boyunca yaşadıklarına ve gözlemlerine; daha sonra bir subay tarafından evlat edinilerek Türkleştirilme sürecine tanıklık ederiz. Tamama'nın torunları kendisinin Rum geçmişinden habersizlerdir, ta ki ölüm döşeğinde bilmedikleri bir dilde sayıklayıncaya kadar… Bu dönemde, özellikle birçok Ermeni ve Rum kızın yaşadığı bir deneyimdir bu.
İlk göçün ardından, Pontus Rumlarının çoğu Kafkasya'ya göç eder. Önce SSCB'ye yerleşirler. Bunlardan bir kısmı, II. Dünya savaşı yıllarında Yunanistan'a göç eder. Ciddi bir kısmı da, SSCB'de kalmıştır. Romanya'da da küçük bir grup vardır.
1921 sonrasında Türkiye çapında 1.4 milyon Rum göçe zorlanmıştır. Pontos bölgesinden göç edenlerin sayısı tam olarak belli değil. Fakat 1973'te yapılan alan araştırmasına göre, 1 milyon Pontuslu Rum'un Yunanistan'da yaşadığı tahmin edilmektedir.
Yunanistan'daki Pontus Rumları:
Yunanistan'a göç eden Pontusluların yerleştikleri bu topraklardaki hayata uyum konusunda zorluk yaşadıklarını belirtmek gerekiyor. Hatta kültürel entegrasyonun 1972-73'lerde yeni yeni başladığı söyleniyor.
Bunun nedenlerinden biri, geldikleri topraklarda geçim sıkıntısı yaşayarak toplumun en alt kesimini oluşturmaları. Bu nedenle de, bölgenin yerleşikleri tarafından sınırlı kaynaklara "yeni ortaklar" olarak görülüp dışlanmaları. 1924'te Büyük Mübadele ile Yunanistan'a göç etmek zorunda kalan Rumlar da aynı sorunu yaşamışlar, hayatlarına toplumdaki diğerlerinden izole bir şekilde devam etmek zorunda kalmışlardı. Fakat Pontuslu Rumların Yunan toplumuna uyum sorununun önemli bir nedeni daha var: Pontuslular ve Yunanlılar arasında, paylaşılamayan bir tarihsel miras söz konusu. Pontuslulara göre, Antik Yunan mirası Yunanistan'a değil, Pontuslulara ait. Pontusça 2500 yıl önceki antik Yunancaya çok yakın bir dil; günümüz Yunancası ise Türk ve Balkan etkisiyle asimilasyona uğramış bir dil. Bu nedenle Pontuslular, sadece Türk ve Bulgar azınlıklara karşı değil, Yunanlılara karşı da üstünlük hissediyorlar.
Diğer taraftan, Yunanistan da milli kimliğini kurarken, kritik bir milli tarih öğesi olarak sarıldığı Antik Yunan mirasını Pontuslulara bırakmak istemiyor. Bu nedenle, Yunanistan hiçbir zaman "Pontus" davasına sıcak bakmamıştır. Yaşanan deneyimlerden politik bir malzeme olarak istifade etmeye bile çalışmamıştır. Yunanistan için de, Pontuslular istenmeyen akrabalar olmuştur.
Pontuslular Yunanistan'da özellikle kuzey ve iç kesimlere yerleşmişler, kendilerine ait köyler kurup, Karadeniz'deki memleketlerinin ismini vermişler. İsmin başına nea (yeni) sözcüğünü eklemişler. Örneğin, Nea Trapezunta (Yeni Trabzon). Köylerin dış görünüşü de farklılıklarını yansıtıyor, sokak ve ev düzenlemeleri de bölgedeki diğer köylerden farklı kalıyor.
Az sayıda da olsa, Yunanlılarla ortak yaşadıkları köyler var. Fakat köyün içinde etnik farklılık çok net olarak görülüyor. Her birinin kendilerine ait bölgeleri var. Kahveleri, müzikal aktiviteleri ve müzisyenleri ayrı... Nadiren birbirlerini ziyaret ediyorlar.
19 Mayıs, Karadeniz'den kopuşun sembol tarihi olarak görülüyor, bu nedenle de Pontusluların yas günü. Her yıl, Sürmene Manastırı'nı ziyaret ediyorlar, horon çekiyorlar.
Pontus Kültürü
Pontus ulusal çalgıları kemençe ve gayda (tulum). Kemençenin doğum yerinin Girit olduğu söyleniyor, bölgeye Miletlilerden kalma bir miras olduğu düşünülüyor. Danslarına horon deniyor; Rumcası Horomi. Horoncubaşının komutu "ule, ule, ule"... Miletoslular sağlık ve şifa tanrısı Ulios'a taparlardı. Nidanın bu tanrıya edilen bir duadan kaynaklandığı düşünülüyor. Pontus Rumcasında ulein fiili sağlıklı olma anlamına geliyor.
Özel Günleri:
Likohantsu: 20 Şubat-9 Mart arası. Kurtların kudurma zamanı olarak kabul ediliyor. Aç kalan kurtlar köylere iniyorlar. Bu dönemde kimse gece evinden dışarı çıkmıyor.
Kalandar Geleneği – Karakonculo: 25 Aralık-6 Ocak arası. Kalandar Ocak ayı demektir. Kalandar'ın gelmesi çeşitli oyun ve eğlencelerle kutlanır. 12 gün devam eder. İlk gün eve gelen misafir o ailenin nasıl bir yıl geçireceğinin belirtisidir. İyi biri gelmişse yılın iyi geçeceğine inanılır. Kutlanan 12 gün, 12 ayla kıyaslanır. (Birinci gün güneşliyse Ocak ayında havalar iyi olacak anlamı çıkarılır.) En iyi yemekler yapılır ki, gelecek yıl bereketli olsun.
Yayla Şenliği: 20 Ağustos (Rumi takvime göre 7 Ağustos). Karnes denen çayırları kesme zamanının öncesinde yapılır. Önceden sözleşmeden, herkes bu tarihte yaylada buluşur, bütün kemençeciler, tulum, zurna ve kavalcılar toplanır. Bu geleneğin çok tanrılı dinler döneminden geldiği düşünülmektedir. Musa'ların (müzik perileri) yöneticisi, çalgı ve ezgiyi, şiir ve dansı esinleyen büyük yaratıcı tanrı Apollon adına Pont krallığı döneminde birçok tapınak yapılmıştır. Heredot eserlerinde, Apollon Karneios bayramından bahseder. Bu bayram Sparta'da Ağustos'ta kutlanmıştır.
Yunanistan'daki Pontusluların Müzik ve Dansları:
Bu konuda yapılmış çok fazla çalışma yoktur. Literatürde en önemli çalışma olarak Christian Ahrens'in 1972-73'te yaptığı alan çalışması geçer. Ömer Asan, Pontus Kültürü isimli kitabında, Christian Ahrens'in Music of Pontic Greeks-Northern Greece (Pontus Rumlarının Müziği - Kuzey Yunanistan) adı altında 1972-73'te yapılmış olan alan çalışması sonuçlarını aktarmıştır.
Ahrens'e göre, Pontuslular kültürlerine (dil ve müziklerine) çok bağlılar. Çünkü diğer etnik gruplarla rekabet halindeler ve içe kapalı bir yapıları var. Öncelikle kendi iç yapıları için çalışıyorlar, dış sunumlar 1972-73'te yeni yeni gündeme geliyor.
Genel olarak, Pontus müziği repertuvarı, tüm bölgelerde şaşırtıcı derecede aynılık gösteriyor. 50 yıldan fazladır Yunanistan'da olmalarına rağmen, Pontuslular köklerine bağlılar.
Pontuslulardaki bazı sesler (ü, ö, ş, ç) Yunan alfabesinde yoktur. Pontus literatüründe ek semboller de vardır.
Müzik ve danslar sadece evlerde değil, kahvehanelerde ve Pontus barlarında da icra ediliyor. Klarinet ve davul, bazen viyolonsel eşliğinde dans ediliyor. En önemli enstruman kemençedir. Kemençeci tek başına çalıyor ve kendisine çok kıymet veriliyor. Fakat, 1970'li yıllarda kemençe giderek yerini viyolonsele bırakmaya başlamış. Ayrıca, son dönemde kemençe ve viyolonsele eşlikçi olarak buzuki de görülmeye başlanmış. SSCB'den göç edenler akordeon da çalıyor.
Pontus müziğinde enstrümantal müzik önde geliyor. Metin veya vokal kullanılan müzikler de var. Fakat 580 parçalık araştırmada parçaların % 75'i enstrümantal. Sadece vokalin olduğu müzikler ise, çocuk şarkıları ve ninnilerle sınırlı.
Pontus müziği işlevine göre üçe ayrılıyor:
1.Dans müziği:
a). Neredeyse her zaman vokal kullanımı vardır, metin eklenmesi de mümkündür.
b).Enstrümantal hali. Virtüozite hakimdir. Dans edenler müzisyenin doğaçlama yapmasına ve yaratıcılığına izin verirler.
2. Dans edilmeyen, oturularak dinlenen müzik: "Epi trapezios" ("masada", masa müziği) denir. Sadece bir kişi de şarkı söyleyebilir.
3.Düğün törenlerinde kalıcı bir yeri olan şarkılar: İsteyen dans edebilir, ama asıl olarak dans müziği değildir. Burada yapılan danslarda, bilinen dans adımları kullanılmaz, doğaçlama yapılır. Bu tür şarkılara "Makrys skopos" ("uzun şarkı") denir.
Dans Pontusluların kültüründe oldukça önemli bir yer tutar. Parçaların p'i dans müziğidir. Tüm danslar halka şeklinde yapılır. Kadın ve erkeklerin ayrı ayrı dansları olduğu gibi, ortak dansları da vardır.
En ünlü dansları Serra'dır. Bir savaş dansı olan Serra, tek bir dansçı tarafından yapılır, doğaçlamaya açık bir danstır. Geçmişte özellikle, Akçaabat civarında çok yaygın bir dansmış ve burada ünlü dansçılar yaşarmış. Her zaman, herkes tarafından icra edilen danslarının adı ise Tik (dik). Halka şeklinde icra edilen ve basit ayak figürlerine dayanan dans, genç yaşlı herkesin kolaylıkla icra edebildiği ve kadın erkek birlikte yapılan bir dans ve Karadeniz'de bugün hala yaygın. Bu anlamda, ortak kültürel geçmişin bir işareti sayılabilir.
Kaynakça:
Eric J. Hobsbawm; Milletler ve Milliyetçilik, 1780'den Günümüze Program, Mit, Gerçeklik, (İstanbul, Ayrıntı Yayınları, Tarih dizisi, Nisan 1995).
Sabahattin Özel; Milli Mücadelede Trabzon, (Ankara, Türk Tarih Kurumu, 1991).
Ömer Asan; Pontus Kültürü, (İstanbul, Belge Yayınları, 1996).
Yorgo Andreadis; Gizli Din Taşıyanlar, (İstanbul,Belge yayınları, Marenostrum, Mitos dizisi, Mart 1997).
Yorgo Andreadis; Tamama Pontusun Yitik Kızı, (İstanbul, Belge Yayınları, Marenostrum, Mitos dizisi, Mart 1996).
Yunanistan'daki Pontus Derneği 19 Mayıs broşürü.
Ömer Asan'la yapılan söyleşi.
*Bu yazı, BGST'ye sunulmak üzere, 1997 yılında hazırlanan seminerin notlarıdır.