Susan Sontag’ın ölüm haberi salı sabahı bir radyonun haber programının açılışında tek cümle halinde geçti ve daha sonra program Noel’in ertesi gününden itibaren gündeme düşen ana haberi verdi: Tsunami[[dipnot1]] ve onbinlerce olup artmaya da devam edecek olan ölü sayısı. Bu iki ölüm olayını birbiriyle tartmak bir garipti. Bu koşullar altında bunu yapmak bazı insanlar tarafından duygusuzluk ya da yersiz bir şey olarak görülecek olsa da, Sontag’ın takdir edilesi bir yönünden bahsetmek istiyorum: o her şeyi daha çok düşünmek, daha çok analiz etmek ve daha çok yazmak için uygun bir fırsat olarak görürdü.
Onu çok az tanıyorum: 2003 baharında beni evine davet etmişti, nehir ve gökyüzü manzaralı ve dam oluklarının arka kısımlarını gören evinde onu ziyaret ettim. Kendisinin bir edebiyat cumhuriyeti olarak gördüğü yere bir giriş davetiydi bu. Bütün çalışmasında belirgin olan bir şey onun sadece yazmakla değil, düşünce ve ilkelerin önem taşıdığı kamusal alan temelli bir yazına eğilim gösterip, bunu geliştirmekle ilgilenmesiydi. Bu romantik bir düşünceydi fakat gerçek dışı değildi –en azından o bunu fark ettiğinden beri. Sontag siyasal arenaya doğrudan girmek için muazzam bir görünürlük ortaya koydu; Bosna’ya gitti, Vietnam ve Yugoslavya savaşlarında tavır aldı, PEN’e Amerikan başkanlığı yaptı, Kudüs ödülünü alırken İsraillileri azarladı, özelde Salman Rushdie’yi, genelde ifade özgürlüğünü ve insan haklarını savundu.
BBC mükafat olarak hemen bir web sitesi kurdu; onun Fotoğrafçılık adlı kitabından etkilenerek 48 yaşındayken geri dönüp koleji bitiren bir kişi siteye yorum yazdı; tıpkı Sontag’ın Saraybosna’da sahnelediği, Saraybosna enkazı altındaki Godot’u Beklerken’den esinlenerek, Beyrut’ta Romeo ve Juliet’i sahneleyen bir kişi gibi; Vancouver’den Gdansk’a, Taipei’ye kadar hayranları siteye yorumlar gönderdi, tıpkı 11 Eylül sonrasında yaptığı yorumlar dolayısıyla kendisine hâlâ öfkeli birkaç iftiracının yaptığı gibi. Tanrı nadiren konuştuğu için şanslıyız, çünkü sadece o her şeyde haklıdır. Önemli olan Sontag’ın kararlarında her zaman haklı olup olmadığı değil, ele aldığı meseleleri gündeme getirmekle doğru yaptığıdır; buradaki en faydalı tutum insanları bir fikri tahlil etmeye ve belki kendileriyle çelişerek düşünmeye itmesidir. Her şeyden öte Sontag, komünizmden fotoğrafçılığa kadar önemli mevzularda, en nihayetinde bizzat kendisi daha önceki benliğiyle çelişmiştir. Keza, Yahudi sufi Simone Weil hakkında son derece açık sözlü davranarak yazmış olduğu dahi söylenebilir: “Çarpıtılmış bir fikir, gerçeklikten daha fazla bir entelektüel güvene sahip olabilir; ruhun ihtiyaçlarını daha iyi karşılayabilir.”
Sontag, çalışmaları uzayda ve zamanda kendileri ötesine geçen insanların ölümsüzlük mertebesine ulaştı; bu ölümün anlamsız olduğu demek değil, O’nun bir parçasının hâlâ bizimle olduğudur – onun fotoğrafçılık ve sunuş biçimi üzerine yorumları sayesinde, haberleri yönlendirmeye devam etmemize ve bizlere teslim edilen terimleri incelememize imkân veren bir gerçeklik doğdu.
Hint okyanusu çevresinde meydana gelen felakette, insanların birçok ceset arasından kendi çocuklarının ve eşlerinin cesetlerini aradıklarını okuyor, bu aramanın fotoğraflarını görüyorsunuz. Fotoğraflardan biri, üstleri çıplak ya da rast gele örtülmüş olmaları haricinde daha çok uyuyormuş gibi görünen, düzensiz sıralar halinde yatan ölü çocukları gösteriyor, bir köşede göz alıcı mavi renkte sari[[dipnot2]] giymiş, kafası arkaya düşmüş, halkalarla süslü kahverengi kollarıyla şakaklarını kavramış bir kadın acı içinde çocukların üzerine eğiliyor. İnsanlar ölüler arasında kendi ölülerini, kendi çocuklarını, bu büyük kötülüğün içinde kendilerine ait olan faciayı arıyordu; yoksulluk veya yüksek çocuk ölümü oranlarının aileyle çocuk arasındaki bağı gevşettiğine inanan herkes, çocuklarıyla birlikte ya da onların yerine ölmüş olmayı dileyen bu insanların paramparça olmuş hikayelerini okuyarak inandıklarını unutuyordu. Aileler ilan tahtalarından ve web sitelerinden tanıyabilsin diye ölülerin fotoğrafları çekilmişti, çekiliyordu. Fotoğrafçılık hiçbir zaman bundan daha kişisel veyahut daha kamusal olmamıştı. Fotoğraflar, her zaman olduğu gibi, içinde bulunulan anı hissetmemize, olanları hayal edilebilir ve görünür kılmaya yardım ediyordu. Hem anlayış hem de duygudaşlık sağlıyordu.
Loma Pietra depremi 17 Ekim 1989’da San Francisco Körfez bölgesini vurduğunda, 60 kişiyi öldürmüştü; fakat geriye kalan pek çoğumuz için felaket, gariptir ki, pek şüphe uyandırmadı. Bir iddia vardı: Küresel ısınmanın halkın gündemine girdiği andan itibaren kimi zaman sanki çöker gibi görünen doğa, o kadar küçük ve güçsüz değildi. Doğa bizim tasarılarımızdan ve ona yüklenmelerimizden çok daha güçlüydü. Bu felaket bir savaş gibi değil, daha ziyade bir ateşkes anlaşması, belki de Birinci Dünya Savaşı’nda iki tarafın askerlerinin savaşmayı bıraktığı o ünlü Noel sabahı gibiydi. Bölgenin devasa üretim ve tüketim makineleri durmuş; insanlar işe gitmemiş, işyerleri kapatılmıştı; Körfez Köprüsü aylarca kullanılamamış, yükseltilmiş çevre yollarından bazıları işlemeye başlamıştı. İnsanlar akıllarını başlarına getiren bu felaketler sayesinde, evlerinde oturup, sevdikleriyle sohbet etmeye başlamış, hoşnutsuzluğu, uzun süreli planlar yapmayı ve uzak seyahatlere çıkmayı bırakmış, anı yaşamaya odaklanmıştı.
Bütün zamanların en büyük depremi olan Endonezya depremi ise bir ateşkes anlaşması değil, bir savaştı. Ölü sayısı uzun bir süre halen gündemimizdeki savaşta ölen Iraklıların sayısına yakındı, sonra bu sayı daha da arttı. Tsunami mümkün olduğunca çok ilgi gösterdiğimiz, mümkün olduğunca bildiğimiz, mümkün olduğunca gördüğümüz, mümkün olduğunca hissettiğimiz ölçüde önemli bir olay olmuştu. Bu yıkım sahnelerinin, acı içinde bükülmüş bedenlerin bol miktardaki fotoğraflarına bakabilir, bunlardan yola çıkarak Felluce saldırısının yüzlerinde benzer boş ve şaşkın ifadelerle bırakmış olduğu öksüzleri, çocuklarını kaybetmiş aynı dayanılmaz acı içindeki anneleri, benzer fiziksel gücün etkisiyle paramparça olan evleri, aileleri, yaşamları, umutları tahmin edebilirsiniz. Bunu anlamak için ne kadar betimlemenin- ya da betimleme eksikliğinin- her iki felakete olan tepkimizi şekillendirdiğini fark etmek gerek. Ordumuz felaket yarattığında, olanları çok fazla görmemize izin verilmedi veya yaşanan duyguları anlamaya ya da yardımsever bağışlarla felaketi hafifletmek için girişimde bulunmaya teşvik edilmedik. Buna rağmen böyle bağışlar yapıldı: Tsunami vurgunun olduğu gün, Birleşik Devletler barış grubu Pembe Kod[[dipnot3]] Irak’a bir kurul göndererek Felluce’deki insanlara 600.000 dolarlık bağışta bulundu.
Ne tuhaftır ki Irak savaşı görünmez bir savaştı ya da daha doğrusu basmakalıp ve tartışılmaz görüntülerin temcit pilavı gibi önümüze sürüldüğü bir savaş: daha çok bizimkilerin resmi var, onlarınkiler az; patlamış ordu araçları ve Irak’ın ücra köşelerindeki yıkıntıların görüntüleri. Ancak yaralı ve ölü sivillere ait görüntüler, Tsunami’de olduğu kadar şaşılacak sayıda üretilmiyor bu ülkede. Fakat bu savaş, aynı zamanda, imgelerin bir savaşı haline geldi. İstilamız sona erdiğinde Saddam Hüseyin’in devrilen heykeli sahnedeydi. Ebu Garib’teki işkencenin fotoğrafları (Sontag bu konuda en son yayınlanan makalelerinden “Ötekilere İşkence Hakkında”da yazdı.) ve geçenlerde Felluce’deki bir camide yaralı bir adama ateş eden Amerikan askerinin fotoğrafları kamuoyuna yansıyınca kriz yaşanmıştı. Ayrıca gerillaların tutsakların kafalarını uçurduğu ve bir nevi medyanın dikkatini çekmek amacıyla yapılan gösterilermiş gibi sunulan görüntü kayıtları bulunuyor. Biliyoruz ki El-Cezire bu savaşın ve, İsrail-Filistin savaşının radikal bir biçimde farklı taraflarını görüntülüyor – hem bu çelişkilerden ortaya çıkan hem de bu çelişkilere dair farklı görüşleri güçlendiren bir fark. Avrupalılar bile yaralanan veya ölen sivillere dair daha çarpıcı görüntüler izliyor.
Bu savaşın görünmezliğini korumak için başvurulan yolları hatırlarsınız, olası bir duygu ortaklığımız veya Amerikan askerlerinin tabutlarının dönüşünü gösteren fotoğraflar karşısında dahi duyduğumuz öfke yasaklandı – fotoğraflar daha sonra ele geçirilip Pentagon’un istekleri aleyhinde dağıtıldı. San Francisco Kayıtları[[dipnot4]] dokuz ay önce, ölü sayısı daha 556 iken Amerikalı ölülerin fotoğraflarından oluşan bir sergi açmıştı ve şu an 1347 ölüyle sergiyi devam ettiriyor. Bu görüntülerin oluşturduğu yıllık bir başka sergiyi hatırlatıyor: New York Times’ın yürüttüğü, 11 Eylül kurbanlarının duygusal biyografiler eşliğinde sunulan portreleri ve öncesinde ölümden kurtulan kayıplarını arayan aile fertlerinin Manhattan’dan postaladıkları üzgün ve ümitsiz el ilanları. Şimdi kayıp insanlara dair bu tür ilanlar Tayland duvarlarına yapıştırılmış durumda, ancak Tai web sitesindeki fotoğraflar suyun etkisiyle bozulmuş.
Irak’ta olan şeyin bir anlamda bir Tsunami olduğunu söyleyebilirsiniz: Washington’daki bir depremin merkezinden on bin mil sürükleyip götüren bir Tsunami, sayısız yaşamı, şehri ve çevreyi harap etmiş, siyaset ve prensipteki bir deprem – ve yanı başımızda, ölen askerlerin aileleri ve arkadaşları da büyük üzüntü içinde, rüşvetçi bir dış siyaseti sürdürmek üzere ülke dışına gönderilen on binlerce gencin ruhları ve bedenleri sakat bırakılıyor. Tsunami gibi bir felaketi yaratmak için harcadığımız paraları toplayabilirsiniz, bu ıstırap ve yıkım bize 150 milyar dolardan fazlasına mal oldu. Bu bedeli Bush’un Teksas tatilini yarıda kesmek zorunda kalıp da yaptığı ufacık para yardımıyla kıyaslayın: Önce 15 milyon dolar, sonra 35 milyon dolar (ki yaklaşık olarak Bush’un göreve başladığı zaman yapılan törenin maliyeti kadar) ve daha sonra da utanç verici baskılar altında 350 milyon dolar. Doğa güçlerinin aerodinamik biliminin, kimya ve atomun bölünmesi vb. ile kontrol altına alınıp, kayıtsızlığı, çapı ve yol açtığı yıkım göz önünde tutulduğunda az çok bir doğal felakete benzeyen ama kesinlikle doğal olmayan savaş yapma araçları olarak kullanıldığını anlayabilirsiniz.
Doğal felaketin meydan okumaya açık taraflarından birisi suçlayacağınız kimsenin olmayışıdır; gerçek acının yarattığı zorlukla, nefretin ve hor görmenin kolaylığını yer değiştirmemize izin verecek kimse yoktur. Bazı ateşli tartışmacılar hemen hükümetleri sorumlu tuttular. Birçok açıdan doğal olan böylesi devasa bir acının belirsiz ve endişe verici dünyasından bir kaçış yolu olarak belki de. Ancak, bu büyük ıstırap hafifletilebilir ve zaman zaman önlenebilir; fakat yasaklanamaz ve suçlanamaz. Bu ülkeleri uyarı sistemleri edinmekten alıkoyan ve yoksulları felaketin yoğun hissedildiği çok tehlikeli sahil kenarlarında yaşamaya iten ekonomik sistemler de bu felaketin bir parçasıdır; fakat Hiroşima’ya düşenlerin büyüklüğünde olup 2 milyon atom bombası gücündeki –yerel gazetem böyle söylüyor– bu depremi hiçbir hükümet ortaya çıkarmadı veya hatta öngörmedi. Depremin meydana geldiği fayın aktif olmadığı düşünülüyordu.
Politika bu felakette küçük bir rol oynuyordu, bu nedenle felaket tamamen doğal değildir, fakat kuraklık, -ve savaş- kıtlık ve bugünlerde olan kasırgalar gibi -2004’te Florida’yı vuran dört kasırga- herhangi bir şey kadar da anormal değildir. Hatta bu felaket, gelişigüzel yapılmış bina kanunları, bu kanunların gelişigüzel uygulanması, idari yetersizlik ve kayıtsızlığın binlerce ölüme mal olduğu 1985 Meksika depremi gibi de değildir; ya da geçen yıl İran, Bam’da olan deprem gibi de. Bam’da eski binalar çökmüştü; büyük oranda can kaybına yol açanın toprağın kendisi değil insan yapımı binalar olduğunu söyleyebiliriz. Hatta 1970’te yarım milyon, 1991’de 140.000 Bangladeşlinin ölümüne yol açan siklonlar gibi de değildir – gazeteciler ve eleştirmenlerin bu olayın ölçeğini “görülmemiş” diye belirlerken bir şeyleri unuttuklarının görülmesi de muazzam bir felaket. Bu felaketi hissedip tepki vermemiz için o kadar çok görüntü bizi sıkıştırıyor ki, diğer görünmez felaketler akla geliyor: büyük baraj projeleri sonucu suyun yükseltmesiyle birlikte Çinli ve Hintli çiftçilerle köylülerin bu yıl yer değiştirmesi başta olmak üzere.
Sontag gördüklerimiz hakkında çok güzel yazdı, özellikle de ıstırap çekenler ve savaş hakkında. Keşke görmediklerimiz hakkında da daha çok şey söylemiş olsaydı: hem ilgisizlik hem de yol açacakları duyarsızlık ve neden olacakları sömürü ve tehlikeli yorumlar karşısında fotoğrafların nasıl tartışılması gerektiği hakkında. En yeni kitabı Ötekilerin Acıları Hakkında’da Sontag şunları diyor, “Bir başka ülkedeki felaketlerin seyircisi olmak tam anlamıyla modern bir deneyimdir, bu bir buçuk asırlık birikimin sunduğu profesyoneller, gazeteci diye bilinen uzmanlaşmış turistlerdir. Savaşlar şimdi bir de oturma odalarının sesi ve manzarası oldu.” Sonra Fotoğrafçılık’ta geçen eski savını yinelemeyi sürdürdü: “sınırları esnetilmiş bir merhamet” duygusunu, “hissizleşmeye sürüklenmekten” kurtarmak için bir “imgeler ekolojisi” olmalı. Bu noktada önceki benliğiyle tartışmaya girer: “Bir imgeler ekolojisi olmayacak. Guardian’ın hiçbir komisyonu, kendi şok etme becerisini canlı tutmak için korku dağıtamayacak.” Fakat Ebu Garib görüntüleri zaten şok ediciydi ve Tsunami görüntüleri de üzücü.
Şu an Sontag’ın iddiasındaki en çarpıcı şey, fotoğrafçılıkla ilgili değil, fotoğrafların uyandırabileceği ya da altını çizeceği bir duygu ve bir ahlaki değer olan merhametle ilgilidir. Ötekinin Acısı Hakkında’nın bir yerlerinde şöyle yazıyor, “Merhamet değişken bir duygudur. Harekete dönüştürülmesi gerekir, yoksa solar. Mesele kışkırtılan duygularla, edinilen bilgilerle ne yapılacağıdır. Duyguyu körelten edilgenliktir.”
Deprem ve Tsunami’nin sonuçlarının üstesinden gelmek için harekete geçebiliriz; fakat felaketin politik yönü azdı - sadece yoksullar değil Avrupalı ve Amerikalılar da öldü. Kimin ne kadar vereceği ve kime vereceğindeki gönül rahatlığı gayet politik olacaktır; ancak olayın kendisi, önlemeye çalıştığımız ve sebep olduğumuz şeyler mevzusu, politikayı aşar. İnsanların doğanın gücüne maruz kalmamış olmalarını dileyemeyiz, kendi doğamızın temel bir parçası olan fanilik de buna dahil. Denizlerin kurumasını, dalgaların daha da büyümesini, tektonik tabakaların yok olmasını, doğanın bizim tahmin ve kontrol gücümüzün ötesinde bir güce sahip olmamasını isteyemeyiz. Bize çözülecek bir problem olarak değil de bir gerçek olarak acıyı bırakan bu felaket ve ıstırap doğanın bir parçasıdır. Ve doğa asla bitiremeyeceğimiz bir iş olarak kendini merhametle bize bırakıyor.
Rebecca Solnit San Francisco’da yaşayan ve düzenli olarak Tomdispatch’te yazan bir yazar ve aktivisttir. En son çıkan kitapları Karanlıktaki Umut ve Gölgeler Nehri’ dir.